Free

Dönüşüm

Text
From the series: Vampır Mektupları #1
Mark as finished
Font:Smaller АаLarger Aa

On Dördüncü Bölüm

Kyle etrafı ufak bir vampir kalabalığıyla çevrili şekilde, taş koridorda ilerledi. Hızlıca yol alırlarken ayak sesleri yankılanıyordu. En öndeki refakatçinin elinde bir fener vardı.

Verilen emir üzerine, daha önce hiçbir vampirin izin ve- rilmeden girmediği gizli bir odaya giden koridorda ilerliyor- lardı. Kyle daha önce hiç bu kadar derinlere inmemişti. An- cak bugün, bizzat yüce önder tarafından çağrılmıştı. Mesele ciddi olsa gerekti. Başkalarının çağırıldığını duysa da 4.000 yıldır Kyle’ın hiç çağrıldığı olmamıştı. Oraya gitmiş ve bir daha geri dönmemişlerdi.

Kyle yutkundu ve adımlarını hızlandırdı. Her zaman kötü haberleri bir çırpıda sindirip geçmenin en iyisi oldu- ğuna inanmıştı.

Soğuk bakışlarla onları süzen birkaç vampirin koruduğu, açık duran, geniş bir kapıya vardılar. Sonunda muhafızlar yana çekilip geçişi açtılar ama Kyle’ın geçmesinin ardından yanındakilere izin vermediler. Kyle kapının arkasından sert- çe kapandığını duydu.

Kyle, odanın her iki yanında, duvar boyunca bir dolu vampirin sıralı bir şekilde durup dikkat kesildiğini gördü. Odanın ön tarafının ortasında, kocaman, metal bir koltukta oturan kişi Rexus’tu, yani yüce önderi.

Kyle birkaç adım ileri çıkıp başını eğdi, kendisine sesle- nilmesini bekliyordu.

Rexus soğuk, keskin, buz gibi gözleriyle ona baktı.

“Bana bu insan, melez ya da her neyse işte, onunla ilgili bildiğin her şeyi anlat” diye başladı söze. “Bir de şu casustan bahset. O adam içimize nasıl girdi?”

Kyle derin bir nefes alıp söze başladı.

“Kız hakkında çok bir şey bilmiyoruz” dedi. “Kutsal suyun neden ona zarar vermediği konusunda da bir fikrimiz yok. An- cak şarkıcıya saldıranın o olduğunu gayet iyi biliyoruz. Şu an o hapiste ve kendine gelir gelmez bizi ona götürmesini bekliyo- ruz. Şarkıcıyı dönüştüren o kızdı. Kanında onun esansı var.”

“Hangi meclise bağlıymış?” diye sordu Rexus.

Kyle ayaklarını sürüdü, kelimelerini dikkatle seçmeye ça- lışıyordu.

“Başıboş bir vampir olduğunu düşünüyoruz.” “Düşünmek mi? Bildiğin bir şey var mı?”

Yediği fırçadan dolayı Kyle’ın yanakları kızardı.

“Yani onun hakkında en ufak bir şey bilmeden onu ara- mıza getirdin” dedi Rexus. “Meclisimizin tamamını tehlike- ye attın.”

“Onu buraya sorgulamak için getirdim. Kutsal suya karşı bağışık olduğu konusunda en ufak...”

“Peki ya casus?” dedi Rexus sözünü keserek. Kyle yutkundu.

“Caleb. Onu buraya 200 yıl önce getirdik. Birçok kez sa- dakatini kanıtlamıştı. Ondan şüphelenmek için hiçbir sebe- bimiz yoktu.”

“Onu kim içimize aldı?” diye sordu Rexus. Kyle duraksadı. Zorla yutkundu.

“Ben aldım.”

“Yani...” dedi Rexus, “Bir kez daha, bir tehlikenin içimize kadar girmesine izin verdin.”

Rexus ona baktı. Bu bir soru değildi. Bir ifadeydi, kına- mayla doluydu.

“Üzgünüm efendim” dedi Kyle başını eğerek. “Fakat na- çizane savunmam için, buradaki hiç kimsenin, tek bir vam- pirin bile Caleb’den şüphelenmediğini söylemeliyim. Benim durumumda...”

Rexus elini kaldırdı. Kyle sustu.

