Safiye sultan

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

“Afedersiniz,” dedi, “cüceleriniz o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”

Biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı.

“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”

O, boyun kırdı.

“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu halde cüceler sizindir efendim!”

Bafo, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evindeymiş gibi harekete başladı. İmkanları oranında açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı’yla Türk hayatına dair konuşmaya başladı. En çok merak ettiği şey, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayıydı. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü soruyu sıralıyordu.

Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi konuşmakta olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer taklitçi ve hokkabaz olduğundan Bafo’yu kendilerine hayran bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup dişili, erkekli insanların seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini gerçeğinden ayırt edilmesine imkan vermeden taklit edip gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla hokkabazlıklar yapmasından genç kız adeta büyülenmişti.

Deli Cafer’le, Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyordu. Çünkü insan denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı iki deniz kurdunun inancına göre esir olmak, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların düşüncesine göre, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan dolayı bir esirin tattığı acıyı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettiği acı, düşman eline düşmüş ve vatandan uzak kalmış bir esirin duyduğu üzüntüyle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkum olup her nefeste bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki, yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuştuğu halde gözlerinin hep vatanlarına çevrili kalması esirlerin belli başlı işidir. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktansa yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.

Halbuki Bafo, kendisini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir anda kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir acı duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık milletini reddetmesinin mi, yoksa iğrenç bir terbiyenin sonucu muydu?

Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdu ne psikolog. Yalnız insan ruhunun ne gibi huylarla temiz ve ne gibi davranışlarla pis sayılabileceğini Türk halkı içinde yerli ve yabancı örneklerle öğrenmişlerdi. Değişmesine imkan olmayan o bilgiye dayanarak Bafo’nun esirlikten elemlenmemesini ruhsal bir pislik olarak görüyor ve bundan enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza teselli vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunluluğu duyuyorlardı.

Kara Kadı bir ara insaf etti. Deli Cafer’in yanında Bafo’yu müdafaaya yeltendi.

“Canım,” dedi, “haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz. Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın dersek onda akıl, fikir kalır mı?”

Deli Cafer başını salladı, bu düşünceyi beğenmediğini hissettirdi ve sonra cevap verdi:

“Yanılıyorsun kardeşim. Çünkü oyuncak, ağlayan çocuğu belki susturur. Fakat o çocuğa anasını, babasını unutturmaz. Biz de bir oyuncak sunar gibi, ona büyük şehzadenin karısı olacağını bol keseden müjdeledik. Yüreği temiz olsaydı, bu müjdemizden haz almakla beraber anasını anarak, babasına yanarak bir iki saat olsun ağlardı, halbuki kahpenin zil takıp oynamadığı kaldı. Kahkahadan neredeyse, çenesine ağrı yapışacak!”

Ve birden kaşlarını çattı, arkadaşının yüzüne gözlerini dikti.

“Sultan Süleyman melek gibi bir adamdı, kimseyi incitmek istemezdi. Moskof illerinden bir Hürrem çıkageldi, o melek Padişahı ifrite çevirdi, evlat katili yaptı, torun katili yaptı. Bu Bafo da bir gün Topkapı Sarayı’nda hüküm sürmenin yolunu bulursa, efendisi olan Hünkarı mutlaka maskaraya çevirir, kepaze eder.”

“O halde kahpeyi Mısır ’a, Trablus’a yahut Fas’a götürelim, esir pazarına verelim, haraç mezat satalım.”

Deli Cafer’in ağlayan sesi bu düşünceyi de beğenmeyip reddetti.

“Kubat Çavuş’a söz verdik, bu kızı Padişaha armağan etme işini üzerimize aldık. Sonra seninle düşündük, doğacak güneşin batacak güneşten daha kıymetli olduğunu hatırlayarak kızı Manisa’ya götürmeyi, büyük şehzadeye armağan etmeyi kararlaştırdık. Babayla oğul arasında teklif olamayacağı için Kubat Çavuş’a verdiğimiz söz bozulmamış demektir. Lakin kızı bir esir pazarında satılığa çıkarırsak ünümüzü lekelemiş, üç beş yüz altın için adımıza kir getirmiş oluruz. Kararımız karardır, Bafo, Manisa’ya gidecektir. Yalnız şu var: Şehzade dediğimiz Murat, gafil olmamalı, nasıl bir mala sahip olduğunu anlamalı. Yoksa bu kız onu daha tahta çıkmadan teneşir tahtasına düşürür. Çünkü yaman, çok yaman bir şey!”

