Bostan

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

Şeyh Sadi Şirazî, İran edebiyatının önemli şair ve yazarlarından biridir. Asıl adı, Ebu Abdullah Müşerrefettin’dir. 1213 yılında Şiraz’da doğmuştur. Rivayetlere göre hayatının üçte birinde tahsille meşgul olmuş, ikinci üçte birini seyahatle geçirmiş, kalanı da ibadete hasretmiştir. Tahsiline Şiraz’da başlamış, Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde devam etmiş, döneminin büyük bilginleriyle tanışmış, onlardan yararlanmıştır.

Ebu Bekir ve oğlu Sad için Bostan ve Gülistan isimli eserlerini yazmıştır. Gezmeyi çok seven Sadi, Anadolu ve Azerbaycan’ı da dolaşmış, sonunda Şiraz’a dönerek, tenha bir yerde yaptırdığı tekkeye yerleşmiştir. Zamanını okuyup yazarak, ibadet ederek ve ziyaretleri kabul etmekle geçirmiştir.

Sadi, 1292 yılında Şiraz’da vefat etmiştir. Mezarının bulunduğu semt, onun adı ile anılır. Kusursuz bir anlatış biçimi olan Sadi’nin üslubu basit gibi görünür; fakat kolay kolay taklit edilemez.

Sadi, eserlerini manzum ve mensur olarak kaleme almıştır. Eserlerinin toplamı yirmiyi geçmektedir. Bostan, Gülistan dışında Akl u Aşk, Takrîr-i Dibace, Nasihatü’l-Mülûk ve Hevatim öne çıkan eserlerindendir. Bostan ve Gülistan, İslam ülkelerinde medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, açıklamaları yapılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir.

Ey bizim toprağımıza, mezarımıza uğrayan ziyaretçiler: Azizlerin toprağı için olsun, şu söyleyeceğim sözleri hatırlayın: Sadi, toprak olmuşsa da ne beis var? O, zaten sağlığında da toprak idi. Sadi, rüzgâr gibi dünyayı dolaştıysa da nihayet kendisini kara toprağa teslim etti. Çok geçmeden toprak onu yiyecek; sonra da rüzgâr o toprakları dünyanın her tarafına savuracaktır.

Mana gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadi kadar güzel terennüm etmemiştir.

Böyle bir bülbül ölür de toprağından gül bitmezse hayret ederim.”

Sadi Şirazî

1. Bölüm
Adalet ve İnsaf Hakkındadır

Zahir Faryabî, Kızılarslan’ı methederken: “Tefekkür onun ayağını öpmek için (onu idrak için) iskemleye benzeyen dokuz feleği ayağının altına koyar.” demiş. Hâlbuki Kızılarslan’ın bir ayağı ötekinden kısa imiş. Zahir’i sevmeyenler: “Şair bu beyit ile sana aksaklık isnat etmiştir.” diyerek Zahir’i katlettirmişler. Şimdi Sadi bu vakaya işaretle ve Zahir’in ruhuna hitap ederek ona dokunuyor ve diyor ki:

Hey Zahir, ne lüzum vardı ki iskemleye benzeyen dokuz göğü Kızılarslan’ın ayağının altına koydun. Hey Zahir, büyüklük ayağını feleklerin üzerine koy deme, belki “ihlas yüzünü toprak üzerine koy!” de…

Padişah’ım! Size gelince nasihatim şunlardır: Taatle yüzünü eşik üzerine koy; çünkü doğruların tuttukları en emin yol budur. Eğer kul isen başını bu kapıya koy. Padişahlık tacını başından çıkar. İbadet ettiğin vakit şahlık libasını giyme. Halis muhlis bir derviş gibi feryada başla. Buyruk sahibi Ulu Tanrı’nın dergâhında, zenginin önündeki fakir gibi inle, şöyle de: “Allah’ım, zengin sensin. Fakirleri besleyen, kuvvet, kudret sahibi sensin. Ben ne memleketler fetheden bir hükümdarım ne de ferman sahibiyim.

Bu dergâhın dilencilerinden birisiyim. Senin lütfun bana yâr ol mazsa benim elimden ne gelir, ne iş yapabilirim? Allah’ım, beni hayra, iyiliğe sen muvaffak eyle. Sen kudret vermezsen benim kimseye bir hayrım dokunmaz.”

Padişah’ım, gündüz padişahlık ediyorsan geceleri dilenciler gibi yana yakıla dua et. Birtakım asiler, zorbalar senin kapında kul iken, sen yine başını ibadet eşiğinden kaldırma. Cenabıhakk’a ibadette kusur etmeyen kul, kullar için ne güzel padişahtır.

