Arzulanmış

Text
From the series: Vampır Mektupları #5
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
Font:Smaller АаLarger Aa

Bes, inci Bölüm

Sam, önünde ilerleyen Polly’ye ayak uydurmakta zorlanıyordu. Polly hiç susmayacakmış gibi, bir konudan diğerine atlayarak hızlı hızlı konuşuyordu. Sam ise hâlâ zamanda yolculuğun şokunu üstünden atamamıştı.

Tüm bunları sindirmek için zamana ihtiyacı vardı.

Neredeyse yarım saattir yürüyorlardı. Sam, Polly’nin izlerini takip ederek çalılardan zıplıyor, onu takip ediyordu. Ve Polly bu son yarım saatte hiç susmamıştı. Sam ise anca bir, iki kelime edebilmişti. Saraydan, toplantıdan, arkadaşlarından, yakındaki bir konserden ve Aiden isimli bir adamdan bahsedip duruyordu. Sam’in bu konuşulanlar hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Polly neden onu arıyordu? Neredeydiler? Artık bazı cevapları almaya kararlı hâle gelmişti.

“...tabi ki tam olarak dans denemez,” diyordu Polly o sırada, “ama mükemmel bir gösteri olacak. Ne giyeceğim konusunda hâlâ kararsızım. Birçok seçeneğim var ama böyle resmî bir programa uygun bir şey bulamıyorum...”

Polly neşeyle ormanın içine doğru ilerlerken, “Lütfen!” diye bağırdı Sam, “Böldüğüm için üzgünüm ama birkaç sorum var. Lütfen. Bazı cevapları hak ediyorum.”

Polly sonunda konuşmayı bıraktı ve Sam rahatlayarak iç çekti. Polly bu kadar zamandır konuştuğunun farkında değilmiş gibi şaşırarak Sam’e bakıyordu.

“Tek yapman gereken sormak,” dedi neşeyle. Sam’in sormasına fırsat bile vermeden “Ee, hadi bakalım neymiş sorun?” dedi.

“Beni almak için gönderildiğini söyledin. Kim gönderdi seni?” diye sordu Sam.

“Bu çok kolay bir soruydu. Aiden gönderdi.” “Aiden kim?”

Polly kıkırdayarak, “Ah, öğrenecek daha çok şeyin var, değil mi? Aiden yüzyıllardır birliğimize akıl hocalığı yapıyor. Seninle neden ilgilendiğini ya da beni neden ormanın derinliklere seni almaya gönderdiğini ise bilmiyorum. Bence eninde sonunda yolunu kendin de bulabilirdin. Ayrıca bugün yapmam gereken binlerce işten hiç söz bile etmiyorum. Bir sürü elbise denemeliydim…”

“Lütfen!” diye bağırdı Sam. Tekrar konunun dışına çıkmamak için uğraşıyordu. “Buraya gelip beni almana, yaptığın her şeye minnettarım ve asla saygısızlık etmek istemem ama her nereye gidiyorsak gidelim, benim buna vaktim yok. Görüyorsun bu zamana ve bu yere bir şekilde geri geldim. Ve bunun bir sebebi olmalı. Kardeşime yardım etmeliyim, onu bulmalıyım. Böyle gezintiler için vaktim yok,” dedi.

“Bunu gezinti olarak tanımlamazdım ben,” dedi Polly ve ekledi, “Aiden herkes tarafından bilinen biridir. Eğer bir şekilde senle ilgilendiyse, umursanmayacak bir durum değildir. Hem aradığın kişi her kim ise, eliyle koymuş gibi bulacak olan da Aiden’dır.”

“Nereye gidiyoruz peki? Ne kadar yolumuz kaldı?” Polly aceleci adımlarla ormanın içine doğru ilerlerken,

Sam de ona yetişmeye çalışıyordu. Polly’nin ona doğru düzgün bir cevap verip vermeyeceğini merak ediyordu. Tam o anda orman birden arkalarında kaldı.

Polly olduğu yerde durdu. Sam de onun yanına gelip şaşkınlık içinde kalakaldı.

Önlerinde, kusursuzca şekillendirilmiş çimlerin olduğu bahçeye doğru uzanan kocaman ve boş bir arazi vardı. Çok güzel görünüyordu. Canlı bir sanat eseri gibiydi.

Daha nefes kesici olan şey ise bu güzel bahçenin ardındaki şeydi. Sam’in hayatı boyunca hiç görmediği büyüklükte bir saraydı. Bu kocaman yapı tamamen mermerden yapılmıştı. Ve Sam’in görüş alanındaki her açıya doğru alabildiğine genişlemişti. Geniş pencereleri ve girişindeki upuzun, mermer merdiveniyle klasik bir dizaynı vardı. Sam, buranın fotoğrafını bir yerde gördüğünden emindi ama bir türlü çıkaramıyordu.

Polly, zihnini okumuş gibi cevapladı: “Versay.”

Sam Polly’ye döndüğünde yüzündeki gülümsemeyle karşılaştı.