Bafo, iki kıranta Türk’ün kendi hakkında edindiği fikirlerden habersiz, eğlence ve kahkahalarına devam ediyordu. Cücelerine çeşit çeşit numaralar yaptırmakla vakit geçiriyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı’nın biraz uzak dolaştığını sezmekle beraber bu durumdan kuşkulanmış değildi. Onların gemi idaresiyle meşgul olmak yüzünden kendisini fazlaca ihmal ettiklerini sanıyordu. Zaten cüceler varken, o ihtiyar kurtlara ihtiyaç da hissetmiyordu. Çünkü o insan komprimeleri de Deli Cafer kadar, Kara Kadı kadar vukuf ile şehzadeden bahsedebiliyor, onu hülyalarında şevke getirebiliyordu. İşte korsan gemisi, sahipleriyle güzel tutsak arasında -yaratılış farkı ve ahlak kurallarındaki benzemezlik yüzünden- meydana gelen ruhsal ayrılığın gün başına çoğalıp durmasına rağmen arızasız yoluna devam etti. Rodos Adası’na yanaştı, oradan Anadolu yakasına doğru süzülerek Marmaris Limanı’na girdi.

O devirde bütün Anadolu limanlarına sık sık korsan gemileri uğrardı, malzeme ve hatta tayfa tedarik ederlerdi. Fakat Deli Cafer gibi, Kara Kadı gibi adları yıllardan beri dillerde dolaşan kahraman denizcilerin limanlarda görülmesi pek seyrek olan şeylerdendi. Onun için Rodoslular da, Marmarisliler de büyük bir heyecan göstermiş ve iki ünlü kaptanı alkışlamak için kıyılara dökülmüştü. Bu heyecan onların Manisa’ya gideceğinin ve büyük şehzadeye kıymetli savaş ganimetleri sunacağı haberinin yayılmasıyla bir kat daha arttı.

Deli Cafer’le Kara Kadı, at, tahtırevan bulmak ve bir kervan kurmak zorunda olduğu için şehzade sarayına gideceklerini Marmaris memurlarına söylemeyi gerekli görmüştü. O memurlar bu noktayı öğrendikten sonra telaşa düşmüştü. Ünlü reislerin istedikleri şeyleri aramaya koyulmuşlardı. Halk da yine bu yüzden Manisa’ya bir dünya güzelinin götürüleceğini öğrendiklerinden korsan gemisini adeta göz hapsine almıştı. Gece ve gündüz izliyorlardı. Bafo da cücelerle bile avunamayacak kadar sabırsızlanmıştı. Bir ayak önce, karaya çıkmak istiyordu, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı sıkıştırıp duruyordu. Nihayet karaya çıkma hazırlıkları bitti. Venedikli güzele kalın tülden uzun bir peçe örtüldü, büyük bir özenle gemiden çıkarılıp kıyıya götürüldü. İhtiyar korsanlar, onun karaya ayak basmasıyla beraber tahtırevana girebilmesi için lazım gelen önlemleri almıştı. Fakat halkın gösterdiği büyük ilgi yüzünden bütün tedbirler altüst oldu ve Bafo bir kısmı Rodos’tan kayıkla Marmaris’e gelmiş yüzlerce adamın ortasında kaldı. Bu meraklı kütle, şehzade sarayına gitmekte olan bir kadına el sürecek kadar kaba davranmıyordu. Ancak kendilerine dünya güzeli olarak tanıtılan bu kızı yakından görmek de istiyorlardı. Bundan ötürü onu kademe kademe sıkıştırıyor ve bir çalımına getirip peçesinden ayırmaya savaşıyorlardı.

Deli Cafer, Kara Kadı ve yanlarındaki leventler, kalabalığın bu durumuna bakıp sinirleniyor, Bafo’yu tahtırevana sokma azmiyle didinip duruyordu. Kız, halkın dilini anlamadığı halde ne istediklerini sezmişti, pabuçlarının üstüne kadar uzayan tülün altında fıkır fıkır gülüyordu. Hamlesiz ama hararetli bir kütlenin ruhundaki heyecan onun da şuhluk damarlarını şahlandırmış gibiydi, zararsız cilve oyunlarıyla o halkı, biraz daha çileden çıkartmak, biraz daha delirtmek istiyordu.

Fakat korsanlar sert bazularının ve onlar kadar kuvvetli bakışlarının yardımıyla kalabalığı yardığından Bafo’nun düşüncesi yetim kalmaya mahkum görünüyordu. Bunu kendisi de anladığından iki yanındaki Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adımlarını birden ve bir sözle sendeletti:

“Bu zavallılar,” dedi, “ne istiyor?”

Bunu söylerken durduğu için korsanların sessiz, lakin yorucu bir mücadele sonunda elde ettiği kazanç kaybolmuştu. Tahtırevana gidecek kısa yol yine uzaklaşıvermişti. Çünkü yoldan çekilenler Bafo’nun durmasından yararlanarak yine araya sokulmuştu.

Deli Cafer, nasıl bir işvebazlığa yenildiklerini anlamakla beraber soğukkanlılığını korudu, cevap verdi:

“Sizin yüzünüzü görmek istiyorlar.”