Hikâye

Hakikati yakin gözüyle tanıyan din ulularından hikâye ederler ki; Bir veli, bir kaplanın üzerine binmiş, bir yılanı eline almış, kamçı edinmiş, kaplanı süratle sürerdi. Birisi ona dedi: “Hey Tanrı yolunun adamı, bu gittiğin yolda gitmek için bana rehberlik et. Sen ne yaptın ki yırtıcı hayvan sana ram oldu? Adın, saadet yüzüğünün taşına yazıldı.”

Veli cevap verdi: “Kaplan, yılan, fil, herkes bana karşı zebun ise taaccüp etme. Sen de Allah’ın emrini yerine getir, görürsün ki her şey senin emrine ram olur. Bir padişah, Cenabıhakk’ın emrini tutarsa Cenabıhak onun muhafız ve yardımcısı olur. Cenabıhakk’ın, seni sevdiği hâlde düşman elinde bırakması mümkün mü? Yol işte budur. Bu yoldan sapma, yürümeye devam et. İstediğini bul. Sadi’nin sözünden hoşlanan kimseye, onun nasihati faydalı olur.”

Kisra’nın, Oğlu Hürmüz’e Nasihati

İşittim ki, Nuşirevan, ihtizâr hâlinde iken oğlu Hürmüz’e şu öğütleri vermiştir: Fakirlerin gönüllerini gözet. Yalnız kendi rahatını düşünme. Eğer sen, yalnız rahatını düşünecek olursan senin ilinde kimse rahat edemez. Çoban uyumuş, kurt sürüye dalmış! Bunu akıllı insan kabul etmez. Fukara takımını muhafaza et ki, şah, ahali sayesinde taç taşımaktadır. Padişah bir ağaca benzer, kökü ahalidir. Ağaç ise kökünden kuvvet alır. Elinden geldiği kadar halkın gönlünü yaralama. Eğer yaralarsan kendi kökünü baltalamış olursun.

Eğer sana, doğru bir yol lazımsa, padişahların yolu ümit ve korku yoludur. Bir insanda iyilik ümidi, kötülük korkusu olunca akıllılık ona tabiat olur. Eğer bir padişahta bunun her ikisini bulursan; onun ikliminde, mülkünde sığınak bulursun. Çünkü padişah, Cenabıhakk’ın lütfuna ümitvar olduğu için halka merhamet eder. Saltanatı elinden gider diye korktuğu için de halka zarar vermekten korkar.

Bir padişahın tabiatında ümit, korku yoksa o iklimde rahatın kokusu bulunamaz. Öyle bir padişahın mülkünde bulunduğun zaman, ayağın bağlı ise (evli isen) zulme, cefaya razı ol, otur; yok tek at, tek mızrak isen (bekâr isen) başını al başka yere kaç…

Bir iklimde ahaliyi, padişahtan memnun görmezsen; o iklimde refah, saadet arama.

Kafa tutan, kabadayı padişahlardan, kahramanlardan korkma; fakat Allah’tan korkmayandan kork. Bir padişah memleket ahalisinin gönlünü yıkıyorsa, o, memleketin mamur olmasını ancak rüyada görür. Bir memleketin harap, padişahın bednam olması zulümden ileri gelir. Bu sözün hakikatini ancak ince, derin düşünen kimse bulur. Ahali saltanatın yardımcısı olduğu için ahaliyi zulümle öldürmek layık değildir.

Köylüyü, çiftçiyi kendi faydan, saadetin için gözet. Çünkü, ecîr, aldığı ücretten memnun olursa daha çok iş yapar. Hem de kendisinden iyilik gördüğün kimseye kötülük etmek, erlik, insanlık değildir.

Hüsrev Perviz’in, Oğlu Şiruye’ye Nasihati

İşittim ki, Hüsrev Perviz ölürken oğlu Şiruye’ye şu öğütleri vermiştir: Hangi bir işe niyetlenirsen, o işte ahalinin iyiliğini düşün. Eğer herkesin sana muti olmasını istersen, daima adilane ve akilane hareket et. Ahali, zalim padişahtan kaçar ve onun çirkin adını cihana yayar; onu dillere destan eder.

Saltanatını kötü bir temel üzerine istinat ettiren padişah çok geçmeden kendi temelini yıkmış olur. Bir kocakarının ahının yaptığı tahribatı, kılıç çalan bir yiğit yapamaz. Bir dul kadının tutuşturduğu çıranın bütün bir şehri yaktığı çok görülmüştür.