“Beni savaşı başlatmaya ittin. Şimdi tüm kaynaklarımızı yeniden yönlendirmek zorunda kalacağım. Büyük planımız askıya alınmak zorunda kalacak.”

“Özür dilerim efendim. Onları bulup bedelini ödetmek için elimden geleni yapacağım.”

“Korkarım bunun için çok geç.”

Kyle yutkundu ve başına gelecek bir sonraki şey için ken- dini hazırladı. Eğer bu ölümse artık hazırdı.

“Artık cevaplaman gereken kişi ben değilim. Ben de çağı- rıldım, Yüce Konsey tarafından.”

Kyle’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Tüm hayatı boyunca vampirlerin yönetici organı, yüce liderin bile hesap vermek zorunda olduğu Yüce Konsey hakkında söylentiler duymuş- tu. Şimdi bunun gerçek olduğunu ve onlar tarafından çağı- rıldığını biliyordu. Boğazı düğümlendi.

“Bugün burada olan şeylerden dolayı hiç memnun değil- ler. Cevaplar istiyorlar. Gidip onlara yaptığın hataları, neden kızın kaçtığını, neden aramıza bir casusun sızdığını ve diğer casusları temizlemek için planlarımızı anlatacaksın. Ardın- dan da verecekleri hükme razı olacaksın.”

Kyle başına gelecek şeyden dolayı dehşete kapılmış hâlde hafifçe başını salladı. Duyduklarının hiçbiri hayra alamet değildi.

“Bir sonraki yeni ayda buluşacağız. Bu sana biraz zaman verir. Bu sırada sana şu melezi bulmanı öneririm. Bulabilir- sen hayatın kurtulabilir.”

“Söz veriyorum efendim, tüm vampirleri toplayacağım. Sorumluluğu bizzat üstleneceğim. Onu bulacağız. Ona bunu ödeteceğiz.”

On Beşinci Bölüm

Jonah polis merkezinde korku dolu bir hâlde bekliyor- du. Bir tarafında, şimdiye kadar Jonah’ın hiç bu kadar korktuğunu görmediği babası, diğer tarafında ise yeni ki- ralanmış avukatı duruyordu. Karşılarındaki aydınlık, küçük sorgu bölümünde beş polis dedektifi oturuyordu. Onların arkasında asabi şekilde volta atan beş kişi daha vardı.

Bu, günün en büyük haber hikâyesiydi. Uluslararası şöh- rete sahip bir solistin ülkedeki ilk performansının tam or- tasında, Carnegie Hall’de öldürülmesi ve hatta şüpheli bir şekilde öldürülmesi değildi tüm mesele. İşler daha da sarpa sarmıştı. Polis elindeki tek kanıtın izini sürüp kızın dairesine girdiğinde dört polis memuru öldürülmüştü. Vaziyetin kötü olduğunu söylemekle yetinmek, durumu biraz hafife almak sayılırdı.

Artık aradıkları kişi sadece ‘Beethoven Kasabı’ (ya da bazı gazetelerin uygun gördüğü şekliyle ‘Carnegie Hall Katili’) değil, aynı zamanda bir polis katiliydi. Dört polisin katili. Kentteki her polis vakanın peşindeydi ve kimse bu iş çözüle- ne kadar rahat etmeyecekti.

Şimdi ellerindeki tek kanıt karşılarındaki masada oturan kişiydi: Jonah. Kız o gece onun misafiriydi.

Jonah gözlerini sonuna kadar açmış otururken alnının tekrardan terlediğini hissetti. Odada geçirdiği yedinci saate giriyordu. İlk üç saat boyunca saçlarının dibindeki teri silip durmuştu. Artık terin yanaklarından aşağı akmasına izin ve- riyordu. Sandalyeye çökmüş, pes etmiş hâldeydi.

Söylediklerine başka ne eklemesi gerektiğini bilmiyor- du. Odaya birbiri ardına giren polislerin hepsi aynı sorula- rı sormuştu. Hepsi aynı tema üzerine inşa edilmiş, sadece soruluş şekilleri farklı sorular. Cevabı yoktu. Neden ona üst üste aynı şeyi sorup durduklarını anlayamıyordu. Onu ne kadar zamandır tanıyordu? Neden onu bu konsere getir- mişti? Neden arada kız yanından ayrılmıştı? Onu neden ta- kip etmemişti?