“Burası yaşadığımız yer. Fransa’dasın. 1789 yılında. Marie’nin izin vereceğini farz edersek, eminim ki Aiden bize katılmanı onaylayacaktır.”

Sam’in kafası karışmıştı.

“Marie?” diye sordu.

Polly kafasını sallayarak gülmeye devam etti. Saraya doğru ilerlerken arkasına döndü ve “Marie Antoninette tabii ki!” dedi.

* * *

Sam, sonsuzluğa uzanan merdivenlerden sarayın girişine kadar Polly’nin yanında ilerledi. Yürürlerken bir yandan da gördüklerini zihnine kazıyordu. Mekânın büyüklüğü ve simetrisi hayranlık uyandırıcıydı. Hayatında gördüğü en güzel kıyafetlerle etrafında gezinen insanların kraliyet ailesinden olduğunu varsayıyordu. Sarayın etkisini bir türlü üstünden atamıyordu. Birileri çıkıp ona rüyada olduğunu söylese, inanabilirdi. Daha önce hiç kraliyetin varlığında bulunmamıştı.

Polly sürekli konuşuyordu. Sam de onun sözlerine odaklanmaya çabalıyordu. Kendini Polly’ye odaklamak zor olsa da onun yanında bulunmak ve arkadaşlığına sahip olmak hoşuna gidiyordu. Ayrıca Polly’nin oldukça hoş olduğunu düşünüyordu. Ama Polly ile ilgili bir şey Sam’in kafasını karıştırıyordu. Onu gerçekten çekici mi buluyordu, yoksa sadece arkadaş olarak mı sevmişti, emin değildi. Eski sevgilisinde ilk bakışta bir arzu hissetmişti ama Polly’yi ilk gördüğünde hissettikleri daha çok arkadaşlık, samimiyet gibi duygulardı.

“Görüyorsun işte burada kraliyet ailesi yaşıyor ama biz de buradayız. Bizim de burada olmamızı istediler. Sonuçta sahip oldukları en iyi koruma biziz. Hep birlikte, dostça diyebileceğin bir ortamda yaşıyoruz. İki taraf için de en iyisi bu. Orman sayesinde avlanma gibi bir sorunumuz olmuyor, hem burası yaşanacak en güzel yerlerden biri. Karşılığında da kraliyeti koruyoruz. Bazılarının bizim türden olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde.”

Sam, gözlerini şaşkınlık içinde Polly’ye dikmişti. “Marie Antoinette mi?” diye sordu.

Polly bunu bir sır olarak saklamak istermiş gibi sessizce kafasını salladı.

“Ama kimseye söyleme,” dedi. “Birkaç kişi daha var ama kraliyetin çoğu insan. Bizim yanımızda olmak istiyorlar. Ama burada çok kesin kurallar var ve kesinlikle çiğnenemez. Biz ve onlar. Bu sınırı aşmamız kesinlikle yasak. Kraliyetten bazı kişilerin fazla güç sahibi olmasını istemiyoruz ve Marie de bu konuda oldukça ısrarcı.

“Neyse işte, bu saray dünyanın en büyüleyici yerlerinden biri. Buranın sonunun gelebileceğini hayâl bile edemiyorum. Burada art arda partiler yapılır. Sabahlara kadar süren danslar, balolar, konserler… Bu hafta da çok güzel bir opera etkinliği olacak. Şimdiden ne giyeceğimi seçtim bile!”

Kapılara yaklaştıklarında birçok görevli açmak için koştu. Sam kocaman, altın kapıları şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir bakışla inceliyordu.

Polly uzun, mermer koridorda burası kendininmiş gibi bir güvenle hızlıca ilerlerken, Sam de ona yetişmeye çalışıyordu. Yürürlerken Sam etrafına bakıyor ve bu zenginlik karşısında büyüleniyordu. Yaldızlarla süslenmiş, kristal avizelerin asıldığı upuzun, mermer koridorda ilerlediler. Camlardan içeri süzülen güneş ışığı her yere yansıyordu.

Birçok kapının yanından geçip mermerden yapılmış, etrafında kolonlar olan kocaman salona girdiler. Polly içeri girdiğinde hazır duruma geçen koruma görevlileri vardı.

Polly kıkırdıyordu, anlaşılan o ki korumalara alışmıştı. “Burada eğitim de alıyoruz. İmkânlar oldukça iyi. Aiden’ın bize hazırladığı sıkı bir program var. Gidip seni almam için dersi kırmama izin verdiğine hâlâ inanamıyorum. Gerçekten önemli biri olmalısın.”

“Ee, kendisi nerede peki? Ne zaman tanışacağım onunla?”

“Ah! Oldukça sabırsızsın, değil mi? Aiden oldukça meşgul biri. Bir süre seninle tanışamayabilir. Ya da hemen yanına çağırır, bilemiyorum. Ama merak etme seni görmek istediği zaman mutlaka haberin olur. Biraz zaman tanı, o zamana kadar sana odanı göstermem söylendi bana.”