“Onlar için bu, zahmete değer bir şey midir?”

“Öyle olmasa, böyle davranırlar mıydı?”

Bafo, bir el darbesiyle peçeyi sol omzuna attı, hafifçe terlemiş olan gümüşten beyaz ve gülden yumuşak yüzünü o mis kokulu jaleleriyle birlikte halka gösterdi, üstelik bir tebessüm yağmuru içinde o kalabalığı sersemletti, sonra sağına soluna selam vererek yürüdü. Korsanların demir omuzlarına karşı koyarak yerini dakikalarca koruyan kalabalık, onun yüzünü açıp yürümeye başlaması üzerine güneş görmüş çığlara döndü, adeta eridi ve Bafo, kısa bir süre içinde tahtırevana ulaştı.

 

Deli Cafer’le Kara Kadı onun yüzünü açmasına, halka tebessümler dağıtmasına sinirlenmişti. Lakin kalabalığın baskısından ancak bu sayede kurtulduklarını da göz önünde bulundurduklarından kıza bir şey söylemiyorlardı. Yalnız somurtuyorlardı. Bafo, güzel şallarla süslenmiş tahtırevana binerken, o somurtkanlığı da gidermek istedi.

“Dostlarım,” dedi, “Venedik’te herkesin gördüğü bir yüzün burada herkese kapalı kalması saçmadır. Sizin de benim gibi düşündüğünüzü sanıyorum.”

Ve telaşlı bir tavır alarak korsanlara sordu:

“Cücelerim nerede, onlar mutlaka benim yanımda, dizlerimin dibinde bulunmalıdır.”

Deli Cafer isteksizliğine rağmen gülümsedi, tahtırevanın perdesini açarak küçük, hasır bir sandık gösterdi.

“Onlar, bu sandığın içinde. Kendilerini açıkta getirseydik, bir hücuma daha uğrardık. Belki herifçikleri ezdirirdik. Onun için sepete koyup taşıttık.”

Biraz sonra kafile hareket etti. On korsan atlı olarak tahtırevanın önünde ve ardında yürüyordu. Manisa’ya doğru yol alıyorlardı. Venedik’i ve Venediklileri bütün Avrupa’da eşi olmayan bir güzele sahip olma zevkinden, mutluluğundan yoksun bırakma ve o güzeli Türk yurduna mal etme kaygısı… İşte, Deli Cafer’le, Kara Kadı’yı yetmişinden sonra böyle sıkıntılara düşürüyordu. Onların yeryüzünde kimseden korkuları ve kimseye sunulacak dilekleri yoktu. Hür bir hayat içinde mertçe ve pek mutlu yaşıyorlardı. Fakat her şeyin en güzelini vatanlarına layık gördükleri için Kubat Çavuş’un uyarısı üzerine Bafo’yu da Türkiye’ye götürmeye karar vermişlerdi. Şimdi, o kararı yerine getirmek için at üzerinde seyahat külfetine katlanıyorlardı. Gemilerini bırakıp karada dolaşıyorlardı.

Bafo, dizlerine oturtarak masallar söylettiği, taklitler yaptırdığı cücelerin sayesinde zaman ve mekanı unutmuş gibiydi. Lakin ardı arkası kesilmeyen kahkahalarına, sonsuz neşesine ve yolculuk zahmetlerini hissetmiyor gibi görünmesine rağmen göz bebeklerinde sık sık bulutlar dolaşıyor ve gün geçtikçe neşesine bir sahtelik rengi bulaşıyordu. O, kanatlanıp uçmak ve uça uça baht yolundan taht yoluna geçmek istiyordu. Bunun imkansızlığını ve varacakları hedefe tahtırevan katırlarının adımlarıyla ulaşmaktan başka çare olmadığını düşününce işi kayıtsızlığa vuruyor, cüceleriyle oyalanmaya koyuluyordu.

İşte bu şekilde Kargasekmez Boğazı aşıldı, Gökova geçildi, Karabağ’a ulaşıldı, nihayet Yamanlar Dağı göründü. Manisa o dağın eteğinde ve dağdan dökülüp gelen üç ırmağın ortasında sakin ve mutlu, uzanıyordu. Deli Cafer’le, Kara Kadı atlarının başını şehzade sarayına doğru çevirmişti. Doğrudan doğruya o şehzadeye konuk olmak ve Bafo’yu hanlarda yatırmamak istiyorlardı.

