Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

Eski Usulle Öğrenmek Zordu

Yasaktan dolayı mı yoksa hocaların metodu öyle olduğu için mi bilemiyorum biz Kur’an’ı yazarak öğrenmiyorduk. Okuyarak öğreniyorduk. Hoca sesleri gösteriyordu, bizler de tekrarlayarak öğreniyorduk. Kimi Arapça harfleri heceleyerek öğreniyordu, heceyi geçenler hocanın okuduklarını tekrarlayarak öğreniyordu. Aynı usul Kur’an öğretiminde yıllarca devam ettirildi. Bugünkü Kur’an kurslarında bu uygulama devam ediyor mu bilmiyorum. Yazarak eğitim almış olsaydık, sanırım hem daha hızlı öğrenmiş olurduk hem de yazıyı öğrenirdik.

Kendi köyümüzde Hüseyin Hoca’ya gitmiştim ama Kalfat köyüne gittiğimde Kur’an öğrenmeye elif cüzüyle yeniden başlamıştım. Bir yılda Kur’an’a geçtim. O zaman öyle dersler kolay geçilmiyordu. Bilmiyorum kafamız mı çalışmıyordu, hocalar mı okutamıyordu(!) Ben altı ayda, bir senede zor söktüm Kur’an’ı.

O zamanlar harfleri heceleyerek ve birbirine vurarak öğreniyorduk. Bu heceleme işini Amme Cüzü’nü bitirene kadar yapıyorduk. Amme Cüzü’nü heceleye heceleye okuduktan sonra Vel Mürselat Gurka’ya geçtiğimizde Kur’an’ı okumaya başlıyorduk. Tabii ilk başlarda yavaş yavaş okuyorduk.

Günümüzde uygulanan eğitim yöntemlerine baktığımda, bizim zor bir yöntemle öğrenim yaptığımızı anlıyorum. Belki de kimsenin acelesi olmadığından, biz çok yavaş öğreniyorduk. Hoca sana bir ders veriyor, eve gidiyorsun, ders çalışacaksın ama bilemediğin yeri soracağın kimse yok. Kimse bilmiyor. Üstelik kimse de öğrenmeye çalışmıyordu. Talebeler hocadan ne öğrendiyse onu birbirine öğretiyordu. Öğrenmemiz biraz da bu nedenle zor oluyordu.

Kur’an öğrendiğimiz odalar, köyün ileri gelenlerine aitti. Ders çalışmak için genellikle sabah namazından önce kalkardık ama namaza gitmezdik, oturur ezber yapardık. Nedense o zaman hiç namaza gitmezdik. Odada ders yaparken öğle namazına giderdik ama hoca bizi mecbur kılmazdı namaz kılmaya. Şimdi bazı kurslarda çocuklara yapıldığı gibi o zaman namaz kılmamız için bizlere baskı falan yapılmazdı.

Dersini yapan, hocanın yanına gelir, dizinin dibine oturur, öğrendiklerini anlatırdı. Dersini iyi öğrenen talebe, hocanın yardımcısı gibi olur, az bilenlerin dersiyle onlar ilgilenirdi. Çocuklar birbirlerini okuturdu. Hoca da iyi hafızları dinlerdi. Öğrenciler, modern okullardaki gibi derse hep birden gelmez, hep birden dağılmazdı. Dersini öğrenen giderdi.

Unutulmak istemiyorsan, ya okunacak şeyler yaz ya da yazılmaya değer şeyler yap.

Benjamin Franklin

Hafızlığa Gitmemin Esas Nedeni Geçim Derdiydi

Şimdi olduğu gibi o dönemde de ilkokula gitme zorunluluğu vardı. Çocuğunu okula göndermeyen velilere para veya hapis cezası veriliyordu. Parası olan cezayı yatırıyordu. Olmayan bir ay hapis yatıyordu.