“Odam mı?” dedi Sam. Şaşırmıştı. “Burada kalabileceği söylemedim, dediğim gibi kardeşimi bulmam gerekiyor,” diyerek isyan etmeye başladığı an önlerinde bir çift kapı açıldı.

İçeriye bir grup insan girdi. Ortalarındaki tahtta bir kadını taşıyorlardı.

Kadını yere bırakıp, onlar da bir yere oturdular. Polly önlerinde eğiliyor ve Sam’e bakarak aynısını yapmasını işaret ediyordu. Sam eğildi.

Marie Antoniette olduğunu tahmin ettiği kadın tahttan inip onlara doğru birkaç adım geldi ve Sam’in önünde durdu. Dik durabileceğini gösteren bir hareket yaptı. Sam doğruldu.

İlgi çekici bir nesneymiş gibi Sam’i baştan ayağa inceledi.

“Demek yeni çocuk sensin,” dedi ifadesiz bir yüz ile. Kadının yeşil gözlerinde, Sam’in daha önce görmediği bir yoğunluk vardı. Sam, kadının da onlardan olduğunu hissedebiliyordu.

Uzun bir sessizlikten sonra, kadın kafasını sallayıp, “Enteresan,” dedi.

Hemen sonra, yanlarından geçip yürümeye devam etti ve yanındakiler de hemen peşinden gittiler.

Ama kraliyetten olduğu belli olan biri geride kaldı. 17 yaşlarında görünüyordu ve asil mavi, kadife bir elbise giyiyordu. Delip geçen masmavi gözleri, uzun ve sarı saçlarıyla birlikte Sam’in gördüğü en soluk tene sahipti. Kız gözlerini, Sam’in gözlerine dikmişti.

Sam bu bakışlar altında başka yere bakamayacak gibi, kilit altında hissediyordu.

Hayatında gördüğü en güzel kızdı.

Birkaç dakika geçtikten sonra kız birkaç adım öne gelip, daha da yakından bakmaya başladı. Avucu yere bakar bir şekilde elini uzattı, Sam’in öpmesini bekliyordu. Yavaşça ve gurur dolu bir tavırla hareket ediyordu.

Sam elini aldı. Dokunuşuyla elektriğe çarpılmış gibiydi.

Parmak uçlarına bir öpücük kondurdu.

Kız, “Polly? Bizi tanıştırmayacak mısın?” dedi. Bu bir soru değildi. Daha çok bir emirdi. “Kendra, Sam. Sam, Kendra.”

‘Kendra,’ diye düşündü Sam. Gözlerinin içine bakıyordu. Kızın ona sahipmiş gibi görünen bakışlarına oldukça şaşırmıştı.

“Sam,” dedi kız, sesi yankılanıyordu. “Biraz basit bir isim ama sevdim.”

Altıncı Bölüm

Kyle taştan tabutu bir yumrukla paramparça etti. Bin bir parçaya bölünen kapaktan kurtulup dışarıya adımını attı. Herhangi bir tehlikeye karşı hazırdı.

 

Etrafına bakındı. Yanına yanaşabilecek herkesle savaşabilirdi. Aslında birinin ona yaklaşıp kapışmayı başlatmasını arzuluyordu. Zamanda yaptığı bu son yolculuk özellikle sinirlerini bozmuştu ve hırsını birinden çıkarmak istiyordu.

Ama çevresini inceledikçe, odada yalnız başına olduğunu anladı. Tek başınaydı.

Yavaşça sakinleşmeye başladı. En azından doğru yere gelmişti ve doğru zamanda olduğunu hissediyordu. Zamanda yolculuk konusunda Caitlin’den daha kıdemli olduğunu biliyordu. Bu yüzden kendini daha belirli bir konuma gönderebiliyordu. Etrafına baktı ve durumdan memnun kaldı. Tam da gelmek istediği yerdeydi: Les Invalides’te.

Les Invalides eskiden beri çok sevdiği bir yerdi. Türünün kötüleri için çok önemli bir yer... Yerin altında, içinde lahitlerin olduğu, güzelce döşenmiş ve mermerden yapılmış bir anıt mezar. Bina, yerden kubbesine doğru uzanan yüzlerce adım uzaklıktaki tavanıyla silindirik bir şekle sahipti. Karanlık bir yerdi. Fransa’nın asil askerleri için mükemmel bir inziva yeriydi. Kyle’ın bildiği kadarıyla burası bir gün Napoleon’a da mezar olacaktı.

Ama henüz değil. Şimdi 1789 yılıydı ve Napoleon daha hayattaydı. Kyle’ın kendi türünden gurur duyduğu biriydi. Henüz 20’li yaşlarında ve kariyerine yeni başlamak üzere olduğunu fark etti Kyle. Uzunca bir süre daha buraya gömülmeyecekti. Tabi ki Napoleon’un buraya gömülmesi, insanları onun da bir insan olduğuna inandırmak için oynanan küçük bir oyundu.