Saltanatta insaf ile hareket eden padişahtan daha bahtiyar, âlemde kim vardır? Öyle bir padişah, nöbeti gelip de şu âlemden göçtüğü zaman herkes ona rahmet okur.

İyilik, kötülük; ikisi de geçer. Kötüsü geçecek, göçecektir; iyisi odur ki, adını iyilikle yâd etsinler.

Halkın başına Tanrı’dan korkanları koy; çünkü mülkü ancak Tanrı’dan korkanlar mamur ederler. Senin menfaatini halkı inciterek temin etmek isteyenler, sana düşman olanlar ve halkın kanını içenlerdir. Halkın ellerini beddua ile göklere açtıran kimseleri, iş başına getirmek hatadır.

Alçak vali, memleketin idaresi ve hazinenin zenginleşmesi böyle icap ediyor diye, halka eza ve cefa eder. Eğer hakkı gözetmezsen o uğurda çalıştığın padişah dahi seni cezalandırır. Bedbaht zalim bir gün ölür gider, fakat Allah’ın laneti onun üzerinde baki kalır.

İyi adam yetiştirip, kullanan padişah kötülük görmez. Eğer kötüyü besliyorsan sen kendine düşmansın. Halka zulmeden kimseyi müsadere ile bırakma; öyle zalimlerin köklerini kazımak lazımdır. Halka zulmeden vali ve diğer memurlara karşı çok titiz ol; o gibilere aman, zaman verme. Zira o kadar semirmiştir ki artık öldürülmesinin zamanı gelmiştir. Kurdun başını, koyunları paralamadan evvel kesmek gerektir. Sonra kesmek, yaptığı zararı ödemez.

Hikâye

Bir tacirin etrafını hırsızlar oklarla çevirmiş, onu esir etmişler. Tacir o sırada şöyle demiştir: Görülüyor ki hırsızlar galip geliyor, istedikleri fenalıkları yapıyorlar. Şu hâlde, padişahın askerleriyle kadınlar arasında ne fark var? Tüccarı aramayan, onların menfaatini korumayan bir padişah, gerek şehre gerek askere refah kapısını kapatmış demektir.

Bir memlekette fena kanun, fena âdet olduğu işitilince akıllılar o şehre artık nasıl giderler? Padişahım, iyi ad sence makbul ise, sana iyi ad lazım ise tüccar ile postacıları iyi tut. Büyükler yolcuları, züvvarı, seyyahları can ile beslerler. Çünkü iyi adı her tarafa götürenler bunlardır.

Hangi memlekette bir garip incinirse o memleket çok geçmeden mahvolur.

Gariplerle görüş, seyyahlar ile dost ol; çünkü bunlar iyi adı yayarlar.

Memlekete gelen misafiri, yolcuyu ağırla. Fakat şerlerinden, fitne fesatlarından da sakın. Ecanipten sakınmak çok iyidir; çünkü dost kıyafetinde düşman olmaları da mümkündür.

Emektarlarının derecesini, rütbesini, maaşını arttır. Çünkü kendi beslediğin insanlardan gadir gelmez. Bir memur eskidikçe, onun yıllarca yaptığı hizmetinin hakkını unutma…

Bir memur ihtiyar olup da işten âciz kalırsa ona karşı kerem göster. “Artık işten kaldı.” diye onu sefil etme. Onun hizmet eli bağlandıysa senin kerem elin bağlı değildir ya!

Hikâye

İşittim ki, Hüsrev, Şebur’un yaptığı resmi artık beğenmeyip onu işten çıkardığı zaman Şebur sükût etmiş. Fakat sonra zarurete düşünce Hüsrev’e şu mealde bir mektup yazmış: “Ey adaletiyle kâinatı ihata eden hükümdar, eğer ben ölür gidersem sen yine faziletinle bakisin. Gençliğimi senin uğrunda çürüttüm, ihtiyarlığımda beni kovma.”

 

Bir garip ki, başının altında bin bir çeşit fitne, fesat buluna; onu öldürme, incitme, kendi memleketinden, toprağından harice çıkar. Onu memleketinden kovar ve bu nefyi kâfi bir ceza addedip ayrıca cezalandırmazsan doğru bir hareket yapmış olursun. Zira o, cezasını kendisi bulacaktır. Çünkü onun fena huyu, peşinden ayrılmayan bir düşmandır.