Her şey nasıl bu noktaya gelmişti ki? Oysa karşısına güzel mi güzel bir hâlde çıkmıştı. Çok tatlı görünüyordu. Onun yanında olmaya ve onunla konuşmaya bayılıyordu. Bunun rüya gibi bir buluşma olacağına emindi.

Sonra birden tuhaf davranmaya başlamıştı. Müzik başla- dıktan hemen sonra onda bir rahatsızlık sezmişti. Şey gibi görünüyordu... Hasta demek doğru olmazdı. Daha çok... Yerinde duramıyor gibiydi. Daha da ötesi, eğer yerinde dur- sa birileri onu öldürecekmiş gibi davranıyordu. Sanki bir yere yetişmesi gerekiyordu, en hızlı şekilde.

İlk başta konserden hoşlanmadığını düşünmüştü. Onu oraya götürmenin kötü bir fikir olup olmadığını tartmıştı kafasında. Sonra da kendisinden hoşlanmamış olabileceğini geçirmişti aklından. Ancak sonra durum o kadar şiddetlen-mişti ki neredeyse teninden çıkan ısıyı hissedebilecek hâle gelmişti. O andan itibaren bir hastalığı mı var, yemekten mi zehirlendi diye meraklanmıştı.

Yanından kalkıp gittiğinde tuvalete gitmiş olabileceğini düşünmüştü. Şaşkındı fakat ara bitince geleceği umuduy- la kapıda beklemişti. On beş dakikanın ardından son zil çaldığında kafası karışık ve yalnız başına koltuğuna dön- müştü.

Bir on beş dakika daha geçtikten sonra ise salondaki tüm ışıklar aydınlanmıştı. Bir adam sahneye çıkıp konserin de- vam etmeyeceğini bildirmişti. Bilet paraları geri ödenecekti. Neden olduğunu söylemedi. Tüm kalabalık gafil avlanmış, sinir olmuş, en çok da şaşırmıştı. Jonah tüm hayatı boyunca gittiği konserlerin hiçbirinin arada kesildiğini görmemişti. Solist mi fenalaşmıştı yoksa?

“Jonah?” diye seslendi dedektif. Jonah irkilerek yukarı baktı.

Dedektif sinirli bir şekilde bakışlarına karşılık verdi. İsmi Grace’di. Şimdiye kadar tanıştığı en sert polis oydu. Bir de merhametsizdi.

“Sana sorduğum soruyu duymadın mı?” Jonah kafasını iki yana salladı.

“Bana onun hakkında bildiğin her şeyi tekrardan anlat- manı istiyorum” dedi. “Bana tekrar nasıl tanıştığınızı an- lat.”

“Bu soruya bir milyon kez cevap verdim zaten” dedi Jo- nah hüsran içinde.

“Tekrar duymak istiyorum.”

“Onunla sınıfta tanıştım. Yeni gelmişti. Ona sıramı ver- dim.”

“Sonra?”

“Biraz konuştuk, kafeteryada karşılaştık. Ona çıkma tek- lif ettim. Kabul etti.”

“Bu kadar mı?” diye sordu dedektif. “Başka hiçbir detay, ekleyeceğin bir şey yok mu?”

Jonah onlara ne kadarını söylemesi gerektiğini düşündü. Tabii ki daha fazlası vardı. Bir kere şu zorbalardan dayak yemesi vardı. O sırada gizemli bir şekilde yanında bulduğu defteri vardı. Onun orada olduğundan, ona yardım ettiğin- den hatta bir şekilde o herifleri dövdüğüne dair duymuş ol- duğu şüphe vardı. Nasılını hiç bilmiyordu.

İyi de bu polislere ne söylemesi gerekiyordu ki? Dayak ye- diğini mi? Onu orada gördüğünü hatırlıyor olduğunu mu? Onun iki katı cüssede olan dört oğlanı dövdüğünü hatırla- dığını mı? Bunların hiçbiri mantıklı gelmiyordu, kendisine bile. Onlara hiç mantıklı gelmezdi. Sadece yalan söylediğini, bir şeyler uydurduğunu düşünürlerdi. Dışarıda onu arıyor- lardı. Jonah onlara yardım etmeyecekti.