Bu düşünceyle birlikte Kyle’ın yüzünde bir gülümseme oluştu. Şimdi burada Napoleon’un mezarında henüz o ‘ölmeden’ duruyordu. Eski zamanların hatırına onu görmeyi dört gözle bekliyordu. Ne de olsa aynı türden olup, az da olsa saygı duyduğu nadir vampirlerden biriydi. Ama ayrıca kibirli adinin tekiydi.

Kyle mermer odada yankılanan ayak sesleriyle ilerlemeye başladı. Kendini kontrol ediyordu. Daha iyi durumda olduğu zamanlar olmuştu. Bir gözünü Caleb’in korkunç çocuğuna kaptırmıştı. Yüzündeki dağılmışlık ise Rexius’un New York’ta yaptıklarından kalmaydı. Tüm bunlar yetmemiş gibi, bir de yanağında Roma’daki Kolezyum’dan kalma, Sam’in bıraktığı kocaman bir yara vardı. Enkaz halindeydi ve bunun farkındaydı.

Ama bu durum garip bir şekilde hoşuna da gidiyordu. Hayatta kalmıştı. Ve kimse onu durduramamıştı. Ayrıca şimdi her zamankinden daha sinirliydi. Şimdi yalnızca Caleb ve Caitlin’in Kalkan’ı bulmasına engel olmayı düşünmüyordu, tüm bu yaşananları onlara ödetecekti. Çektiği acıları onlara da çektirecekti. Sam de şimdi listeye girmişti. Üçünü birden bulup onlara eziyet etmeden, onu durdurabilecek hiçbir şey yoktu.

Birkaç adımla, Kyle merdivenlere ulaştı ve bir üst kata çıktı. Kubbenin altında şapelin sonuna doğru ilerledi ve mihraba ulaştı. Kireçtaşı duvara dokunurken bir şey arıyordu.

Sonunda aradığını buldu. Saklanmış sürgüyü itti ve gizli bir bölme ortaya çıktı. Uzanıp mücevherlerle süslenmiş, uzun, gümüşten kılıcı oradan çıkardı. Kılıcı ışığa doğru tutup memnuniyetle gülümsedi. Tam da hatırladığı gibiydi.

Kılıcı sırtına asıp arkasını döndü ve ön kapıya doğru ilerledi. Geriye yaslanıp kapıya doğru yürüdü ve sert bir tekmeyle kapıyı tuzla buz etti. Gürültü boş binada yankılanmıştı. Kyle gücünü bu kadar çabuk toparlamış olmaktan memnundu.

Dışarıya çıktığında gece olduğunu fark edince rahatladı. İstese gecenin karanlığından faydalanıp, direkt hedefine uçabilirdi ama o zamanının tadını çıkarmak istiyordu. 1789’un Paris’i özel bir yerdi. Hatırladığı kadarıyla fahişeler, alkolikler, kumarbazlar ve suçlularla doluydu. Gösterişinin ve mimarisinin aksine pek de tekin olmayan bir yerdi. Hoşuna gitmişti. Burası tam ona göreydi.

Kyle dinleyip hissedebilmek için gözlerini kapayıp çenesini kaldırdı. Caitlin’in bu şehirdeki varlığını kesinlikle hissediyordu. Ve Caleb’in tabii ki. Sam hakkında tam emin değildi ama en azından diğer ikisinin burada olduğunu biliyordu. ‘Bu güzel oldu,’ diye düşündü. Şimdi tek yapması gereken onları bulmaktı. İkisiyle sürpriz bir şekilde karşılaşabilir ve onları kolayca öldürebilirdi. Paris basit bir şehirdi. Burada hesap vermek zorunda kalacağı Roma’daki gibi büyük bir vampir konseyi yoktu. Aksine Napoleon’un önderliğinde kurulmuş güçlü bir kötüler meclisi vardı. Ve Napoleon, Kyle’a borçluydu.

Yapacağı ilk işin, onun peşine düşüp yaptıklarının karşılığını almak olmasına karar verdi. Napoleon’un bütün adamlarını Caitlin ve Caleb’i bulmak için seferber edecekti. Direneceklerini bildiği için, Napoleon’un adamlarını kullanmak onun için oldukça faydalı olacaktı. Bu sefer hiçbir şeyi şansa bırakmayı planlamıyordu.

Ama hâlâ vakti vardı. Öncelikle avlanıp beslenmeli ve dimdik ayakta kalabilecek kadar güçlenmeliydi. Ayrıca buradaki planları çoktan işlemeye başlamıştı zaten. Paris’e gelmeden önce Roma’da eski arkadaşı Sergei’yi bulmuş ve kendinden önce buraya göndermişti. Eğer her şey planlandığı gibi gidiyorsa, Sergei çoktan buraya gelmiş ve görevini yerine getirmeye başlamış olmalıydı. Görevi Aiden’ın birliğine sızmaktı. Kyle’ın yüzüne geniş bir gülümseme oturdu. Sinsi bir hainden daha çok sevebileceği hiçbir şey yoktu. En çok işe yarayan oyuncağı oydu.

Neşe dolu bir okul çocuğu gibi merdivenleri sekerek iniyordu. Şehre, istediğini almaya gidiyordu.