Fitneye mail, fesada muktedir insan eğer İranlı ise; onu Yemen’e, Rusya’ya, Rum diyarına nefyederek, halkın başına bela etme. Belki ona kuşluk vaktine kadar aman vermeyip idam eyle. Öyle fitnekârı hudut haricine çıkaracak olursan, gittiği şehrin ahalisi: “Böyle fitneci insan yetiştiren memleket altüst olsun.” diye memleketine beddua eder; lanet savururlar.

İş verecek olursan paranın, servetin kıymetini bilen insana ver. Çünkü müflis, batakçı kimse padişahtan korkmaz. Ona ne söylersen başını eğer, feryat ve figana başlar.

Muhasebecilere hıyanet etmeye meydan verme; üzerlerine bir murakıp dik. Baktın ki muhasebeci ile murakıp uyuştular, hemen ikisini de azlet.

Kendisine iş, para tevdi edilecek kimsenin mahkemeden cezadan, idamdan değil; Tanrı’dan korkar, emanete hıyanet etmez takımdan olması lazımdır.

Bir işe emin sıfatıyla tayin ettiğin kimse Allah’tan değil senden korkuyorsa onu emin tutma. Emin olan Allah’tan korkmalıdır; yoksa azil, hapis ve idamdan değil.

Emin tayin etmiş olduğun kimsenin sık sık hesabına bak. Onu kendi hâline bırakma, çünkü yüz kişiden bir tane emin bulamazsın.

Eskiden birbiriyle sıkı fıkı arkadaş, kafadar olan iki kimseyi bir yere birlikte memur etme; çünkü ne bilirsin ki, el ele verirler; birisi hırsız olur, öteki perde tutar. Hırsızlar birbirlerinden korkar, çekinirlerse aralarından kervan selametle geçer.

Birisini bir vazifeden azlettiğin zaman, aradan biraz geçince kabahatini affet.

Ümit besleyen bir kimsenin ümidini yerine getirmek, bin tane ayağı prangalı mahpusu itlaf etmekten hayırlıdır.

Elinde hitabeti olan kimse işten çıkarılacak olursa meyus olmasın.

İyi bir padişahın, hükmü altında olanlara peder muamelesi yapması gerekir. Bir peder bazen çocuğuna öfkelenir, döver, acıtır; bazen de eliyle gözünün yaşını siler. Padişah da öyle olmalıdır.

Padişahım, düşmana karşı yumuşak, gevşek olursan sana galebe çalar; sert olursan senden herkes usanır. İyisi odur ki, yumuşaklık ile sertlik birlikte olmalıdır. Kan alan kimse gibi olmak lazımdır. O hem yara açar hem açtığı yaraya merhem koyar.

Padişahım, cömert ol, güzel huylu ol, mükrim ol. Cenabıhak sana saçtığı için sen de saç.

Dünyaya gelen ölür gider. Fakat kendisinden sonra iyi ad bırakan, ebedî yaşamış olur.

Kendisinden sonra köprü, mescit, misafirhane, kervansaray gibi hayrat bırakan kimse ölmemiştir.

Bu dünyadan giden, hayat namına bir şey bırakmayan insana, kimse fatiha okumaz.

Adının ebedî olmasını istersen büyüklerin adlarını gizleme; onları hürmetle yâd et.

Senden evvelki padişahlar ne yapmışlar, ne gibi iyilik ile yâd olunmuşlarsa sen de kendi zamanında böyle yap.

Bilirsin ki, geçen padişahlar naz ile yaşadılar, murat sürdüler, zevk ve safa ettiler; sonra hepsini bıraktılar, gittiler. Kimisi iyi, kimisi kötü bir ad bıraktı gitti; sen iyileri taklit et.

Bir suçlu: “Unuttum da yaptım.” diye özür dilerse, özrünü kabul eyle. Aman diyenlere aman ver. Bir suçlu dehalet edecek olursa onu hemen öldürmek, mürüvvete münafidir.

Edilen tembihi, edilen nasihati dinlemezse kulağını çekmek, hapsetmek, ellerini, kollarını bağlamak lazımdır.

Nasihatten anlamayan, zindandan mütenebbih olmayan kimse ise murdar bir ağaçtır. O zaman onun kökünü koparmak lazımdır. Öldürmeden evvel bir kere hapsetmelidir. Zira kesilen bir başı tekrar yerine koymak kabil değildir.

Bir kimseye kızdığın zaman mücazat için acele etme, düşün. Çünkü Bedehşan lalini kırmak kolay ise de, kırılan parçaları toplayıp eski hâline getirmek mümkün değildir.