Her şeye rağmen ona karşı korumacı bir his besliyordu. Gerçekten ne olmuş olduğunu anlayamıyordu. İçinde bir yer buna inanmıyor, inanmak istemiyordu. Solisti o mu öl- dürmüştü gerçekten? Neden ki? Gerçekten gazetenin dediği gibi adamın boynunda iki delik mi vardı? Onu ısırmış mıy- dı? O bir tür...

 

“Jonah” diye çıkıştı Grace. “Başka bir şey var mı?”

Dedektif ona bakıyordu.

“Hayır” dedi nihayet. Yalan söylediğini anlamayacağını umuyordu sadece.

Başka bir dedektif ileri çıktı. Eğildi ve doğrudan Jonah’ın gözlerinin içine baktı. “Zihinsel açıdan rahatsız olduğuna işaret edebilecek bir şey söyledi mi?”

Jonah kaşlarını çattı.

“Yani deli mi demek istiyorsunuz? Neden düşüneyim ki bunu? Harika bir arkadaştı. Ondan gerçekten hoşlanmıştım. Zekiydi, hoştu. Onunla konuşmak hoşuma gidiyordu.”

“Tam olarak neyden konuştunuz?” Lafı tekrardan kadın dedektif almıştı.

“Beethoven” diye yanıtladı Jonah.

Dedektifler birbirlerine baktı. Yüzlerindeki şaşkın, hoş- nutsuz ifadeyi gören biri olsa Jonah’ın soruyu, “Porno” diye cevapladığını düşünebilirdi.

“Beethoven mı?” diye sordu elli yaşlarında, iri yarı bir de- dektif dalga geçercesine.

Jonah bitap hâldeydi ve iğnelemeyi iade etmek istiyordu. “Bir bestecidir” dedi Jonah.

“Beethoven’ın kim olduğunu biliyorum seni küçük fırla- ma!” diye çıkıştı adam.

Altmış yaşlarında iri yarı, kırmızı yanaklı başka bir de- dektif üç adım ileri çıkıp tombul ellerini masanın üstüne koydu ve Jonah’a fena şekilde kahve kokan nefesini hisset- tirecek kadar yaklaştı. “Bak arkadaş, burada oyun oyna- mıyoruz. Senin küçük kız arkadaşın yüzünden dört polis öldü” dedi. “Onun nerede saklandığını senin bildiğini bi- liyoruz” diye devam etti. “Anlatmaya başlasan iyi edersin yoksa...”

Jonah’ın avukatı elini kaldırdı. “Bu zan altında bırakmaya girer dedektif. Müvekkilimi bununla suçlayamazsı...”

“Müvekkilin umrumda mı sanki!” diye bağırdı dedektif. Odayı gergin bir sessizlik doldurdu.

Birden kapı açıldı ve içeri elinde lateks eldivenler olan bir polis memuru girdi. Bir elinde tutmakta olduğu Jonah’ın telefonunu masanın üstüne koydu. Jonah telefonunu tekrar görmekten dolayı mutluydu.

“Bir şey var mı?” diye sordu polislerden bir tanesi.

Adam elindeki eldivenleri çıkarıp çöp kutusuna attı ve başını iki yana salladı.

“Hiçbir şey yok. Çocuğun telefonu temiz. Gösteriden önce ondan birkaç mesaj almış, hepsi o kadar. Kızın telefo- nunu aradık. Kapalıydı. Şu an tüm telefon kayıtlarını çıkarı- yoruz. Her neyse gerçeği söylüyor. Dünden önce ne konuş- muş ne de mesajlaşmışlar.”

“Size söylemiştim” dedi Jonah polislere.

“Dedektif, burada işimiz bitti mi?” diye sordu Jonah’ın avukatı.

Polisler dönüp birbirlerine baktılar.

“Müvekkilim suç işlemedi, yanlış bir şey yapmadı. Tüm sorularınızı cevaplayarak iş birliği gösterdi. Eyaletten, hatta şehirden ayrılma gibi bir planı da yok. Ne zaman isterseniz sorguya gelebilir. Şimdilik affedilmesini istiyorum. O bir öğ-renci ve sabah okulu var.” Avukat saatine baktı. “Saat nere- deyse gecenin biri oldu beyefendiler.”

