Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v.), evlattan evlada kalacak bir devlet ve saltanat kurmak için gelmedi ki erkek çocuğu kalmadı diye endişe edilsin. O ancak insanları, Allah’a ortak koşmaktan, sapkınlıktan kurtarmak için geldi. Kıyamete kadar da kalacak bir din bırakıp gitmek için gönderildi.

Belki arkasında erkek çocuğu kalmaması bile bu nükteye bir işaret ve bu bakımdan hikmete uygundu. İmansızlar fırsat buldukça onu, böyle laf atmalarla incitirlerdi. Fakat amcası Ebu Talib’in koruması altında bulunduğundan, başka bir şey yapamazlardı.

Ebu Bekir’in (r.a.) aşireti kalabalık olduğundan, ona da bir şey diyemezlerdi ama öteki müminlere eza cefa ederlerdi. Onları İslam dininden döndürmek için çok çalışırlardı. Öyle ki Ammar bin Yasir‘in annesi Sümeyye Hatun’u İslam dininden döndürmek için eziyet ederlerken Ebu Cehil bir mızrakla zavallıyı şehit etmiştir.

Bilâl-i Habeşî ki kölelerden ilk önce İslam’la şereflenen odur. Kureyş kâfirleri ona çeşitli eziyetlerde bulunurlardı. Öyle ki boynuna ip takarak çocukların ellerine verip, Mekke sokaklarında dolaştırırlardı. Hz. Bilâl ise “Allah (c.c.) bir, Allah (c.c.) bir.” der, dininden asla caymazdı. Bütün bunlardan ötürü, İslam olanlardan bazıları Müslümanlığını belli edemeyip gizli tutarlardı.

Hz. Ebu Bekiri’s-Sıddık (r.a.) ise inandığı günden beri İslam olduğunu açığa vurduktan başka, kabiliyetli gördüğü kimseleri de inandırmaya çalışır, imana gelen köleleri sahiplerinden satın alarak serbest bırakırdı.

Kâfirlerin, Müslümanlara yaptıkları eza ve cefa günden güne arttığından, Fahr-i Âlem, peygamberliğinin beşinci yılında Müslümanların Habeş ülkesine göçmelerine izin verdi.

Önce Osman İbni Affan ile hanımı ve Resul-ü Ekrem’in kızı olan Hazreti Rukayye, Zübeyr İbni’l-Avvam, Osman İbni Maz’ûn, Abdullah İbni Mesud ve Abdurrahman İbni Avf, Mekke’den çıkıp deniz kenarına vardılar. Denizden Afrika yakasına geçtiler ve Habeş Meliki Necâşi’nin yanına gittiler.

Ondan sonra, Hazreti Ali’nin ağabeyi olan Cafer İbni Ebu Talib de hicret etti ve onların yanına gitti.

Necâşi Hristiyan olsa da ülkesine göç eden Müslümanlara yer verip gereken saygıyı gösterdi. Doğrusu, insanlığa bir çeşit hizmet etmiş oldu.

Daha sonra Müslümanlardan birçokları, birbiri arkasından oraya gittiler. Böylece Necâşi’nin yanında Müslümanlar epeyce çoğaldı.

Müslümanların Habeşistan’da çoğalmasından, İslam dininin daha geniş bir çevreye yayılmasından dolayı Kureyşliler endişeye düşüp düşünceye daldılar. Hemen İslam göçmenlerini geri çevirmek için Abdullah İbni Ebu Reb’ia ile Amr İbni’l-As’ı gönderdiler. Onlar da Necâşi’nin yanına gidip, ondan Müslümanların kendilerine teslim olunmasını istediler.

Necâşi ise kendisine sığınanları düşmanlarının eline teslim etmeyi insanlığa aykırı gördü. Onlara ret cevabı verdi. Böylece ikisi de elleri boş dönüp Mekke’ye geldiler.

Hâtemü’l-Enbiya (s.a.v.) peygamberliğinin altıncı senesinde bir gün Safa’da otururken Ebu Cehil oradan geçip kendisine sövdü. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir şey demeyip susmuşsa da Abdullah bin Cüd’ân’ın bir cariyesi bunu işitti. Resul-ü Ekrem’in amcası olan Hamza bin Abdül-Muttalib o gün ava çıkmıştı. Evine dönüşte, her zaman yapageldiği gibi tavaf için silahları üzerinde olduğu hâlde Harem-i Şerif’e gitti.