Padişahın, İşin Sonunu Düşünmesi, Mücazata Ağır Davranması

Umman Denizi’nden gemi ile bir adam çıkageldi. Bu adam denizlerde gezmiş, sahralarda dolaşmış; Arap’ı, Türk’ü, İranlıyı, Rum halkını görmüş; her milletin bilgilerini temiz ruhunda toplamıştı. Elhasıl cihanı elek elek elemiş, bilgiler kazanmış, seferler yapmış; görüşmeyi, konuşmayı öğrenmişti. Vücudu iri yapılı; fakat çok fakirdi. Elbisesinde iki yüz yama vardı. O elbise içinde kav gibi yanmıştı.

Bu adam sahilde bir şehre çıktı. O taraflarda büyük bir padişah vardı. Bu padişah, adını iyilikle çıkarmak ister, fukaraya karşı tevazu gösterir, onları hoş tutardı.

Padişah o seyyahı duyunca sarayına davet etti. Uşaklarına emretti; seyyahı hamama götürdüler, yıkadılar, temizlediler. Sonra padişahın huzuruna çıkardılar.

Seyyah huzura çıkınca tekâpu kıldı, padişahı övdü, el bağladı. Padişahım, fermanın her tarafa yürüsün, diye duada bulundu.

Padişah sordu: “Nereden geliyorsunuz? Şehrimize niçin geldiniz; burada güzelden, çirkinden neler gördünüz?”

Seyyah dedi: “Ey yeryüzünün padişahı, Cenabıhak sana yardımcı, devlet; saadet arkadaş olsun. Padişahım, memleketinde birçok yer gezdim. Ahalisi zulüm görmüş, gönlü incinmiş bir yer görmedim. Bir padişah için, kimsenin incinmesine razı olmamak meziyeti, kâfi bir ziynettir. Bir de padişahımın memleketinde kimseyi sarhoş görmedim. Sarhoşluk şöyle dursun, meyhaneleri yıkılmış gördüm.” Elhasıl seyyah güzel sözler söyledi. Sanki elek elek cevahir saçtı. O kadar hoş şeyler anlattı ki padişah zevkinden elini, kolunu çarpmaya başladı.

Seyyahın güzel sözleri şahın hoşuna gitti. Onu yanına çağırdı; ona ihsan ikram etti. Memleketini beğenip geldiği için ona altınlar, cevherler verdi. Sonra, ona aslını, vatanını sordu.

Seyyah sergüzeştini anlattı ve bu suretle diğer saray erkânından ziyade padişahın teveccühüne mazhâr oldu.

Onu sadrazam yapmak da içinden geçiyordu. Memlekete de böyle bir vezir lazımdır, diye çok düşündü. Yalnız; “Acele etmeyeyim. Belki yanlış bir iş yapmış olurum. Ahali reyimin zayıflığına gülmesin. Evvela onu bir zaman deneyeyim, sonra hünerine göre rütbesini artırayım.” dedi.

Padişahın bu düşüncesi doğru idi. Çünkü tecrübe etmeden iş yapan insanların, birçok kedere uğraması zaruridir. Nasıl ki hâkim, davayı etrafıyla düşünür, sonra hüküm verirse, maiyetindeki âlimlere karşı mahcup olmaz. Yayı elde tutarken, oku atmamışken; atmak lazım mı, değil mi, hedef neresidir, neresi olmalıdır, diye düşünmek lazımdır. Oku attıktan sonra düşünmenin faydası yoktur. İnsan, Yusuf gibi senelerce iffet, nezahetle yaşamalıdır ki, Mısır’a aziz olsun. Çok zaman geçmedikçe bir kimsenin ne olduğunu anlamak imkânsızdır.

Bu suretle padişah, seyyahın ahlakını tetkike, teftişe koyuldu. Neticede onu akil, iyi ahlaklı, edip ve insanların değerini ölçmekte mahir buldu. Bu suretle seyyahın büyük memurlarına faik bulunduğunu anlayan padişah, seyyaha veziriazamdan dahi üstün bir salahiyet verdi.

Seyyah, memleketi öyle akıl, hikmet ve marifet ile idare ediyordu ki emrinde, nehyinde kimsenin kalbini incitmiyordu; dürüst hareketleriyle kusur ve fenalık arayanların dillerini bağladı. Eski vezir, yenisinin bu faaliyeti neticesinde padişahın huzur ve rahat içinde yaşadığını, onun iyiliği sayesinde devletin yükseldiğini görünce üzülmeye başladı. Tenkit edilecek hiçbir nokta bulamıyordu. Çünkü dürüst adam, bakır leğen; fenalık arayan insan, karınca gibidir. Karınca ne kadar uğraşsa bakır leğene gedik açamaz.