Ben Kalfat’a gittikten sonra babamı okula çağırıp beni okula göndermesini istemişler. Babam da benim Kalfat’a okumaya gittiğimi söylemiş. Bunun üzerine babama bir ay hapis cezası vermişler. Babam kıyafetlerini giymiş, Şabanözü’ne gitmiş ve bir ay hapis cezasını çektikten sonra köye dönmüş. Bu durum, Kalfat’ta kaldığım beş yılın iki yılında aynı şekilde devam etmiş.

Çocukluk idrakim bunu anlayacak düzeyde değildi ama babamın beni hafızlığa göndermesinin nedeni, Hasan Hoca’nın, “Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!” sözü gibi görünse de esası geçim kaygısına dayanıyordu. O zamanlar köylerde hafızlık çok yaygındı. İnsanlar hocalığa meraklıydı. Halk hocalara itibar ediyordu. Hocaların geçim telaşı daha azdı. Gittikleri yerde aç kalmıyorlar ve geçimlerini temin edebiliyorlardı. Toplumda sosyal statü elde ediyorlar ve gelecek endişesi taşımıyorlardı. İşin özü de aslında buydu.

Eğer okumaya gitmeseydim, babam ayrı bir eve çıkmama izin verene kadar onun gölgesinden ayrılamayacaktım. Nitekim köydeki bir çok insan böyleydi. Koca koca adamlar, babalarıyla beraber yaşamak zorundaydılar. Babaları para vermese ceplerinde on kuruş olmazdı. Tıraş olmaya jilet bulamazlardı. Babaları kapı dışarı etse gidecekleri yerleri yoktu. Bütün malları babalarının verdiği kadardı. Baba, ayrı eve çıkmasına izin verdiği oğluna mal da verirdi. Oğul babasına asilik ederse babası ona zırnık koklatmazdı. Köy yerinde rızasız olarak baba ocağından ayrılmak her kişinin harcı değildi. Bu kural bugünün iş kanununa çok benziyordu. Baba, isterse mal veriyordu.

Kalfat’ta hafızlığa çalışırken zaman zaman annemle babam da ziyaretime geliyorlardı. Cennet halamın yanında kaldığım için bir gece yanımda duruyor, ertesi gün dönüyorlardı. Gelirken elleri hep dolu olurdu. Her seferinde iki üç eşek yük getirirlerdi. Getirdikleri un, bulgur, yarma, dene gibi yiyecekleri kaldığım eve veriyorlardı.

Hoca öğrencileri gönüllü okuttuğu için genellikle ona para falan verilmezdi. Sadece, isteyen bal, yağ gibi yiyecek götürürdü. Bizim balımız çoktu, babam tencerelerle bal getirirdi. İneklerimiz olduğu için yağ da getirirdi. Benim kaldığım eve de getirir, çekmeceme koyardı. Ben derse gittiğim zaman çekmece evdekiler tarafından kırılır, içindeki yiyecekler alınırdı.

Aslında Karaların evi kalabalık sayılmazdı. Evde bir dede, bir ebeden başka, halamın yetim kızlığı vardı. Bir de ben gitmeden önce halamın Güldane adlı bir kızı doğmuştu. Onun ardından, benim orada olduğum sene bir de Menekşe adını verdiği kızı dünyaya gelmişti. İki göz evde altı kişi kalıyorlardı. Yiyecek ekmeği zor bulan bu insanların kendilerine ait yatakları da yoktu. Halamın küçük çocukları Güldane ve Menekşe, benim yatağımda ayak uçlu, baş uçlu yatıyorlardı. Öbür odada ebeler, dedeler ve bekârlar yatıyordu. Ev, bugünkü gibi camlı, pencereli değildi, ambar gibiydi. Ne yanlarında ne üstünde pencere vardı. O yüzden kışın ev sıcaktı. Sabah olduğunu uykumuzun kanmasından anlardık. Yaz aylarında, günümüz dışarda geçse de kış mevsiminde gündüzleri evde zor durulurdu. O yüzden ezber yapmak istediğimiz zaman odalara giderdik çünkü odalar sıcak olurdu.