Kyle sokakta ilerlerken yanına bir ressam yaklaşıp, elindeki tuvaliyle fırçasını gösterdi ve resmini yapmasına izin vermesini istedi. Kyle uzanıp elinden fırçasını aldı ve tam alnının ortasına sapladı. Adam ölmüştü.

Kyle yere düşen tuvali aldı ve adamın üzerine örttü.

Mutlu bir şekilde yoluna devam ediyordu. Onun için yeterince mükemmel bir geceydi.

Arnavut kaldırımlı yola doğru döndüğünde her şey daha tanıdık gelmeye başladı. Yolun kenarına sıralanan fahişeler kaş göz işaretleri yapıyordu. Tam o sırada iki sarhoş adam bardan dışarıya atıldı ve Kyle’a çarptılar.

“Hey, aptal!” diye bağırdı biri diğerine.

Diğeri Kyle’a dönüp, “Tek gözlü! Nereye gittiğine dikkat et!” diye bağırdı.

İri görünen adam dönüp Kyle’ın göğsüne sağlam bir yumruk attı.

Ama yumruğunun işe yaramadığını görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Kyle bir adım bile gerilememişti. Adamın yumruğu taştan bir duvarı itmeye çalışmaktan öteye gidememişti.

Kyle şöyle bir silkelendi ve bu iki adamın salaklığına şaşkınlıkla baktı. Hareket etmelerine fırsat bile vermeden elini sırtındaki kılıcına götürdü ve birkaç saniye içinde ikisinin de kafasını uçurdu.

Kafalar yerde yuvarlanıp, adamların vücutları yere yığılırken memnuniyetle onları izledi. Kılıcını yerine koyup, yerdeki başsız bedenlerden birini kavradı ve dişlerini boynuna saplayıp fışkıran kanı emmeye başladı.

Olanları gören fahişelerin korku dolu çığlıklarını duyuyordu. Bu sesleri kapanan kapı ve camların sesi izledi.

Bütün şehrin ondan korktuğunu fark etti.

‘Güzel,’ diye düşündü. Bu, tam da onun istediği gibi bir karşılanma şekliydi.

Yedinci Bölüm

Sabahın erken saatlerinde Caitlin ve Caleb, Paris’in dışına, Fransa’nın kırsal kesimlerine doğru uçtular. Caitlin, Caleb’in arkasına sıkı sıkı sarılmıştı. Şimdi daha iyi hissediyor, eğer uçmak isterse uçabileceğini biliyordu. Ama Caleb’i bırakmayı hiç istemiyordu. Vücudunun bu yakınlığı hoşuna gidiyordu. Tekrar birlikte olmanın verdiği hissi yaşamak için sıkıca sarılıp, öylece kalmak istiyordu. Çılgınca olduğunu biliyordu ama bu kadar uzun zaman ayrı kaldıktan sonra eğer onu bırakırsa, Caleb’in geri dönmemek üzere uzaklara uçabileceğini düşünüyordu.

Altlarında uzanan yeryüzü sürekli değişiyordu. Birden şehir kendini sık bir ormana ve inişli çıkışlı arazilere bıraktı. Şehre yakın taraflarda evler ve çiftlikler vardı. Onlar ilerledikçe arazi bomboş bir hâl alıp genişlemeye başladı. Araziler üzerinde ilerledikçe çayırları, çiftlikleri görüyorlardı. Bacalardan çıkan dumanları görünce insanların yemek yaptıklarını düşündü Caitlin. Bahçelerindeki çamaşır iplerinde tertemiz çarşaflar asılıyordu. Oldukça huzurlu bir manzaraydı. Temmuzun sıcakları yeni yeni geçmeye başlamıştı, serin hava tazeleyiciydi.

Saatlerce süren uçuştan sonra farklı bir yöne doğru kıvrılınca, karşılaştıkları manzara Caitlin’in nefesini kesti. Ufukta titrek ışıkların altında, parlak mavi denizin dalgaları sonsuzluğa ilerliyordu. Sahil el değmemiş gibi görünüyordu. Yaklaştıkça, ucunda bu eşsiz kıyının olduğu tepeye ulaştılar.

Caitlin tepelerin arasından, uzun çimlerin ortasında duran yapıyı gördü. Muhteşem bir Orta Çağ kalesiydi. Eski taşlarla dizayn edilmişti ve etrafı küçük heykelciklerle süslemişti. Bir tepenin ortasında denizi görecek şekilde konumlanmıştı ve etrafı alabildiğince yabanî çiçeklerle çevrelenmişti. Bu nefes kesici manzara karşısında Caitlin bir kartpostalın içinde olduğunu düşünüyordu.

Caitlin’in kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Buranın Caleb’in bahsettiği yer olup olmadığını merak ediyordu. İçinden bir his burası olduğunu söylüyordu.

“Evet,” dedi Caleb. Her zamanki gibi Caitlin’in düşüncelerini okuyup, cevaplamıştı onu. “Burası bahsettiğim yer.”