Onlar, Türk yurdunda her kapıyı kendilerine açtıran bir anahtar taşıyordu. Şöhret! Ege, Akdeniz, Marmara, Karadeniz, Kızıldeniz kıyılarında olduğu gibi Bağdat’a, Viyana yakınlarına kadar uzanan iç ülkede de Deli Cafer ve Kara Kadı adını duymayan hemen hemen yoktu. Barbaros’un adını ölümsüzleştiren ve onun açtığı yolu genişleten deniz hamlelerinin çoğuna bu iki yiğit Türk de katıldığı için pek derin bir ün almışlardı. Ondan ötürü şehzade sarayına pervasız gidiyor ve şehzadeyi teklifsizce göreceklerinden şüphe etmiyorlardı.

Sarayda rastladıkları ilk davranış onların ümidine uygundu. Kapıcılar güler yüz göstermiş, kafileyi içeri almış, hayvanlarını ahırlara çekmiş ve korsanlarla cüceleri -yüzü peçeli olarak tahtırevandan inen Bafo’yla beraber- bir daireye yerleştirmişti. Fakat şehzadeyle görüşmek meselesi ortaya çıkınca, birtakım hazırlıklar başladı ve korsanların sinirleri bozuldu. Misafirlerle meşgul olan memur nazik olduğu kadar kesin bir dille, ilkin Kadı Üveys veya Şeyh Şüca Hazretleri’nden biriyle görüşmek, şehzadeye söylenecek şeyleri öncelikle onlara anlatmak gerektiği konusunda ikisini uyarmıştı.

Deli Cafer’le, Kara Kadı kısa bir değerlendirmeden sonra Şeyh Şüca ile görüşmeyi tercih etti. Bu işten sorumlu olan görevli kendilerini sarayın başka bir dairesine götürdü, uzun bir gidiş geliş sonunda terli terli korsanların yanına gelerek müjde verdi.

“Şeyh hazretleri sizi bekliyor!”

Korsanlar, Afrika’nın kuzeyinde yıllarca dolaşmış ve Türk yurduna da oralardan, Arap diyarından geçen şeyhlik sanatının ne derece revaçta bulunduğunu görüp anladığı için Osmanlı Padişahının büyük oğlu yanında baş danışman gibi duran şeyh Şüca’yı ne hissen ne fikren yadırgadı. Herifin elini öperek birer mindere iliştiler. Büyük bir odanın, başköşesine kurularak harıl harıl tespih çeken şeyhin elleri sanki kırk yıl çapa yapmış gibi nasırlıydı. Bakışında öbür şeyhler gibi efsunlu bir kudret sezilmiyordu. Giyimce de garip bir biçim taşıyordu.

Korsanlar, yanına gelenlerde saygı uyandırmaktan çok, onlara kahkahalarla gülme ihtiyacı aşılayan şeyhin, tuhaf bir adam olduğunu anlamakla beraber ağır davranıyor, süklüm püklüm oturuyordu. Şeyh Şüca, uzun bir zaman tespihle meşgul olduktan sonra, yüzünü onlara çevirdi.

“Hoş geldiniz şahbazlar,” dedi, “yolculuk nereden?”

Kara Kadı iki elini dizleri üstüne koyarak bir mürit saygısıyla cevap verdi:

“Venedik’ten!”

Şeyh Şüca’nın gözleri parladı, dudaklarında geniş bir tebessüm ve şu sözler belirdi.

“Demek aziz Şehzadeye güzel kadifeler, cins cins çuhalar, çeşit çeşit aynalar getirdiniz. Acep beni de hatırlayıp bir şeyler aldınız mı?”

İçinden lahavle okumaya başlayan Deli Cafer, ağır bir küfür savurmamak ve densizlik etmemek için tırnaklarını avuçlarına batırırken Kara Kadı dile geldi, durumu anlattı.

“Şeyh efendi biz tüccar değiliz, korsanız. Venedik’e vurgun malları satmak, sağı solu dinleyip işe yarar haberler işitmek için uğramıştık. Elçilikte kullanılan Kubat Çavuş da oradaydı. Gözümüze güzel, eşsiz bir parça ilişti. Sanki ayla güneş evlenmiş, bu yavru dünyaya gelmiş. Ne yalan söyleyelim, bu yaşta ağzımız bir karış açık kaldı. Yalnız biz mi ya? Kubat’ınki de öyle. Eh, serde Türklük var. Önümüze böyle bir cennet kaçağı çıksın da biz alık alık duralım ha! Bu, doğru değildi. Nitekim biz de kendimizi tutamadık, Kubat Çavuş’la baş başa verip kızı aşırmayı kararlaştırdık. Zaten kız, Korfu Adası’na gidecekti. Biz de fırsatı kaçırmadık. O yola çıkmadan Venedik’ten ayrıldık, denizde bir müddet dolaştık. Nihayet onu taşıyan Venedik kadırgasını yakaladık.”