İkinci Dünya Savaşı ve Kıtlık Yılları

Hafızlık eğitimi için Kalfat köyüne gittiğim 1942 yılının başları, dünya ve Türkiye için olağanüstü bir dönemdi. Türkiye, yirmi yıllık bir barış döneminden sonra yeniden savaş şartlarını yaşıyordu. O yıllara damgasını vuran olay, etkisi güçlü biçimde hissedilen büyük savaştı. Bir yandan uluslararası alanda yaşanan bunalımın etkileri, bir yandan da her an çatışmaya girme ihtimali bulunan bir orduyu ayakta tutma kaygısı ülkeyi baskı altına almıştı. 40’lı yılların başında savaşın yan etkisi kıtlık, fiyat artışları ve vurgunculuk şeklinde toplumun karşısına çıkmıştı.

Şevket Süreyya Aydemir o dönemi şöyle anlatıyor:

“Savaş döneminde ordunun giderek büyüyen buğday ihtiyacına karşılık, çok sayıda çiftçi askere alındı. Ayrıca üretimde kullanılan hayvanların bir bölümüne devlet el koydu. Böylece zirai üretimde ciddi düşüş meydana geldi. Üretimdeki azalmaya paralel olarak devletin vergi gelirlerinde de ciddi düşüş yaşandı. Zirai üretimdeki düşüşün günlük yaşamdaki yansıması kıtlık oldu. Bu nedenle bir çok yerde, okul bahçelerinde bile buğday, patates gibi bitkiler yetiştirmek zorunda kalındı. Kırsal alanda yaşayanlar yiyecek temin etmekte zorlanırken, kentlerde yaşayanlar da kâğıt ve benzin gibi dışa bağımlı alanlarda önemli sıkıntılarla karşılaştı.

Benzin yokluğu nedeniyle bir süre taksiler için tek-çift plaka uygulamasına geçildi. Buna benzer biçimde, kâğıt yokluğu gerekçe gösterilerek gazetelerin dört sayfadan fazla çıkması yasaklandı.

Devlet-halk ilişkisinde günümüze kadar süren aşınmanın derinleştiği yıllar da bu döneme denk gelir. Günümüzde şehir efsanesi gibi anlatılan ve ‘Milleti kendi malının hırsızı yaptılar.’ diye dilden dile aktarılıp gelen uygulamaların başlatıldığı 1940’lı yılların başında Millî Korunma Kanunu çıkarılmıştı. Devletin geleceğini kurtarmak adına çıkarılan bu kanuna dayalı uygulamalar, insanların sosyo-kültürel davranışlarının yönlendiricisi olmuştur.

18 Ocak 1940’ta kabul edilen bu yasa, savaş yıllarının en etkili ve önemli düzenlemesiydi. 1941 yılı boyunca yaşanan ekonomik gelişmeleri, bu belgenin çizdiği çerçeve belirledi.

Millî Korunma Kanunu ile savaşa girme ihtimalinin olduğu durumlarda hükûmete bütün ekonomiyi denetim altına alma yetkisi verilmişti. Kamu yönetimi bu yasayla üretimi, tüketimi denetlemek, fiyatlar üzerinde sınırlamalarda bulunmak, çalışma süresini belirlemek ya da çalışma yükümlülüğü koymak, kira denetimi getirmek gibi yetkilere sahip olmuştu. 1941 yılı boyunca etkisi hissedilen Millî Korunma Kanunu uygulamaları büyük sermayeyi koruyan, küçük üreticiyi ise olumsuz etkileyen sonuçlar doğurmuştur. Halk, üzerinde ağır baskı yaratan ekonomik politikaların, daha çok şartların zorlaması sonucunda ortaya çıktığını hiçbir zaman anlayamadı.