Caitlin’in kalbi mutlulukla atmaya başladı. Çok heyecanlanmıştı ve uçabilecek kadar güçlü olduğunu hissediyordu.

Birden Caleb’in sırtından atladı ve kendini rüzgâra bıraktı. Bir anlığına kanatları çıkmazsa diye korkmuştu ama çok geçmeden kendini uçarken buldu.

Rüzgâr vücudunda gezinirken, bu hissi ne kadar sevdiğini hatırladı. Tekrar özgür olabilmek çok güzel bir duyguydu. Alçalıp yükselirken Caleb’in ona gülümseyen yüzüne baktı. Kanatları birbirine dokunurken sağa sola uçuyor, birbirlerinin yollarına geçiyorlardı.

Birlikte kaleye doğru alçaldılar. Eski görünüyordu ama kötü anlamda değil. Caitlin’e çoktan bir yuva gibi görünmeye başlamıştı.

Oldukça uzun bir süre bu güzel manzaraya, tepelere, uzaktaki okyanusa baktı ve içinde huzuru hissetti. Sonunda yuvasına varmış gibi hissediyordu. Burada Caleb’le birlikte bir hayat kuracağını, hatta mümkün olursa bir aile kuracağını düşünebiliyordu. Sonsuza kadar burada onunla yaşamaktan mutluluk duyardı ve önlerinde bir engel de görmüyordu.

* * *

Kalenin önüne geldiklerinde Caleb, Caitlin’in elini tutup ön kapıya doğru ilerledi. Meşe kapı ince bir toz tabakasıyla kaplanmıştı, yıllardır açılmadığı belli oluyordu. Caleb tokmağı çevirip açmaya çalıştı ama kilitliydi.

“Yüzyıllar geçti üzerinden, zarar görmemiş bir hâlde burada olmasına bile şaşırdım açıkçası. Şuralarda bir yerde bir anahtar olacaktı.”

Kapının üzerine uzanıp bulduğu gizli bir aralıkta elini gezdirmeye başladı ve sonunda uzun, gümüş anahtarı buldu.

Anahtar kilide tam oturdu ve kapı tıkırdayarak açıldı.

Caleb, Caitlin’e dönüp gülümsedi ve içeriyi göstererek, “Buyur bakalım,” dedi.

Üzerindeki tozlar yere saçılmaya başlarken Caitlin eski, ağır kapıyı yavaşça itti.

Birlikte içeriye girdiler. Giriş karanlıktı ve her yerde örümcek ağları vardı. İçerideki hava oldukça ağırdı, yüzyıllardır girilmemiş gibiydi. Caitlin etrafı incelerken yüksek, taştan tavana ve taştan zemine baktı. Her yerde kat kat toz tabakaları vardı. Pencerelerdeki tozlar içeriyi olduğundan daha da karanlık gösteriyordu.

“Buradan,” dedi Caleb.

Caitlin’in elini tutup, onu dar bir koridordan geçirdi ve iki yanı pencereli geniş bir salona girdiler. Pencerelerdeki toza rağmen burası daha aydınlıktı. Odada birkaç parça eşya bile vardı: eskilerden kalma meşe bir masa ve onu çevreleyen ahşap sandalyeler. Tam merkezde, mermerle çevrelenmiş bir şömine. Caitlin’in hayatı boyunca gördüğü en büyük şömine.

Mükemmeldi.

“Burayı 12. yüzyılda inşa etmiştim. O zamanlar moda böyleydi.”

“Burada mı yaşadın?” diye sordu Caitlin. Caleb kafasını salladı.

“Ne kadar zaman yaşadın burada?”

Caleb düşündü. “Yüz yıldan fazla değildir. Belki iki yüz yıl,” diye yanıtladı.

Caitlin bir kez daha vampir dünyasındaki zaman kavramının genişliğine şaşırıyordu. Birden şaşkınlığının yerini endişe aldı. Burada başka bir kadınla mı yaşamıştı? Sormaya çekiniyordu.

Caleb birden dönüp, ona baktı.

“Hayır, başkasıyla değildim. Yalnızdım. Emin ol, buraya getirdiğim ilk kadın sensin.”

Caitlin zihninin okunmasından utanmıştı ama aldığı cevapla bir rahatlama hissetti.

“Gel bakalım. Bu taraftan.”

Caleb, spiral şekilde tasarlanmış taş merdivenlere götürdü onu ve kıvrılan merdiven onları ikinci kata getirdi. Burası çok daha aydınlıktı. Her tarafı kaplayan pencereler içeriye güneş ışığını ve uzaktaki okyanusun yansımasını getiriyordu. Buradaki odalar daha küçük, samimiydi. Burada da mermer şömineler vardı. Caitlin bir odadan diğerine gezinirken, birinde kocaman bir karyolanın olduğunu gördü. Diğer odalarda sandalyeler ve koltuklar çoğunluktaydı. Hiçbir yerde halı yoktu, sadece taş zemin vardı. Oldukça sade ama güzeldi.