Padişahın, güneş yüzlü iki kölesi vardı. Bunlar daima Padişahın hizmetinde bulunuyorlardı. Bunlar huriler, periler kadar güzel idiler. Birisi sanki güneş, ötekisi ay idi.

Bu iki köle güzellikte tamamen birbirinin dengi idi. Sanki birisi hakiki insan, ötekisi onun yanında aksi idi.

Bu köleler ilim, marifet sahibi yeni vezirin tatlı sözlerini işittikçe, onun sözleri bu fidan boylu köleler üzerinde tesir bırakıyordu; güzel ahlakını gördükçe tabii olarak onu sevmeye mecbur oldular.

Gitgide yeni vezirin de gönlü onlara aktı, onları sevmeye başladı. Şu kadar ki, dar görüşlü insanlar gibi kötülükle sevmiyordu. Belki bunların cemallerine âşık oldu. Öyle bir hâle geldi ki; ancak onların yüzünü gördüğü zaman rahatın ne demek olduğunu hissederdi.

Arkadaş, sana nasihatim olsun; eğer kadrinin, şerefinin yüce kalmasını istersen pak yüzlülere gönül bağlama. Ara yerde bir garaz olmasa bile, mehabet ve hürmetine ziyan verir.

Derken eski vezir, yeni vezirin o iki köleye gönül verdiğini hissetti ve hemen padişaha arz etti. Şöyle dedi: “Padişahım, bilmem ki bu yeni vezir kimin nesidir, necidir, adı nedir? Şu memlekette rahat ve saadetle yaşamak istemiyor. Evet, mücerreptir; çok gezenler böyle laubali olurlar. Çünkü bu gibiler, bir devletin nan ve nimetiyle beslenmiş değildirler. Nan ve nimetin kıymetini bilmezler. İşittim ki şehvetperest imiş. Efendimizin kölelerine göz koymuş, efendimize hıyanet ediyormuş. Böyle hayasız, aşağılık insan, padişahımın vezirliğine yakışmaz! Bunun vezarette bulunması, saltanatınıza leke getirir. Bu fenalığı işitince hemen arz etmeye mecbur oldum. Arz etmeseydim efendimin nimetini unutmuş olurdum. Hem de bu arzımı şüphe ve zan üzerine yapmadım. Bana yakin hasıl olmayınca söylemedim. Şunu da ilaveten arz ederim ki kölelerimden biri, bu yeni veziri bu kölelerden birisini kucaklarken gözleriyle gördüğünü bana söyledi. İşte, işin olup bitenini arz ettim. Üst tarafı padişahımın reyine, iradesine kalmıştır. Padişahım arzu ederse benim gibi tecrübe buyurabilirler.”

İyilik bulmayası eski vezir, işi bu kadar çirkin surette anlatır. Böyle anlatması da tabiidir. Çünkü kötülük düşünen insanlar ufacık bir tutamak bulunca büyüklerin kalplerini ateşe verirler. Ufak bir şeyle ateşi yakmak ve sonra onunla büyük odunları tutuşturmak kabildir.

Bu haber padişaha öyle bir hararet verdi ki ateş üzerinde kaynayan tencereye döndü. Yeni vezirin kanını hemen dökmek istedi. Fa kat aklı, vicdanı karşısına çıktı; ona, dur, diye işaret etti ve şu sözleri söyledi: “Bir insanın kendi yetiştirdiği birisini öldürmesi mertlik değildir. Adalet ve lütuftan sonra zulüm çok soğuk kaçar. Kendi yetiştirdiğin kimseyi incitme. Senin aman okunu tutan kimseyi sen ok ile vurma. Birisinin kanını zulüm ile içecek isen onu boş yere nimet ile besleme. Onun hünerleri sence layıkıyla malum olmadıkça divanda ona bir mevki vermemiştin. Şimdi de suçu tahakkuk etmedikçe düşman ağzına bakarak onu cezalandırma.”

Birisini öldürmeden evvel zindana atmak muvafıktır. Çünkü kesilen başı bitiştirmek mümkün değildir. Ferman, rey, şevket sahibi padişahların, insanların zahmetinden aciz göstermeleri caiz değildir.

Tahammülden boş, gurur ile dolu başa, padişahlık tacı haramdır. Sana cenk zamanında sebat göster demem; belki, öfkelendiğin zaman yıkılma, gazaba kapılma derim. Aklı olan her kimse tahammül eder; fakat maksat hışma mağlup olmayan akıldır.

Öfke bir kere askerini pusudan hücum ettirince ortada ne insaf kalır ne Tanrı korkusu kalır ne de din.