Giderek ağırlığını artıran ‘iaşe’ sorununu çözmek için hükûmet 1941 yılında yeni bir girişimde bulundu. Çiftçilere, geçimlik ve tohumluk olarak ayırdıklarının dışında kalan hububatı Toprak Mahsulleri Ofisine satma zorunluluğu getirildi. Toprak Mahsulleri Ofisi eliyle gerçekleştirilecek alımlarla un stokunun meydana getirilmesi amaçlanmaktaydı. Millî Korunma Kanunu çerçevesinde uygulanan bu zorunlu satış çok düşük fiyatlarla gerçekleştirildi.

Basında, Toprak Mahsulleri Ofisinin kilo başına 8-8,5 kuruş vereceği haberlerinin çıkmasına rağmen alımlar için öngörülen bedel 5 kuruşa kadar düştü. Piyasa fiyatının oldukça altında gerçekleşen bu alımlar kısa sürede karaborsacılığa yol açtı. Küçük üreticiler genelde bu uygulamanın mağdurları olurken, daha büyükler, zorunlu satın alma uygulamasından kaçırdıkları mahsulle birikimlerini artırdılar. Sonuç olarak bu uygulama da iaşe sorununa çözüm olmadı. Buğday, arpa gibi tahıl ürünlerinin fiyatları yükseldi ve sonunda, 1942 yılında ekmek için karne uygulamasına geçildi. Savaş boyu süren bu uygulamalar, nüfusun yüzde seksenini oluşturan köylü üzerinde ağır baskı yarattı ve günümüzde dahi etkisi belirgin şekilde hissedilen politik kırılmaların temeli atılmış oldu.

 

Savaş şartlarının tahribatından kurtulmak için alınan önlemlerin Türkiye’nin sonraki dönemlerine yapacağı etki o yıllarda akla gelmemişti. Savaşın yarattığı olağanüstü şartlar, olağan dışı uygulamaları da gündeme getirdiğinden, insanların bilinçaltı da bu şartlara göre şekillenmişti. O yıllarda en çok sıkıntısı çekilen hususlardan biri de yetişmiş insan gücü idi. Bu durumun kamu hizmetlerini aksatmaması mümkün değildi.

İkinci Dünya Savaşı’nın olumsuz şartlarının en önemli etkilerinden biri 1940 yılında başlayan sıkıyönetim uygulamalarıdır. İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli illerinde 23 Ekim 1940 tarihinde bir ay süreyle ilan edilen, iki kez üç ay, bir kez de altı ay uzatılan sıkıyönetim, 18 Aralık 1941’de altı ay daha uzatıldı. Savaşın günlük yaşamdaki etkisi özellikle sıkıyönetim ilan edilen yerlerde pasif müdafaa dedikleri tatbikatlarla daha belirgin şekilde görüldü.

Örneğin Alman ordusunun Balkanları işgalinden sonra bir önlem olarak İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale’de oturan vatandaşların Anadolu’ya geçmeleri, böylece muhtemel bir savaştan sivillerin en az zararla kurtulmaları sağlanmak istenmiştir. Sıkıyönetim altındaki bu illerde yaşayanların, Sıkıyönetim Komutanlığı ve İstanbul Valiliğinin tebliği ile Anadolu’nun diğer yerlerine taşınması gündeme gelmiştir.

Büyük savaşın yoğun biçimde sürdüğü 1941 yılının Mayıs ayında, yalnızca ülkedeki gayrimüslimleri kapsayan gizli karar doğrultusunda 18-45 yaş arasındaki gayrimüslimler askere alındı. Çok güç şartlar altında geçen askerlik dönemi 27 Temmuz 1942’de sona ererken, bu kararın ardından Varlık Vergisi gündeme geldi.