Şeyh Şüca, büyük bir sırra akıl erdirmiş gibi sabırsızlık göstererek korsanın sözünü kesti:

“Ganimet,” dedi, “yaman. Gel gelelim ki paylaşılmasına imkan yok. Ortaklaşa gönül idaresi de zor. Onun üzerine düşündünüz, kırk yıllık dostluğu bir kız uğruna feda etmemek için onu yüce Şehzadeye satmayı tasarladınız. Çok akıllı kişilermişsiniz. Yalnız Şehzade sarayının korsan artığı yosmalar için kurulmadığını düşünmemişsiniz.”

Ve iki dizi üstünde kalkarak barbar bağırmaya koyuldu.

“Tez çıkın, gözümün önünden yıkılıp gidin. Yoksa şimdi cellatlar getirtirim, derinizi yüzdürürüm.”

Deli Cafer de, Kara Kadı da aptallaşmıştı. Bön bön herifin yüzüne bakıp susuyorlardı. Çünkü böyle bir kabule uğramak hatırlarından geçmemişti. Kendilerine çirkin işler ve maksatlar atfolunacağını asla düşünmemişlerdi. Fakat herif gittikçe feryadı arttırdığından ve çok ağır kelimeler kullanarak kendilerini kışkırttığından o aptallık ve hayret silindi, iki yiğit denizcinin gözleri büyüdü, renkleri uçtu ve üç beş saniyelik bir zaman içinde Şeyh Şüca hazretleri oturdukları posttan yere atıldı, bir yumruk yağmuruna tutuldu.

Korsanlar, öküz deviren cinsten yumruklara sahipti. Şeyh Şüca, bir iki öküz kuvvetinde görünmesine rağmen bu müthiş yumruklara uzun süre dayanamadı.

Küfrü ve feryadı bırakarak ayak öpmeye koyuldu. O koca gövdesiyle yerde sürüne sürüne Deli Cafer’in topuklarına ağzını koyuyor ve bir lahza sonra aynı ağzı Kara Kadı’nın pabuçlarına sürüyordu. Lakin kopardığı feryat bütün dairede yankılandığından sesi duyanlar dayak sahnesinin sürmekte olduğu odaya gelmeye başlamıştı. Şeyh, faciayı bilmeyerek seyre gelenlerin hayli kabarık bir yekun tuttuğunu yüzükoyun süründüğü sırada görmekten geri kalmadığı ve korsanlar da gazaplarını yenemeyerek yumruk sallamakta devam ettikleri için sahne birden değişti. Topuk öpüp duran ağız bu sefer, daire halkından yardım dilenmeye koyuldu. Keramet sahibi bu adam ayağa kalkmamakla, daha doğrusu kalkamamakla beraber, adamlarını imdada çağırıyordu.

“Katilleri tutun, şehzade sarayına baskın yapanları yakalayın,” diye bağırıp duruyordu.

Odaya dolanlardan bir kısmı Deli Cafer’le Kara Kadı’nın adını, onları karşılayan adamdan öğrenmişti. O sebeple kendilerine el kaldırmaktan utanıyor, çekiniyorlardı. Bu iki ünlü denizcinin kimliğini henüz bilmeyenler ise şeyh Şüca’nın halinden ibret alarak araya girmek istemiyordu. Ancak bir iki bedbaht, şeyhten ikram görmek düşüncesiyle korsanların yakasına yapıştı sonunda. Böylece az da olsa güldüren bu sahne bir faciaya dönüştü. O bedbahtların birer yumrukta dişleri boğazlarına aktığından şeyhin feryadına kanlı çığlıklar da karıştı.

Bu iş daha ne derecelere varacak ve nasıl sonuçlanacaktı? Bunu ne dayak atanlarla o dayağı yiyenler ne de seyredenler biliyordu. Fakat eşik önünde durarak dövenlere ve dövülenlere uzaktan merhaba demeyi tercih edenlerden birinin ansızın “Şehzade hazretleri geliyor,” demesi üzerine durum değişti. Şeyh Şüca inanılmaz bir hamle ile yerinden fırlayıp kapıya koştu, dişleri dökülenler dudaklarındaki kanlı salyaları mendilleriyle silerek birer tarafa çekildi, korsanlar da bu durum karşısında hayrete düşerek oda ortasında dikilmeye başladı.

Şehzade Murat, birçok dua sıralayan Şeyh Şüca’nın önünde yürüyerek odaya girince şöyle bir bakındı, sonra yüzü gözü bere içinde bulunan şeyhe baktı.

“Ne o hazret,” dedi, “burada güreş mi vardı, yoksa dövüş mü?”

Korsanları göstererek ekledi.

“Yoksa seni şu hale koyan bu yiğitler mi? Onları nereden buldun, hele güreş yapıp da maskara olmayı nereden aklına getirdin? Şeyhlikle pehlivanlığın ilişkisi ne? Yoksa fazla tespih çekmekten aklını kaçırmaya mı başladın?”

Şeyh Şüca bu sorulara nasıl cevap vereceğini kestiremeden Kara Kadı, Şehzadeye doğru ilerledi, onu mertçe selamladı.