Feleğin altında öfke gibi bir dev görmedim. Bunun dehşetinden cinler, melekler bile ürküp kaçarlar.

Padişah, gazabını yenerek eski vezirden duymuş olduğu sırrı kimseye açmadı. Çünkü hâkimler: “Ey akil, gönül, sırların zindanıdır; söyleyince onu kaçırmış olursun, bir daha zincire çekemezsin.” demişlerdir.

Padişah, o akıllı sayılan yeni vezirin işini teftişe ve tarassuda başladı. Neticede, onun reyinde bozukluk gördü. Bir gün yeni vezir kölelerden birine bakınca kölenin bıyık altından güldüğünü gördü. Vezirin bakışı, kölenin gülüşü, ara yerdeki sevişmeyi gösteriyordu. Çünkü iki kimsenin canı ile aklı birleşince dudaklar kımıldamadan birbirleriyle konuşurlar. Sonra göz bakmaya doymaz; didara doyum olmaz. Nasıl ki susaklık yani istiska illetine tutulan kimse Dicle Nehri’ni içse doymaz…

Padişah, yeni vezir ile köle arasındaki birliği görünce suizannı katileşti. Bu hâl kanına dokundu, gazabı arttı. Böyle olmakla beraber, gazaba mağlup olmayarak yine akilane davrandı. Ona yavaşça şu sözleri söyledi: “Seni ben akıllı sanıyordum. Memleketimizin esrarına seni emin ittihaz ettim. Bilmedim ki sen sersem, medhe değil, zemmedilmeye layık insan imişsin, sana tapşırdığım vezaret senin yerin değilmiş. Fakat bu işte kabahat sende değil bendedir. Tabiidir ki soysuz insan beslersem sarayımda hıyanet edeceği muhakkaktır.”

Padişahın bu tahkiri üzerine, o çok bilen yeni vezir başını kaldırdı, şöyle dedi: “Ey iş bilen ulu şahım, benim eteğim kabahatten temiz olunca kötülük düşünen insanların isnat edecekleri fenalıktan korkmam. Sarayı hümayununa karşı hıyanet fikri, asla gönlümden geçmemiştir. Bu hıyaneti bana kim isnat etmiştir bilemem?..”

Cevap olarak padişah şöyle dedi: “Sana söylediğim şeyleri, düşmanların, yüzüne karşı söylemeye hazırdır. İşi açıklayayım: Bunu bana eski vezirim söyledi. İşte hakkında söylenen budur. Bir diyeceğin varsa söyle.”

 

Yeni vezir parmağını dudağına götürdü, güldü, şöyle dedi: “Eski vezir benim hakkımda ne söylese taaccüb edilemez. Beni kendi yerinde gören bir hasut, benim fenalığımdan başka ne söyler? Efendim beni ona tercih edince tabiidir ki o benim düşmanım olmuştur. O beni kıyamete kadar sevemez. Nasıl sevebilir ki; ben aziz oldukça o zelil yaşayacaktır. Padişahım, eğer bendenizi dinlerseniz temsil tarikiyle bir hikâye arz edeyim. Bilmem hangi kitapta gördüm. Birisi şeytanı rüyasında görmüş. Bakmış ki selvi gibi boyu, huri gibi çehresi var. Yüzü güneş gibi ziya saçıyor. Yanına gitmiş, demiş: ‘Bu ne hâl, melek bile bu kadar güzel olamaz. Mehtap kadar güzel bir yüzün varken niçin dünyada çirkinlikle dillere düşmüşsün? Herkes seni korkunç sanır. Hamam kapılarında seni çirkin bir surette resmederler. Hatta sarayın nakkaşı, saray divanhanesinde seni asık, ekşi, iğrenç bir surette nakşetmiştir.’

Bu sözleri işitince bedbaht şeytan inlemiş, feryat etmiş, şöyle demiş: ‘Hey âdemoğlu, benim için yapılan resimler, benim hakiki resmim değildir. Ben hakikatte gördüğün gibi güzelim. Fakat ne çare ki kalem düşman elindedir. İnsanların beni çirkin resmetmelerine gelince, ben onların büyük ataları olan Âdem’i cennetten attırdım. Onların bana hınçları var. Onun için beni böyle resmederler.”

İşte padişahım, ben temizim, masumum; ne çare ki beni kıskanan, bir maksadı mahsus ile beni kötü bildirmiştir. Benim mansıbım onun şerefini ihlal edince onun mekrinden yüz fersahlık yere kaçmam lazımdır.