İkinci Dünya Savaşı’nda kırsal kesimin üzerinde, arazi vergisi, hayvan vergisi ve yol vergisi olmak üzere üç tür vergi yükü bulunmaktaydı. Savaşla birlikte oranları da yükseltilen bu vergiler özellikle küçük çiftçiler üzerinde ağır yük oluşturuyordu. Örneğin 1941 yılında, bir çift öküz için devlete verilmesi gereken vergi yirmi kilo buğday fiyatına denk geliyordu. 1941 yılında savaş döneminin bu genel eğilimi sürdürülmüş, olağanüstü koşullar altında bozulan dengeleri düzeltmek için var olan vergilerde artırıma gidilmiş ya da yeni vergiler getirilmiştir.

Yıl içinde bu konudaki en önemli düzenleme 31 Mayıs 1941’de yayımlanan ve vergilerde artışı öngören kanundu. Buna göre beyannameye bağlı kazanç vergileri iki katına çıkarılmış, bir yıl önce serbest meslek erbabının kazanç vergisine yapılan zam bir misli artırılmış, dükkân ve mağaza gelirlerine daha önce yapılan yüzde yirmi beşlik zam, bu kez yüzde elli olarak belirlenmiş, koyun, keçi, sığır gibi hayvanlar için vergi getirilmiş, veraset vergisi artırılmış, tiyatro ve sinema resimleri yükseltilmiş, gümrük evrakından daha fazla resim alınmaya başlanmış, posta hizmetlerine zam yapılmış, lastik, çimento üzerine tüketim vergisi koyulmuş, kibritten alınan resim ile sigara ve içki fiyatları yukarı çekilmiş, yabancı ülkelerden Türkiye’ye gelen ithalat eşyası muamele vergisine tabi tutulmuştur. 1941 yılında getirilen vergiler, daha çok dolaylı vergi biçiminde düzenlendiği için halkın gündelik yaşamı üzerinde ağır bir yük oluşturmuştur.

O yıllar, siyasal ve toplumsal anlamda bir durgunluk dönemi gibidir. Toplumsal dinamikleri harekete geçirecek bütün enstrümanlar kısıt altında olduğundan, özellikle kent merkezlerindeki toplumsal yaşamda gözlenen kıpırdanmaların hemen tümü devletin ya da partinin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Söz gelimi, nisan ayında Bayan İnönü’nün daveti üzerine İstanbul’daki CHF merkezinde yapılan toplantıyla Hayırsevenler Cemiyeti kurulmuş, İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Lütfi Kırdar, Hayvanları Koruma Cemiyetini ziyaret ederek hayvanlar için yapılan hastaneyi gezmiş ve takip edilen usulleri tetkik etmiştir. 27 Ocak’ta Sağır ve Dilsizler Cemiyeti Kongresi, 24 Şubat’ta da Çiçekçiler ve Manifaturacılar Cemiyeti Kongresi düzenlenmiştir. Toplumsal cansızlığın Halkevleri aracılığı ile aşılması yönünde çabalar olsa da yaygın kitlelerin bu çabalardan haberi bile olmamıştır.

40’lı yıllardan bugünleri aydınlatan en önemli çabalar ise köy enstitülerinin yaygınlaşması ve dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi oldu. Anadolu’daki öğretmen ihtiyacını karşılamak, kırsal gelişim ve değişime öncülük etmek üzere 1940 yılında kurulan köy enstitülerinin sayısı 1941 yılında hızla çoğalıp yirmiye ulaştı.”

O dönemin yarattığı olumsuzlukların nedenini halk elbette anlayamıyordu. Otoriter anlayış bütün dünyada geçerli olduğundan, halkın hissiyatıyla da pek ilgilenilmiyordu ama günlük ihtiyaçların da bir şekilde karşılanması gerekiyordu.”