Tam o sırada odanın içinde yüksek bir zil sesi ve ona eşlik eden güçlü bir titreşim oldu. Odadaki tüm gözler birden metal masanın üstünde duran Jonah’ın telefonuna döndü. Telefon tekrardan titreşti ve yanıp söndü. Jonah henüz te- lefonuna ulaşamadan, odadaki diğer herkesle beraber kimin mesaj attığını gördü: Caitlin.

Onun nerede olduğunu öğrenmek istiyordu.

On Altinci Bölüm

Caitlin tekrardan telefonunu kontrol etti. Saat bir ol- muştu ve Jonah’a mesajı henüz atmıştı. Cevap yoktu. Muhtemelen uyuyordu. Uyanık da olsa onun sesini duymak bile istemiyordu herhâlde. Caitlin’in düşünebildiği tek şey

buydu.

Gecenin serinliğinde Cloisters’dan uzaklaşırken kafasını toplamaya başlamıştı. Oradan uzaklaştıkça kendini daha iyi hissetmeye başladı. Caleb’in mevcudiyeti ve enerjisinin yükü üstünden kalktığında tekrardan berrak bir şekilde dü- şünebilmeye başlamıştı.

Onun yanında kaldığı sürede bir nedenden ötürü kendi başına düşünemez hâle gelmişti. Onun varlığı her şeyi ge- ride bıraktırıyordu. Başka bir şeyi, başka birini düşünmek imkânsız gibi gelmişti o sırada.

Şimdi yalnız başına ve ondan uzaktayken tekrardan Jonah’a dair düşünceler toplanmıştı kafasında. Caleb’den hoşlandığı için kendini suçlu hissediyor, sanki bir şekilde Jonah’a ihanet etmiş duygusuna kapılıyordu. Jonah okulda ve buluşmaları sırasında ona karşı çok nazik davranmıştı.

Yanından kaçıp gittiği için kendisi hakkında neler hissettiği- ni merak ediyordu. Muhtemelen ondan nefret ediyordu.

Fort Tyron Parkı’nın içinden yürürken telefonunu tekrar kontrol etti. Şansa bu küçük bir telefondu ve onu dar elbisesi- nin ufak cebinde saklayabilmeyi başarmıştı. Nasıl olduysa tüm bu şeyler cereyan ederken telefon sapasağlam kalabilmişti.

Bu şarj için geçerli değildi elbet. Neredeyse iki gündür şarj etmiyordu ve ekrana baktığında göstergenin kırmızıya gel- diğini gördü. Şarj tamamen bitmeden önce birkaç dakikası vardı. Jonah’ın bu zaman zarfında cevap vermesini umuyor- du. Eğer vermezse ona ulaşacağı bir yol kalmayacaktı.

Acaba uyuyor muydu? Onu görmezden mi geliyordu yoksa? Onu suçlayamazdı. Kendisine yapılsa o da aynı tep- kiyi verirdi herhâlde.

Caitlin parkın içinden yürüdü. Nereye gittiği konusun- da en ufak bir fikri yoktu. Tek bildiği, o yerden, Caleb’den, vampirlerden, tüm bu olanlardan mümkün olduğu kadar uzaklaşması gerektiğiydi. Tek istediği eski, normal yaşantı- sıydı. Zihninin ardından geçen düşünce, şayet yeteri kadar yürür ve uzaklaşırsa belki de tüm bunların yok oluvereceğiy- di. Belki de doğan güneş yepyeni bir gün getirecek ve tüm bunlar kötü mü kötü bir rüya olarak geride kalacaktı.

Telefonunu kontrol etti. Gösterge yanıp sönüyordu. Şarj neredeyse tamamen bitmişti. Tecrübelerinden biliyordu ki tamamen tükenmesine otuz saniye civarı bir şey kalmıştı. Telefonun ışığının yanıp sönmesi sırasında Jonah’ın cevap vereceği umudu ve duasıyla birden arayıp “Neredesin? He- men geliyorum” diyeceği ümidiyle, onu tüm bunlardan çekip çıkaracağı hayaliyle gözlerini aletten ayırmadı.

Gözleri pür dikkat telefondayken ekran birden karardı. Şarj tamamen bitmişti.

Pes edip telefonu cebine koydu. Yeni hayatına teslim ol- muştu. Kimsesinin kalmamasına teslim olmuştu. Her za- manki gibi sadece kendine güvenmesi gerekecekti.