“Şehzadem,” dedi, “izin verirsen durumu anlatayım. Yalnız şu kalabalık dışarı çıksın!”

İkinci Selim’in oğlu, Şeyh Şüca dışındakileri bir işaretle odadan dışarı sürdükten sonra bir köşeye oturdu, merakla ve hatta heyecanla Kara Kadı’yı dinlemeye koyuldu. O, inandıran ve itiraz kabul etmeyen açık bir ifade ile macerayı anlattı, sonunda sesini yükselterek şu ricada bulundu.

“Şimdi sen elini yüreğine koy doğru söyle, suç ölende mi, öldürende mi? Biz, Venedik kadırgasıyla savaşıp bir esir tutuyoruz, onu senin hizmetine layık buluyoruz, birçok zahmete katlanıyoruz, denizde yürüyoruz, karada yürüyoruz, saraya geliyoruz. Bu adam bize ağız dolusu sövüyor, üstelik derimizi yüzdürmeye kalkışıyor. Biz, rahmetli deden Süleyman Han’ın devrinde ünlenen Barbaros’la dolaşmış, Turgut’la yoldaşlık etmiş denizcileriz. Bu şeyh gibilerin bize küfretmesine nasıl dayanırız?”

Şehzade Murat, heyecan duymak için çok şey feda eden bir adamdı. Masal olsun, gerçek olsun, canlı bir olay dinlerken adeta kendinden geçerdi. Şimdi Kara Kadı’nın hikayesini derin bir heyecanla dinlemişti. Ancak ihtiyar korsanın susmasıyla kendini topladı.

“Hakkınız var,” dedi, “şeyhim size yakışıksız davranmış. Fakat siz de insafsız davranıp onun pestilini çıkarmışsınız. O halde şeyhe yahut size ceza vermeye lüzum yoktur. Ödeşmiş bulunuyorsunuz.”

Şeyh Şüca’nın yüzüne bakmadan ilave etti.

“Şimdi o kadar övdüğünüz kızı görelim. Nerede bu hasta?”

“Burada, bizi koydukları dairede!”

“Zahmet olmazsa gidiniz, kendisini alıp buraya getiriniz!”

Beş on dakika sonra Osmanlı Veliahdı ile Venedikli Sinyorita Bafo karşı karşıya gelmişti. Birbirlerini gözlerinin olanca görüş, seziş ve anlayışla süzüyorlardı.

Erkek, doğası gereği pervasızdı, anasının karnından beşiğe değil, yüzlerce halayığın kollarından oluşan pamuk ve hoş kokulu bir kucağa düşmüş, bütün hayatını aynı kucakta geçirmekten gelen bir alışkınlıkla, karşısına getirilen kızın açık ve gizli bütün güzelliklerini keşfetmeye çalışıyordu. Lakin Bafo da cesurdu. Yarı dünyayı avuçları içinde tutan Türklerin İmparator mevkisindeki bir padişahın oğluyla karşılaşmamış da, sanki kendisine eş seviyede biriyleymiş gibi iradesine sahip, ağırbaşlı ve gururluydu. Onu kısa bir baş işaretiyle selamlamış ve sonra gözlerini, sarsılmaz bir sabırla Şehzadeye dikip incelemeye koyulmuştu. Ona, bu yaman cüret, bilincinin üstünü ve altını saran meraktan, aynı zamanda başına gelecekleri bütün açıklığıyla öğrenme ihtiyacından geliyordu.

Merak ettiği, Şehzadenin bünyece taşıdığı kıymetlerin veya kıymetsizliklerin neler olduğuydu. Bunları bir çırpıda görmek, kavramak ve öğrenmek için ruhunda enikonu bir kıvranış, bir sabırsızlanış vardı. Başına gelecekleri, kaderini bilme ihtiyacıysa gayet doğaldı. Çünkü taht yolundan geri dönmek zorunda kalmamak için bahtının falso yapmaması, Şehzadenin kayıtsız ve şartsız kendini beğenmesi lazımdı.

 

İşte bu sebeple kirpiklerini kıpırdatmadan, gözbebeklerini bir milim bile oynatmadan Şehzadeyi tepesinden tırnağına kadar süzüyor ve bu süzüş sırasında genç prensin özelliklerini de anlamaya çalışıyordu. Hemen haber verelim ki, aşk kadını olarak doğan bu tam dişi mahluk, iyice üzülmeden merakını neşeye çevirme imkanı bulmuştu. Çünkü Şehzadenin vücudunu beğenmiş, kendi güzelliğinin, cinsel cazibesinin bu delikanlı üzerinde etki ettiğini sezmişti.