Şevket Süreyya Aydemir, aynı eserinde, 1940’lı yıllara ilişkin daha farklı bilgiler de veriyor:

“Dr. Refik Saydam’ın, 13 Temmuz 1942 yılında İstanbul’da ölümünden sonra yeni kabinede yer alan Ticaret Vekili Dr. Behçet Uz’un çok saf inanç ve telkinleriyle bu kabine, ziraat ve ticarette hemen hemen bütün kontrol ve tevzi kayıtlarını kaldırmıştı. Ziraat ve ticaret madrabazlarına, vatanın namuslu insanları gibi hitap ederek onları hükûmetin yardımına çağırmıştı. Halbuki alınan netice şuydu ki bütün piyasa ve mal hareketleri; ellerinden gelse teneffüs edilen havayı da millete ihtikâr maddesi yapacak kadar soysuzlaşmış bu insanların elinde allak bullak olmuştu. Fiyatlar birden şahlandı. Hâlbuki yeni ticaret vekili bu görevi alışından birkaç gün sonra, fiyatların mesut bir hadise ve güya hamiyetli çiftlik ağalarımızla namuslu tüccar vatandaşlar sayesinde yükselmeye değil, inmeye başladığını müjdeliyordu ama o bu nutkunu verirken resmî fiyatı 13,5 kuruş olan buğdayın serbest fiyatı, 30, 40, 50, 70 hatta 100 kuruşa doğru sıçrıyordu. Bu insafsızlık karşısında ne yapacağını şaşıran Başvekil Saraçoğlu 11 Kasım 1942 günkü nutkunda, milletvekillerine karşı ellerini çaresizlikle açarak, küçük, orta ve büyük şehirlerde devlet memurları ile düşük ve sabit gelirli 1 milyon 100 bin insanın devletin iaşe yardımına muhtaç olduğunu ilan ediyor, çaresizlikten yakınıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, “İkinci Adam”, 2. cilt, s. 344)

Sabahleyin erken kalkarak, gecenin gündüz olmak için geçirdiği değişime şahit olmayanlar, yeryüzünde hiçbir şey görmemişlerdir.

Alain

Çıranın İsinden Gözlerim Görmez Oldu

Henüz dokuz yaşındayken köyümden çıkmıştım ve aynı kaderi paylaştığım pek çok çocuk vardı. Benim gördüklerim, görmediklerimin yanında denizde damla sayılırdı. Dönemin şartları dikkate alındığında durumum hiç de yadırgatıcı değildi. Sonuçta geçtiğim süreç bir istikbal arayışıydı ama barındığım ve ders çalıştığım ortam hiç iç açıcı değildi. Üstelik benim oraya gittiğim yıllar, Türkiye’nin en kasvetli yıllarıydı.

Karaların evindeyken, içeride çocuklarla yatmaktan huzursuz olunca kendim için kapının ağzına bir seki yaptırmıştım. Havalar ısındığında çoklukla orada yatmaya başlamıştım. Çoğu kez karlı günlerde de orada yatıyordum. Bazı günler, damdan düşen karlardan yatağın üzeri ak pak oluyordu. Soğuğa alıştığımızdan mıdır, çaresizlikten midir nedir, üşümezdim. Kibritle çıramı yakar, sabah gün ışımadan ezber yapardım. O yüzden gözlerim, yüzüm hep is olurdu. Arada yüzümü gözümü silip, yıkayıp yine ezber yapmaya devam ederdim. Bu nedenle çalışırken gözlerim yanıyordu. Bir zaman geldi, gözlerim iyi görmediği için ders yapamaz oldum. Babama, “Gözlerim görmüyor, ne yapacaksa yapsın, beni buradan götürsün.” diye haber gönderdim çünkü ders yapamıyordum. Dersimi öğrenemeyince de hoca beni dövüyordu. Hocaya, “Gözlerim görmediği için ders yapamıyorum.” diyemiyordum.

Gönderdiğim haber üzerine babam, annemle birlikte bir gün çıkıp geldi. O vakitler etrafta benzer sorunlar yaşayan insanlar olduğunda, halk kültüründe bilinen bir tedavi yöntemi vardı. Bu nedenle babam gelirken yanında ciğer de getirmişti. Gelir gelmez telaşlı telaşlı gözlerime baktı, sonra yanındaki ciğeri bir tavaya doğradıktan sonra yanan ocakta kavurmaya başladı. Yüzümü de kavrulan ciğerin buharına tuttu. İki üç saat kadar o şekilde durdum. Bir süre sonra yüzümde terleme olurken, gözlerimden de yaşlar damlamaya başladı. Ertesi gün gözlerim ışıl ışıl oldu.