“Padişahım, ben şu dakikada sizin gazabınızdan korkuyorum ama bîgünah olduğum için cesaretle söz söylüyorum. Çarşı ağası, çarşıyı dolaşırken okkası dirhemi eksik olan korkar. Kalemimden çıkan söz doğru olunca kusur bulmak için cihan toplansa umurumda olmaz.”

Padişah yeni vezirin cesaretli sözlerine şaştı ve onu bir el işaretiyle susturarak: “Ne suçlular var ki riya ile, hilekârlık ile yaptığı suçtan kendisini kurtarmaya çalışır. Sana isnat edilen hıyanet cürmünü yalnız düşmanından işitmekle kalmadım, ben de gözümle gördüm. Sarayımda bu kadar insan varken, hiçbirine bakmıyor, yalnız kölelerime bakıyorsun.” dedi.

Vezir güldü, şöyle dedi: “Söylediğiniz söz doğrudur ve doğruyu gizlememelidir. Ben o kölelere ara sıra bakıyorum, bunu inkâr edemem. Bu işte, ince bir nokta var. Müsaadenizle o noktayı arz edeyim: Padişahımızca malumdur ki zavallı bir fakir bir zengini görünce bakar, içini çeker. İşte ben o fakire benzerim, köle de o zengine benzer. Padişahım, vaktiyle ben de genç idim. Ne çare ki gençliğin kıymetini bilmedim. Gençliğimi boş yere geçirdim. Gençliğime olan hasretimden dolayı durmadan ona bakıyorum, bakmaktan kendimi alamıyorum. Ben bugün gençliğimi kaybetmişim. O ise gençliğe, güzelliğe tamamen malik ve sahip bulunuyor. Ben bakmayayım da kim baksın? Vaktiyle benim de gül gibi çehrem vardı. Güzellikte vücudum billur gibi idi. Benim de onunki gibi gece renkli kıvırcık saçlarım vardı. Giyindiğim kaftan vücudumun nazikliğinden utanır, buruşurdu.

Şimdi pir oldum, saçlarım ağardı, pamuk oldu. Vücudum kurudu, iğ oldu. Artık bu vücuda bir kefen dokumak lazımdır. Vaktiyle ağzımda iki sıra inci vardı. Bu dişler gümüş tuğladan yapılmış bir duvar gibi duruyordu. Birisi kalmadı, birer birer döküldü. Şimdi eski bir kale duvarına benziyor.

Şu hâlde bu güzel gençlere nasıl bakmayayım? Onlara bakıp telef olan ömrümü anıyorum.

Yazıklar olsun, değerli günler geçti, gitti. Bu ömür de bir gün ansızın sona erecektir.”

O âlim yeni vezirin güzel sözlerini padişah beğendi. Erkânı devlete hitap ile şöyle dedi: “Bundan daha güzel söz söylemek muhaldir; bundan daha tatlı lafız, bundan daha değerli mana aramayın. Güzel civanlara, böyle özür beyan edecek kimseler baksınlar. Başkaları için bakmak doğru değildir.”

Sonra padişah döndü, yeni vezire şöyle dedi: “Eğer akilane hareket etmeseydim; hasımın sözleriyle seni incitecektim. Acele ederek kılıca el atan adam, sonra pişman olarak elinin arkasını dişleriyle ısırıp durur.

Sakının, garazkâr kimselerden söz dinlemeyin; çünkü onun sözüyle iş yaparsan pişman olursun.”

Neticede padişah yeni vezirin mansıbını, şerefini, malını artırarak onu taltif etti. Fena söyleyenler sayesinde padişahın adı iyilik ile ülkesinde yayıldı. Adaletle, keremle yıllarca saltanat sürdü; nihayet o da göçtü. Fakat dillerde iyi adı kaldı.

Böyle dindar padişahlar din gücü ile devlet topunu çelmiş olurlar. Bugün öyle padişahlardan kimse yoktur. Varsa ancak Ebû Bekir Bin Sad hazretleridir; ondan başka yoktur.

Padişahım, sen bir cennetlik ağaçsın. Gölgen bir yıllık yola kadar yayılmıştır. Talihim uğurlu olsun da başıma Hüma kuşunun gölgesi düşsün diye arzu ederim. Bu arzuma vâkıf olan akıl karşıma çıktı, bana şöyle dedi: İnsana devleti, hüma kuşu vermez. İkbal, devlet istiyorsan bu padişahın gölgesine gel.

Allah’ım, sen bize acımışsın da halkın üzerine bu gölgeyi sen yaymışsın.

Bu devlete köle gibi duacıyım. Ya Rabbi, bu gölgeyi ebedî kıl.

Other books by this author