Bu düşüncesi doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, o sırada henüz yirmi dört, yirmi beş yaşlarındaydı. Boyu kısa olmakla beraber, endamsız bir genç değildi. Teni beyaz, kaşları açık kumraldı. Bıyıkları az ve sarı, dudakları çirkin görünmeyecek kadar kalın, burnu kıvrıktı. Mahzun gibi duran mavi gözlerinde garip bir derinlik vardı.

Bafo, o dudaklarla o gözleri candan, yürekten beğenmişti. Daha şimdiden kendi ince dudaklarını Şehzadeninkilerin üzerinde tatlı tatlı dinlendireceğini ve o mavi gözlerin derinliklerinde de kendi yeşil gözlerini uzun uzun dolaştıracağını düşünerek iliğine kadar neşeleniyordu.

Sezişi de doğruydu. Çünkü Şehzade Murat, elmasın ve zümrütün iyisini bir bakışta anlayan usta bir kuyumcu dikkatiyle kızı süzerken doğallığını bir anda yitirmiş ve eşi bulunmaz bir güzelliğe rastlamanın heyecanına düşmüştü. Gerçi bir şey söylemiyordu, ağırbaşlılığını koruyordu. Lakin ucu kıvrık burnunun deliklerinde garip garip açılıp kapanmalar, mahzun bakışlı gözlerinde sık sık yanıp sönen pırıltılar, kalın dudaklarında belli belirsiz titremeler vardı ve bunlar Bafo’nun gözünden kaçmıyordu.

Şehzade, kendini beğendirmek zorunda olmadığı ve hangi milletten, hangi sınıfa bağlı olursa olsun, bütün kadınların kendisini sevmek zorunda olduğunu düşündüğü için, Bafo’ya yaranmayı, kendini ona beğendirmeyi gereksiz görüyordu. Şehzadeye göre yapması gereken, önüne getirilen şeyi beğenmekten ibaretti. Bu şey bir at, bir tazı, bir papağan, bir zümrüt olabileceği gibi, bir kadın da olabilirdi. Hoşuna giden şeyin bedelini ödedikten sonra cinsine, kabiliyetine ve içeriğine göre görevini belirleme hakkı tartışmaya gerek görmeden kendinindi.

Bu sebeple kızın düşünceleriyle, duygularıyla ilgilenmiyordu, hatta onun fikir ve terbiye bakımından da değerini araştırmaya gerek görmüyordu. Kendine lazım olan genç ve temiz bir etle uzun boy, kıvrak endam, parlak göz, renkli yanak, kusursuz dişlerdi. Hatta bazen bu kıymetli şeylerden ikisini, üçünü şahsında toplayabilmiş halayıklar için avuçlar dolusu altın feda ettiği de görülmüştü. Halbuki Venedik’ten aşırılıp huzuruna çıkarılan kız inci gibi, elmas gibi, zümrüt gibi pahalı satılıp alınan nesnelerin en güzellerinin biraraya getirilmesiyle vücut bulmuş bir gerdanlığa benziyordu. Kendi hazinesinde bu ayarda bir mücevher yoktu. Dünyaya hükmetmiş olan dedesi Sultan Süleyman’ın sarayında da böylesinin görülmediğine emindi. Çünkü ergenliğe girmediği bir devirde, saraya dedesi tarafından misafir olarak davet edildiği vakit gecesini, gündüzünü halayıklar koğuşunda geçirmiş ve ihtiyar Padişaha güzelliklerini dirhem dirhem satan o yüzlerce dişinin hepsine uygun birer değer biçmişti.

Bir yıldan beri tahtta bulunan babasının da şu büyüklükte canlı bir elmas parçası görmediğine şüphe etmiyordu.

Zira sarayda bulunan casuslarından aldığı raporlara göre, o baba, harıl harıl güzel halayık aratıyordu ve can evinde yer alacak bir kız bulduramadığı için de boyuna şarap içip gecesini, gündüzünü sızmış bir halde geçiriyordu.

Bu halde kendisi Kanuni Sultan Süleyman’dan da, oğlu Sultan Selim’den de mutluydu. Çünkü onların eline düşmeyen bir güzellik hazinesine sahip oluyordu, eşsiz bir zevk aleminin anahtarını elde etmiş bulunuyordu.

Şehzade Murat, hayretten hazza, hazdan sarhoşluğa geçerek Bafo’yu süzerken, işte bu düşünceleri de perişan kafasında dolaştırıyor, sevinçle gururu birbirine karıştırarak garip bir biçimde dalıyordu. Fakat korsanlara bir şey söylemek, gökten ayrılmış bir melek olduğuna inanıverdiği Venedik dilberini de ayakta ve erkekler arasında durma sıkıntısından kurtarmak lazımdı. Bu yüzden sersemleşmiş iradesini zar zor topladı, kavuğunu yay şeklindeki kumral kaşlarının üstüne yıktı.