 

Caleb, Caitlin’i birçok cam kapı arasından ilerletiyordu. O kadar çok toz vardı ki Caitlin neden bu tarafa geldiklerini anlayamıyordu. Caleb bir adım atıp önlerindeki kapının kilidini çekiştirdi ve kapı kocaman bir toz bulutuyla açıldı.

Caleb bir adım attı. Caitlin de onu izliyordu.

Kocaman, taş bir terasa çıkmışlardı. Köşesine doğru ilerleyip etrafa bakınmaya başladılar.

Buradan sahili, okyanusu mükemmel bir açıyla görebiliyorlardı. Caitlin dalgaların sesini duyabiliyor ve esen meltemle okyanusun kokusunu içine çekebiliyordu. Cennette gibiydi.

Eğer Caitlin rüyalarının evini tarif edecek olsa, o yer kesin burası olurdu. Her tarafından tozların fışkırdığını ve bir kadın eline ihtiyaç duyduğunu biliyordu ama ikisi birlikte burayı bir zamanlar olduğu hâle çevirebilirlerdi. Burayı yuvaları olarak isimlendirebileceğinden emindi.

“Buraya uçtuğumuz süre boyunca ben de aynı şeyleri düşündüm. Burada seninle birlikte bir hayat kurmayı… Ve bu fikri çok sevdim.”

Caleb kolunu Caitlin’in omzuna attı.

“Burada benimle birlikte yaşamanı istiyorum. Hayatımıza yeniden başlayabiliriz. Sessiz, sakin ve güvenli bir yer burası. Kimsenin bilmediği bir yer. Kimse bizi burada bulamaz. Hayatımıza normal insanlar gibi güvenli bir yerde devam etmememiz için bir neden göremiyorum. Burayı derleyip toparlamak elbette ki biraz zaman alacak ama sen varsan ben de varım,” dedi.

Caitlin’e dönüp gülümsedi.

Caitlin de ona gülümsüyordu. Hayatı boyunca hiç bu kadar ‘var’ olmamıştı.

Hepsinden öte, Caleb’in ona burada birlikte yaşamayı teklif etmesi Caitlin’i oldukça etkilemişti. Hayatındaki en önemli an buydu. Aslında yaşayacakları yer ormanın içinde bir kulübe de olsa, onunla birlikte olma isteği değişmeyecekti.

“Varım. Benim tek isteğim seninle birlikte olmak,” diye yanıtladı.

Okyanustan gelen meltem ve dalgaların sesi arka plandayken dudakları birleştiğinde Catilin’in kalbi heyecanla çarpıyordu.

Sonunda Caitlin’in dünyasında her şey mükemmelleşmişti.

* * *

Caitlin elinde bir toz beziyle odadan odaya koştururken, hayatında hiç bu kadar mutlu olmadığını düşünüyordu. Caleb, karınlarını doyuracak bir şey bulma umuduyla avlanmaya gitmişti. Caitlin evin içinde tek başına dolanma şansı bulduğu için heyecanlıydı. Böylece etrafa bir kadın gözüyle bakıyor ve derleyip toplamak, bir yuva haline getirmek için neler yapması gerektiğini düşünüyordu.

Odaları dolaşıp okyanus havası içeri girebilsin diye pencereleri açtı. Odalardan birinde bir kova ve bir parça bez buldu. Kovayı alıp dışarıda gördüğü dereye gitti ve ağzına kadar doldurup eve geri geldi. Elindeki bezi temizleyebildiği kadar temizleyip camları tek tek silmeye başladı. Uzanamayacağı birkaç pencere daha olduğunu fark edince kanatlarını açıp yükseldi ve onları da öylece temizledi.

Sadece pencereleri silerek elde ettiği değişikliği görünce şaşırmıştı. Karanlık oda, pencerelerden içeri dolan ışıkla büyük bir dönüşüm geçirmişti. Yüzlerce yıldır camların bir tarafı deniz tuzuyla bir tarafı tozla kaplanıyordu. Bu kadar pislikle dolmuş pencereleri açabilmek için bile, Caitlin bütün gücünü kullanmak zorunda kalıyordu.

Caitlin pencerelerin işçiliğindeki ustalığa bakınca şaşıp kaldı. Her bir çerçeve incelikle işlenmişti. Bazı camlar buğulu bazıları normaldi. Bazıları ise bir rengin en açık tonuna boyanmıştı. Camları temizledikçe evin de adım adım hayata döndüğünü hissediyordu.

Caitlin tamamen işini bitirdiğinde şaşkınlıkla odaya baktı. Öncesinde karanlık, boğuk olan oda, okyanus manzaralı ve güneşle dolu bir yer haline gelmişti.

Ardından yerleri silmeye başladı. Dizlerinin üzerine çöküp her yeri güzelce sildi. Temizledikçe yerdeki taşlar kirlerinden kurtulup parıldamaya başlıyordu.

Yerlerden sonra mermer şömineye yöneldi ve üzerindeki yüzyıllık tozları temizledi. Ardından şöminenin üzerindeki kocaman aynayı parlayana kadar sildi. Aynada kendi yansımasını göremeyince hayal kırıklığına uğradı ama bu konuda yapabileceği bir şey yoktu.