Fort Tyron Parkı’ndan çıktığında Bronx’a, tekrardan ken- tin içine varmıştı. Bu ona bir normallik, bir yön hissi verdi. Tam olarak nereye gideceğini bilmiyordu fakat Midtown’a doğru ilerlemekte olduğu gerçeği hoşuna gitti.

Evet. İşte gideceği yer buydu: Penn İstasyonu. Bir trene atlar ve tüm bu şeyden mümkün olduğu kadar uzağa gider- di, belki de eski kentine doğru. Belki kardeşi orada olurdu. Her şeye yeniden başlardı. Tüm bunlar hiç olmamış gibi davranırdı.

Etrafına baktı. Her duvarda grafiti, her köşe başında fahi- şeler vardı. Bu sefer her nasılsa, hiçbiri ona ilişmedi. Belki de yolun sonuna geldiğini, ondan alacakları bir şey kalmadığını fark etmişlerdi.

Bir tabela gördü: 186. sokak. Uzun bir yürüyüş olacaktı. Penn İstasyonu’na yüz elli blok vardı. Yürümek tüm gecesi- ni alabilirdi. İstediği de buydu gerçi. Kafasını temizlemek, Caleb’den, Jonah’dan, son iki gece boyunca tüm olanlardan sıyrılmak istiyordu.

Önüne serili başka bir gelecek görüyordu ve tüm gece yürümeye hazırdı.

On Yedinci Bölüm

Caitlin uyandığında sabah olmuştu. Güneş ışığını doğru- dan görmese de üstünde hissederken etrafına bakınmak

için sersem bir hâlde kafasını doğrulttu. Alnına ve kollarına temas eden soğuk taşı hissedebiliyordu. Neredeydi ki aca- ba?

Kafasını kaldırıp etrafa baktığında, Central Park’ta oldu- ğunu fark etti. Geceleyin yolun bir yerinde dinlenmek için durduğunu şimdi şimdi hatırlıyordu. Çok yorgundu, fazla- sıyla bitap düşmüştü. Mermer korkulukların üstüne çıktık- tan sonra uzanıp kollarını ve kafasını yasladığında uyuyakal- mış olmalıydı.

Neredeyse öğlen olmuştu ve insanlar parkın içinden geçmekteydiler. Bir hanım, genç kızıyla beraber yürüyerek yanından geçerken tuhaf tuhaf ona baktı. Geçtikleri sırada kızını iyice kendine doğru çekti.

Caitlin doğrulup etrafına baktı. Birkaç insan ona bakınca hakkında ne düşünmüş olduklarını merak etti. Kirli kıya- fetlerine baktı. Üstündekiler bir kir tabakasıyla kaplıydı. Bu raddeye geldikten sonra bunu gerçekten umursamıyordu.

Sadece bu şehirden, yanlış giden her şeyle özdeşleştirdiği bu yerden çekip gitmek istiyordu.

Sonra birden o geldi: Açlık. Saplanan bir sancıyla şimdiye kadar hiç hissetmediği kadar aç hissetti. Normal bir açlık değildi bu. Beslenmek için delice, ilkel bir arzuydu. Tıpkı Carnegie Hall’deki gibiydi.

Futbol topuyla oynayan, altı yaşından daha büyük olma- yan bir çocuk kazara topu onun tarafına doğru nişanladı. Koşarak ona doğru yaklaştı. Ebeveynleri uzaktaydı, en az on metre uzakta.

İşte şans ayağına gelmişti. Vücudunun her bir zerresi bes- lenmek için çığlık atıyordu. Boynuna baktı, atmakta olan damara odaklandı. Onu hissedebiliyordu. Neredeyse kokla- yabiliyordu. Üstüne aniden atlamak istiyordu.

Ancak içinde bir yer, ona dur dedi. Eğer beslenmezse açlıktan kıvranacağını, kısa süre içinde ölebileceğini bili- yordu ama ona zarar vermektense ölürdü. Gitmesine izin verdi.

Gün ışığı kötüydü ama katlanılmaz değildi. Acaba melez olduğu için miydi bu? Acaba diğer vampirler üzerindeki et- kisi nasıl oluyordu? Belki bu ona bir avantaj sağlıyordu.

Acımasız gün ışığında etrafına bakınırken şaşkınlık ve bönlük hissetti. Çok fazla insan, çok fazla kımıltı vardı. Ne- den burada durmuştu ki? Nereye gidiyordu ki? Evet... Penn İstasyonu’na.