“İhtiyarlar!” dedi, “çektiğiniz zahmetin yerinde olduğuna inandım, getirdiğiniz armağanı da beğendim. Kız, hemen içeri götürülsün, Razide Kalfa’ya teslim edilsin. Siz de birkaç gün konuğum olunuz, sarayımda dinleniniz. Sonra işinizin başına güle güle gidiniz. Hazinedarım sizi birazdan görecektir.

Deli Cafer, deminden beri kabaran sinirlerini bir nebze olsun yatıştırma isteğiyle hemen atıldı.

“Şehzadem,” dedi, “hazinedarınızla görüşmemize sebep yok. Çünkü biz buraya halayık satmaya, yardım almaya, bahşiş toplamaya gelmedik. Sayenizde bizim de birer hazinemiz var. Fırsat düştükçe yoksullara ikram ediyoruz, gönül kazanıyoruz, dua alıyoruz. Onun için izin ver de elini öpelim ve sen yataktan çıkmadan biz yola düşelim.”

Şehzade, bir an önce kızı hareme götürmek istediği için bu konu üzerinde duraksamaya gerek görmedi, kelimeleri birbirine karıştırarak son emrini vermeye yeltendi.

“Peki, peki. Sizin dediğiniz olsun. Ben adlarınızı unutmam. Siz de başınız sıkışırsa benden yardım istemekten çekinmeyiniz. Haydi, uğurlar olsun.”

Korsanlar onun elini öperek, Bafo’yu da “Hoşçakal, bahtın gibi alnın da açık olsun,” diye selamlayarak ayrılırken güzel kız yüzünü ciddileştirdi.

“Durunuz,” dedi, “acele etmeyiniz. Prensiniz ne diyor, beni yanında alıkoymak mı, yoksa başka, bir yere mi göndermek istiyor? Burada alıkoyacaksa, halim ne olacak? Beni, esir pazarından üç beş altın verilerek alınan kızlarla bir mi tutacaklar? Yoksa taşıdığım asil kana hürmet mi edecekler? Sonra cücelerimden, ayrılacak mıyım? Bütün bu belirsizlikler hakkında beni aydınlatmadan gitmenize izin veremem. Çünkü ben size güvenip buraya güle güle geldim. Aynı güveni asaletmeap prens de bana vermezse, burada bir dakika bile durmam, peşinize takılıp giderim.”

Şehzade Murat kendinden geçmişti. Çünkü kızın sesinde bambaşka bir güzellik bulmuş ve o sesin konuşurken bile müzikal bir zevk hissettirdiğine inanmıştı. Ruhen eridiğini duyarak bu hayali şarkının nağmelerini dinlemeye koyulmuştu. Kelimelerle ilgisi yoktu. Zaten İtalyanca da bilmiyordu. Fakat Bafo’nun ağzından bir ahenk şelalesi döküldüğünü sanarak kulaklarını, kalbini, ruhunu ve bütün benliğini bu ahenge açık tutuyordu.

Kara Kadı, tercümanlık yaparak onu bu garip sarhoşluktan uyandırdı, kızın sözlerini kelime kelime tercüme etti ve sonunda sordu.

“Ne emrediyorsunuz Şehzadem, kıza nasıl cevap verelim?”

İradesini çoktan Bafo’nun yeşil gözlerine feda etmiş, yüreğini onun sarı saçlarına vermiş olan Murat, hiç düşünmeden şu cevabı verdi.

“Kendileri esir değildir, çok kıymetli bir dosttur ve sarayımın ebedi süsü, hatta ışığı olacaklardır. Hareme girer girmez dairelerinin hazırlandığını, önlerinde dizi dizi halayıkların diz çöktüğünü göreceklerdir. Bu durumun, ben sağ oldukça devam edeceğine inanmalarını rica ederim. Cücelerim dedikleri şeyler, ufak ufak adamlarsa sarayımda onlardan üç beş tane vardır. Kendilerininkini de onlara katarız.”

Kara Kadı bu cevabı İtalyancaya çevirip Bafo’ya anlattı, o da değme aklın dayanamayacağı kadar zarif bir tebessümle memnun kaldığını hissettirdikten sonra, elini Şehzade Murat’a uzattı, bir imparatoriçe ağırlığıyla ve emreden bir sesle görevini hatırlattı.

“Elimi tutunuz, beni daireme kadar götürmek lütfunda bulununuz!”

Korsanlar, bu laubaliliğe şaşırıp kalmıştı. Hele Şeyh Şüca, küçük ve büyük dilini yutmuş gibi derin ve acılı bir hayret içinde sahneye bakıyordu. Fakat Şehzade Murat ne şaşırdı, ne kızdı. Kendisine uzatılan zarif eli mutlu bir heyecanla tuttu, odadaki üç erkeğe selam vermeyi bile aklından çıkaran neşeli bir telaş içinde Bafo’yla uzaklaşıp gitti.