Hemen sonra avizeleri silmeye başladı. Bütün kristalleri tek tek parlatıyordu. Buradaki işi bitince kocaman karyolalı odaya geçti ve her köşesini temizlemeye başladı. Eski ahşap silindikçe hayata dönüyordu. Yüzyıllık battaniyeleri alıp terasa çıktı ve hepsini kuvvetlice silkeledi. Silkeledikçe her yeri toz bulutu kaplıyordu.

Caitlin muhtemel yatak odası olacak odaya döndü ve etrafı incelemeye başladı. Şimdi mükemmel görünüyordu. Herhangi bir kaledeki, herhangi bir oda kadar temiz ve parlaktı. Hâlâ eskiydi ama en azından temiz ve çekiciydi.

Gözlerini yere çevirdiğinde berrak suyla doldurduğu kovanın kapkara olduğunu gördü. Kapının yanında duruyor, dereye gidip yenilenmeyi bekliyor gibiydi.

Caitlin, Caleb’in dönünce vereceği tepkiyi düşünerek gülümsedi. ‘Çok şaşıracak,’ diye düşündü. Şimdi de yemek odasını temizlemeyi planlıyordu. İlk yemeklerini yiyebilecekleri, birçok ilki yaşayabilecekleri sıcacık bir yuva yaratmaya çalışıyordu.

Caitlin dereye inip suyu değiştirdiği anda birden irkildi.

Yanına bir hayvanın yaklaştığını hissediyordu.

Birden ayağa kalkıp arkasını döndü ama gördüğüne şaşırmıştı.

Birkaç adım ötesinde ona doğru yaklaşan bir yavru kurt vardı. Alnından sırtına doğru uzanan gri bir çizgi haricinde bembeyaz bir kürkle kaplıydı. Caitlin’i en çok şaşırtan ise gözleriydi. Caitlin’e sanki onu tanıyormuş gibi bakıyordu. Üstelik Rose’un gözlerinin aynısıydı.

Caitlin kalbinin hızla attığını hissediyordu. Rose’un ölümden sonra reenkarnasyonla başka bir hayvan biçiminde dönmüş gibi hissediyordu. Bu bakış, bu yüz… Kürkünün rengi farklıydı ama onun haricinde bu yavru kurt Rose’un yeniden dünyaya gelmiş hali olabilirdi.

Yavru kurt da Caitlin’e bakmaktan ürkmüş gibi görünüyordu. Birden gözlerini başka yere çevirdi ama hemen sonra tekrar Caitlin’e dönüp, gözlerine bakarak dikkatlice birkaç adım yaklaştı. Caitlin gözlerini ormana çevirip, etrafta başka kurdun ya da bu yavrunun annesinin olup olmadığına baktı. Bir kavgaya girişmek istemiyordu.

Ama görünüşte başka hiçbir hayvan yoktu.

Caitlin yavruyu inceledikçe neden başka hayvanın olmadığını anladı. Topallıyordu. Yaralanmıştı ve annesi onu ölüme terk etmişti.

Yavru kurt başını iyice eğip, yavaşça Caitlin’e yaklaştı. Ardından başını kaldırıp Caitlin’in kucağına koydu ve gözlerini kapatarak sessizce inlemeye başladı.

Caitlin’in içi acıyordu. Rose’u o kadar özlemişti ki şu an o geri gelmiş gibi hissediyordu.

Caitlin elindeki kovayı yere bıraktı ve uzanıp yavru kurdu kucağına aldı. Göğsüne bastırırken onunla birlikte ağlıyor, Rose ile birlikte geçirdiği zamanları hatırlıyordu. Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı. Yavru ise ağladığını hissetmiş gibi kafasını kaldırdı ve gözyaşlarını Caitlin’in yanaklarından yaladı.

Caitlin eğilip alnına bir öpücük kondurdu. Sıkıca yavruyu tutuyor göğsüne bastırıyordu. Kesinlikle onu bırakmayı düşünmüyordu. Onu iyileştirip hayat döndürmek için elinden ne gelirse yapacaktı. Ve eğer yavru kurt da isterse onu hep yanında tutacaktı.

“Sana ne diye seslensem acaba? Tekrar Rose diyemeyiz.

Ruth nasıl?”

Yavru kurt soruya cevap verir gibi Caitlin’in yanağını tekrar yaladı. Caitlin cevabını almıştı.

Adını Ruth koydu.

* * *

Caitlin, Ruth ile birlikte yemek odasının temizliğini bitirdiğinde gözüne duvarda asılan bir şeyler takıldı. Şöminenin hemen yanında iki tane uzun, gümüş kılıç asılıyordu. Bir tanesini eline alıp tozunu aldı. Mücevherlerle

süslü kabzasına bayılmıştı. Çok güzel bir silahtı. Elindeki toz bezini ve kovayı boş vermişti ama kılıcı bir türlü bırakamıyordu. Odanın içinde bir sağa bir sola sallıyordu. Çok güzel bir histi.

You have finished the free preview. Would you like to read more?