Ne var ki Hamza, Kâbe’ye giderken o cariye Ebu Cehil’in Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sövdüğünü kendisine haber verdi. Hamza, daha imana gelmemişse de kardeşinin oğlu hakkında kötü söz söylendiğini işitince akrabalık damarları harekete geçti, hemen Kureyşlilerin toplandığı yere vardı. “Benim kardeşimin oğluna söven, hatırını kıran sen misin?” diyerek boynundaki ok yayı ile Ebu Cehil’in başını yardı. Orada bulunan bazı kimseler Hamza’nın üzerine saldıracak oldular. Az kaldı ki büyük bir kavga çıkacaktı. Fakat Ebu Cehil, “Dokunmayınız! Hamza’nın hakkı vardır çünkü ben onun kardeşinin oğlu hakkında gerçekten kötü sözler söyledim.” diye engel oldu. Sanki insaf ve anlayış sahibiymiş gibi davrandı.

Hamza’yı başından savdı. Kendi dostlarına da “Aman ona ilişmeyiniz. Varıp kızgınlıkla Müslüman olur. Muhammed’in (s.a.v.) taraftarları kuvvet bulur.” diye öğüt verdi. Çünkü Hamza Kureyş içinde değerli, saygı gören, üstelik çok yiğit bir adamdı. Daha imana gelmemişse de Araplar arasında akrabaya düşkünlük aşırı olduğundan, kardeşinin oğlu için her şeyi göze almıştı.

Ebu Cehil’in de akraba ve taraftarları çok olmakla birlikte, aralarında kavga büyüdüğü takdirde Hamza’nın tarafına da geçenler olur, ister istemez bunlar da Müslümanlara arka çıkardı. Ebu Cehil ise bütün aklını fikrini sırf İslam’ın kuvvetlenmemesi uğrunda kullanıyordu.

Hamza’nın yüzünden Kureyş içine bir ayrılık düşerse Müslümanların kuvvet bulmasından çekiniyordu. Yoksa Ebu Cehil, Kureyş ulularından, hatırı geçen, sözü dinlenir, etkili, taraflısı çok ve kimseden korkmaz bir herifti. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), “Ya Rabbi! Bu dini Ebu Cehil ya da Hattaboğlu Ömer’le kuvvetlendir.” diye Allah’a (c.c.) dua etmişti çünkü o zaman Kureyş içinde en çok sözünü yürüten, hatırını saydıran bu ikisiydi. Resul-ü Ekrem’e en fazla düşmanlık gösteren de onlardı.

Kısacası Ebu Cehil, Hamza’nın tamamen Muhammed’e (s.a.v.) taraftar olmaması için, başını yarmışken ondan öç alma sevdasına düşmedi.

Hamza ise İslam’la şereflenmeye pek hazır olduğu hâlde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına giderek, Ebu Cehil’le aralarında geçen olayı anlatıp gönlünü aldı.

Resul-ü Ekrem de ancak kendisinin iman etmesiyle teselli bulup sevineceğini belirtti. Bunun üzerine Hamza hemen kelimeişehadet getirdi.

Hz. Hamza (r.a.) İslam’la şereflenince, bundan böyle Hz. Muhammed’i (s.a.v.) koruyup gözeteceğini Kureyşlilere ilan etti. Bunu belirten güzel bir kaside söyledi. Onun iman etmesiyle İslam dini çok kuvvetlendi. Müslümanlar fazlasıyla memnun oldu. Bu ise Kureyşlilere pek zor geldi.

Bunun üzerine Kureyş’in ileri gelenleri danışma toplantısı yaptılar.

“Muhammed’e bağlananlar gittikçe çoğalıyor, bu işin sonu fena görünüyor. Zamanla buna bir çare düşünmelidir.” dediler. Her biri bir fikir ileri sürdü, Ebu Cehil de “Muhammed’i öldürmekten başka çare yoktur. Bunu kim başarırsa ona şu kadar deve bu kadar para veririm.” dedi.

Hattaboğlu Ömer yerinden kalkarak, “Bu işi Hattaboğlu’ndan başka yapacak yoktur.” dedi. Toplantıda olanlar, Ömer’i alkışladılar. “Haydi Hattaboğlu! Görelim seni!” dediler. Ömer de hemen kılıcını kuşanıp gitti. Giderken yolda Nuaym bin Abdullah’a rastladı. Ömer’i kılıcı belinde, pek kızgın giderken gören Nuaym, “Nereye ey Ömer?” diye sordu. O da “Arap milletinin arasına ayrılık sokan Muhammed’in vücudunu dünyadan kaldırmaya gidiyorum.” diye cevap verdi.