Her şeyin anahtarı sabırdır. Civcivi, yumurtaları kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak değil.

Arnold Closow

Denetimi Jandarma Yapıyordu

Kur’an-ı Kerim’i güzel okumak için tecvit bilmek gerekir. Tecvit bilmeden de Kur’an okuyabilirsiniz ama ahenkli bir okuma için tecvit bilmek şarttır. Biz Kur’an dışında tecvit de öğrendik. Gerçi Arapça da okuyacaktık ama o dönem devlet izin vermiyordu. Bazen şikayet üzerine, bazen de şikayetsiz olarak jandarma denetime geliyordu. Şimdi kimsenin beğenmediği posta memurları, o zamanlar birer Azrail idi. Tahsildarlar da keza. Tahsildar gelir, hocanın sakalından tutup hesap sorardı. “Ne öğretiyorsun sen bu bebelere!” derdi. Halk da bu türden muamelede bulunanlara, “Ekinleri çürüttünüz, bize vermediniz, şimdi de bebeyi beliği geri koyuyorsunuz!” diye tepki gösterirdi. Böyle tepki verenleri götürürlerdi karakola, bir ton sopa atarlardı.

Halk jandarmayla gelen sivil memurlara kızardı. “Bu çocukları körlüyorsunuz. İyi kötü bu çocukların hepsi Kur’an okuyacak, vaiz olacak, müftü olacak.” dendiği zaman, hadi bakalım doğru karakolun yolu gözükürdü. Hoca, halk gibi tepki vermezdi. Genellikle köyün içindeki insanlar böyle tepki verirdi. Hatta benim Kalfat’a gittiğim sene bir jandarma geldi. Ben de Sübhaneke’den başlamış, sureleri yeni yeni öğreniyordum. Jandarma elimizdeki kitapları aldı, ayağının altında çiğnedi. Biz bir şey yapmadık. Korku dolu gözlerle Jandarmayı izledik. Jandarma giderken hocaya döndü, “Hoca Efendi bu çocukların elinde bu cüzü bir daha görmeyeceğim.” diye uyardı. Hoca da “Tamam tamam.” dedi. O olaydan sonra kapıya bir nöbetçi dikilmeye başlandı. Nöbetçi, jandarma geliyor dediğinde kitapları saklıyorduk.

Devlet, Arap harflerinin öğretimini yasaklamıştı ama biz bunu o vakit öyle düşünmüyorduk. Devlet, Kur’an öğrenilmesini yasakladı diye biliyorduk. Bir taraftan Kur’an öğretmeyin deniyordu, diğer taraftan her yer kitap satanlarla doluydu. Bir taraftan öğretmeyin deniyordu ama Diyanet kitap çıkartıyordu. O zamanın vaizi, müftüsü vardı.

Kalfat’ta Kur’an’ı okuyup ezberlemenin yanında, kaideli ve güzel okumayı da öğrenmiştik. Nihayetinde imamlık yapacağımız için hitabet dersi de almıştık.

Şimdi Kur’an kursları öğrenci bulamazken, o zaman odalar hafızlarla dolup taşıyordu. İlkokula giden talebeden çok, hafızlık yapan talebe vardı. Kâzım Hoca’nın yetmiş seksen talebesi vardı. Yetmiş seksen tane de Hafız Tığlı’nın vardı. Hafız Sadık’ın, Hafız İdris’in talebesi daha fazlaydı. Bu öğrenciler hep köylerden gelirdi. Şabanözü, Kurşunlu, Karapazar, Kırsakal, Sakalin, Ödek, Karaveran gibi yerlerden gelirlerdi.

You have finished the free preview. Would you like to read more?