Yürümekten dolayı yara bere içinde kalmış ayaklarındaki acıyı hissetti. Neyse ki çok yolu kalmamıştı, otuz bloktan daha az sayılırdı. Yolun geri kalanını yürür, bir trene atlarve buradan çekip giderdi. Kendini saptığı yoldan döndürüp normale hâle gelmeye zorlardı. Belki bu şehirden yeterince uzaklaşırsa belki işte o zaman bu gerçekleşirdi.

Caitlin yürümeye hazırlanarak yavaşça ayağa kalktı. “Kımıldama!” diye bağırdı bir ses.

“Hareket etme!” diye bağırdı bir diğeri. Caitlin yavaşça döndü.

Tam önünde bir düzine New York polisi, silahlarını çekip ona doğrultmuş hâlde bekliyordu. Beş metre ötesinde kal- mış, sanki korkuyorlarmış gibi, sanki o vahşi bir hayvanmış- çasına aradaki mesafeyi kapamamışlardı.

Onlara baktı. Tuhaf bir şekilde korkmuyordu. Bunun ye- rine içinde garip bir huzurun doğduğunu hissetti. Kendini insanlardan daha güçlü görmeye başlıyordu. Her geçen sani- yeyle beraber kendini gittikçe daha az onların ırkına aitmiş gibi hissediyordu. Garip bir yenilmezlik duygusu sarmıştı içini. Öyle ki sayıları kaç, ellerindeki silahlar ne olursa ol- sun, onları hacamat edermiş, haklarından gelirmiş gibi his- sediyordu.

Diğer taraftansa yorgundu. Teslim olmuş vaziyetteydi. Bir parçası artık ne polislerden ne de vampirlerden kaçmak istiyordu. Neden ve nereye kaçtığını gerçekten bilmiyordu. Garip bir şekilde polisler tarafından enselenmeyi hoş karşı- layabilirdi. Tutuklanmak en azından normal, akla mantığa uygun bir şey olurdu. Belki onu sallar ve hepsi hepsi bir in- san olduğunun farkına varmasını sağlarlardı.

Memurlar dikkatli hareket ederek silahları doğrultulmuş şekilde yavaşça ve ihtiyatla ona yaklaşmaya başladılar.

Yakına gelmelerini izledi, korkmaktan ziyade bunu ilginç buluyordu. Duyuları keskinleşmişti. Her ufak ayrıntıyı fark edebiliyordu. Silahların biçimlerinin ayrıntısını, tetiklerin çevresini, hatta tırnaklarının uzunluğunu bile.

“Ellerini görebileceğimiz bir yere koy!” diye bağırdı polis. En yakın polisler sadece birkaç adım ötesindeydi. Hayatının nasıl daha değişik olabileceğini düşündü. Me-

sela babası onu terk etmeseydi, eğer hiç taşınmasalardı, eğer

farklı bir annesi olsaydı, eğer gittikleri şehirlerden birinde kalsalardı, eğer bir erkek arkadaşı olsaydı... Normale dön- mesi hiç mümkün olur muydu? Hayatın normalleşmesi vuku bulur muydu?

En yakın polis sadece bir adım ötesindeydi.

“Dön ve ellerini arkanda birleştir” dedi polis. “Yavaşça.” Yavaşça dönüp kollarını indirdi ve arkaya doğru uzattı.

Polisin önce bir bileğini, sonra da diğerini sertçe kavrayıp kollarını çok sert bir şekilde gereksiz güç kullanarak arka- ya ve yukarıya çekiştirdiğini hissetti. Ne kadar adice. Önce metal kelepçelerin şıngırtısını duydu. Ardından kelepçelerin derisini kestiğini hissetti.

Polis kafasının arkasından tutup fazla sıkı şekilde saçını kavradı. Eğilip ağzını kulağına dayadı. “Kızaracaksın” diye fısıldadı.

 

Sonra olanlar oldu.

Ne olduğunu anlayamadan, önce bir kemiğin iç kaldırıcı çatırdama sesini duydu ve ardından da etrafa kan sıçradığı- nı gördü. Tüm yüzü sıcak kanın kokusu ve tadıyla kaplan- mıştı.