Nuaym, “Ey Ömer! Zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed’in arkadaşları, onun başucunda dolaşıyor. Bunu başarmak güçtür. Tutalım ki başardın, sonra Abdül-Muttaliboğullarının elinden kurtulamazsın.” dedi.

Ömer bu söze kızdı, “Öyleyse sen Muhammed’e bağlananlardansın. Önce senin işini bitirmeliyim.” diye kılıcına el attı. Nuaym, “Ey Ömer! Sen beni bırak. Kız kardeşin Fatıma ile kocası Said bin Zeyd‘e bak, ikisi de Müslüman oldu.” dedi. Ömer, onların İslam’a girdiğine inanmadı. Nuaym, “Eğer inanmazsan araştır, anlarsın.” dedi.

Ömer’in bu hareketi, aslında çok tehlikeliydi çünkü kalkıştığı işin üstesinden gelmiş olsa bile anında din davası bir tarafa bırakılacak, Arap geleneği gereğince büyük bir kan davası doğacaktı. Kureyş kavmi iki kısma ayrılıp, arada büyük vuruşmalar olacaktı. Böylece yalnız Ömer bin Hattab değil, belki bütün Hattab soyu yok olacaktı.

Fakat Ömer, görüş ve kararından dönmeyen, çok yürekli bir yiğitti. Başkaları uğruna kendisini meydana attı. Ama kız kardeşi Fatıma’yla kocası Said’in İslam olup olmadıklarını merak ettiğinden, ilk önce onların evine gitti. Meğer o sırada Tâ Hâ Suresi indiğinden Said’Ie Fatıma, onu bir sayfa üzerine yazdırıp, ashaptan Habbab bin Eret’i evlerine götürüp, ondan adı geçen sureyi öğreniyorlarmış.

Ömer, o evin köşe başında dolaşırken, onların okumasını işitince hemen sertçe kapıyı çaldı. Ömer’in, kılıcı belinde, öfkeli bir hâlde geldiği görülünce Said ve Fatıma telaş ederek o sayfayı sakladılar, Habbab’ı da bir köşeye gizlediler.

Kapı açılıp da Ömer içeri girer girmez, “Okuduğunuz neydi?” diye sordu. Said, “Hayır, bir şey yok.” diyerek telaşla cevap verdi. Ömer, öfkelenerek, “İşittiğim demek doğruymuş. Siz de Muhammed’in büyüsüne kapılmışsınız.” diyerek Said’in yakasından tuttu, onu yere attı. Fatıma onu kurtarayım derken, Ömer onun yüzüne de bir tokat vurdu. Hemen yüzünden kan akmaya başladı. Ömer, kız kardeşinin yüzünden kan aktığını görünce pişmanlık duydu. Bu yüzden kızgınlığı geçti. Gerçi Fatıma kanlar içinde kaldı ve canı yandı ama gayrete gelip din duygusu uyandı. Yüce Allah’a dayandı.

Ona, “Ey Ömer! Niçin Allah’tan (c.c.) utanmazsın. Ayetler ve mucizelerle gönderdiği peygambere inanmazsın. İşte ben ve kocam İslam’la şereflendik. Başımızı kessen bundan dönmeyiz.” dedi. Şehadet getirdi.

Ömer, ne yapacağını şaşırdı. Hemen yere oturdu, “Hele şu okuduğunuzu çıkarınız.” diyerek yumuşaklık gösterdi. Fatıma, o sayfayı getirdi, Ömer’e verdi. Ömer, okumayı bilirdi. Tâ Hâ Suresi’ni okumaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in fesahat ve belagati, mana ve meziyetlerinin tatlılığı, letafeti Ömer’in kalbini son derece etkiledi.

Yukarıdan aşağıya doğru okuyarak, manası, “Göklerde, yeryüzünde ve bunların arasında, toprağın altındaki şeyler, hep O’nundur.” demek olan ayete kadar geldi.