Bir saniye içerisinde haykırışlar, çığlıklar ve silah patla- maları sardı ortalığı. Ancak dürtüsel olarak dizlerinin üstüne çöküp, yere yatıp ters döndükten sonra etrafta neler döndü- ğünü fark etti.

Onu kelepçeleyen polis ölmüştü, kafası koparılmıştı. Di- ğer polisler çılgınca etrafa ateş ediyor olsalar da hapı yut- muşlardı. Bir vampir gürühu -City Hall’deki tayfa- yanları- na inmişti. Polisleri parçalara ayırıyorlardı.

Polisler, aralarından birkaçını vurmayı başardılarsa da bir işlerine yaramadı. Vampirler yüklenmeye devam etti. Olan- lar tam anlamıyla bir kan banyosuydu.

Saniyeler içerisinde polisler parçalara ayrılmıştı.

Caitlin birden ona tanıdık gelen sıcaklığın kanında do- laştığını, ayaklarından başlayıp kollarına ve omuzlarına yükselerek içini kuvvetle doldurduğunu hissetti. Kelepçeleri parçaladı. Ellerini önüne doğru getirip onlara baktı. Gücü karşısında kendisi bile şaşırıyordu. Her iki bileğinde metal kelepçe sallanıyor olsa da elleri artık serbestti.

Ayaklarının üstüne zıpladı. Dehşet verici sahneyi şaş- kınlıkla izliyordu. Tüm vampir güruhu polislerin vücutla- rına yumulmuş hâldeydi. Onu fark etmek için çok meşgul görünüyorlardı. Kaçması gerektiğini anladı, hem de hız- lıca.

Daha düşüncesini tamamlayamadan ensesini buz gibi, inanılmaz güçlü bir elin kavrayışını hissetti. Dönüp baktı- ğında gördüğü yüzü tanıdı. Bu Kyle’dı. Yüzünde ölümün bakışı vardı.

Kyle sırıttı, hırlıyor gibiydi.

“Seni kurtarmıyoruz” dedi. “Sadece bize ait olanı geri alı- yoruz.”

Direnmeye çalıştı. Caitlin kolunu ona doğru sallasa da Kyle bunu rahatlıkla engelledi ve onu boğazından kavradı. Nefes alamıyordu. Hiç onun dişine göre bir rakip değildi.

“Bazı şeylere karşı bağışık olabilirsin fakat benim yarım kadar bile güçlü değilsin. Hiç de olamayacaksın.”

O anda bir hareketlilik daha oldu ve Caitlin bir anda nefes alabilmeye başladı. Kyle’ın birden geri yuvarlandığını görmekten dolayı afalladı. Öyle bir kuvvetle geri doğru uçu- yordu ki mermer korkuluğa çarpıp parçaladıktan sonra bile uçmaya devam etti.

Caitlin dönüp baktı ve bunu kimin yaptığını gördü. Caleb.

Oradaydı işte.

Daha ne olduğunu anlayamadan Caitlin bileklerinde yine o tanıdık, sıkı kavrayışı hissetti. Caleb’in kaslı kollarına ve gövdesine dokunuyordu. Tıpkı önceki gecede olduğu gibi hızla koşarken elinden tutuyordu. Central Park’ın içinden güneye doğru koştular ve saniyeler içerisinde ağaçlar bulanık hâle geldi. Havalandılar. Bir kez daha uçuyorlardı.

Şehrin üstünde havadaydılar ve Caleb tam o anda kanat- larını açıp Caitlin’in etrafını sardı.

“Oradan ayrılamayacağını düşünmüştüm” dedi Caitlin sonunda.

“Ayrılamam.”

“Yani bunun anlamı oradan...”

“Atılacağım. Evet.”

Caitlin coşkunun içini kapladığını hissetti. Her şeyini onun için bırakmıştı.

Onlar daha da yukarıya, neredeyse bulutlara değecek kadar yükseğe çıktıklarında Caitlin nereye gittiklerini hiç bilmiyordu. Aşağıya baktığında kentten ayrıldıklarını göre- biliyordu. Rahatladı. Her şeyden uzaklaşmaktan dolayı çok mutlu, yeni bir başlangıç için çok hazırdı. Her şeyden öte, Caleb’in kollarında olmaktan dolayı mutluydu. Caitlin, ar- kalarında gökyüzü açık turuncuya dönerken sadece bu anın hiç bitmemesini diliyordu.