Ömer, bu ayetin manasına dikkat ederek, derin bir düşünceye daldı. Kız kardeşine dönerek, “Ey Fatıma! Bütün bu yaratılanlar hep sizin taptığınız Allah’ın mıdır?” diye sordu. Fatıma, “Evet, öyledir. Şüphe mi var?” diye cevap verdi. Ömer, “Ey Fatıma! Bizim bin beş-yüz kadar süslü püslü putlarımız var. Hiç birisinin yeryüzünde bir kırat mülkü yok.” diye söylenerek şaşkınlık ve kararsızlık gösterdi. Fakat Hak dine iyice meyletti. O ayetin alt tarafına baktı: “Başka tapacak yoktur. Ancak O’dur. En güzel isimler O’nundur.” manasına gelen ayeti gördü. Bu ayetin manasını düşündü, iradesi elinden gitti. O anda göğsü gürleyerek kelimeişehadet getirdi.

 

Habbab, bunu işitince tekbir getirerek gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıktı. “Ey Ömer! Hz. Peygamber, ‘Ya Rabbi! Bu dini Ebu Cehil’le ya da Hattaboğlu Ömer’le kuvvetlendir.’ diye dua etmişti, işte bu mutluluk sana nasip oldu.” diye Ömer’i müjdeledi.

Ömer’in İslam dinine karşı olan düşünce ve tutumu tamamen düzeldi. Hemen, “Resul-ü Ekrem nerededir?” diye sordu. O gün, Resul-ü Ekrem, Safa yakınında bir evde ashabıyla gizlice görüşüyordu. Habbab (r.a.), Ömer’i alıp oraya götürdü. Ömer, varıp o evin kapısını çaldı. Kapıda ashaptan biri gözcülük yapıyordu. Ömer’in silahlanmış olarak geldiğini bildirdi. Ömer, gerçekten korkulan bir adam olduğu için onun bu şekilde gelişinden Hz. Muhammed’in (s.a.v.) seçkin arkadaşları ürktüler.

Hamza (r.a.) ise “Ömer’den korkacak ne var? Eğer iyilik için gelmişse hoş geldi, safa geldi. Yok böyle değilse, o kılıcını çekmeden ben onun başını yere düşürürüm.” derken Ömer içeri girdi. Ashap, Ömer’e güvenemediği için biri sağından, diğeri solundan tutarak peygamberin (s.a.v.) yanına getirdiler. Oysa evvelce Cebrail gelip, Ömer’in imana geldiğini, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına gelmek üzere olduğunu Resul-ü Ekrem’e bildirmişti.

Ashap, Ömer’in gelişinden telaş ederken Resul-ü Ekrem gülümsüyordu. O şekilde Ömer’i içeri getirdiklerinde Hz. Peygamber (s.a.v.), “Bırakınız.” dedi. Hemen bıraktılar. O da gelip Hz. Muhammed’in (s.a. v.) önünde diz çöktü.

Resul-ü Ekrem, Ömer’in kolundan tutarak, “İmana gel ey Ömer!” diye buyurdu. O da kalbinin bütün samimiyetiyle şehadet getirdi.

Bu olaydan dolayı ashap o kadar sevindi ki o ana kadar biri imana gelse herkese duyurulmazken, bu sefer yüksek sesle tekbir aldılar. Bu ses bütün Mekke sokaklarında yankılandı.

Önce Hz. Hamza’nın, üç gün sonra da Hz. Ömer’in iman etmesiyle İslam dini epeyce kuvvet buldu. Bunun üzerine Ömer (r.a.), “Arkadaşlarımız ne kadardır?” diye sordu. Onlar da “Seninle beraber tam kırk kişiyiz.” dediler. “Öyleyse ne duruyoruz, çıkalım, Kâbe’ye gidelim, Allah’ın adını yüceltelim.” deyince, hepsi beraberce kalkıp gittiler. En önde Ömer, sonra Ali, sonra Resul-ü Ekrem, sağında Ebu Bekir, solunda Hamza ve arkasında diğer ashap olduğu hâlde yürüyerek Kâbe’ye gittiler.

Kureyş’in ileri gelenleri, Kâbe’de toplanıp, Ömer’den bir haber beklemekteyken, bir de ne görsünler: Ömer, Müslümanların önüne düşmüş geliyor. Birbirlerine, “Baksanıza Ömer bütün Müslümanları arkasına takmış getiriyor.” dediler.

Ebu Cehil, cin fikirli, şeytan bir herif olduğundan, bu gelişi beğenmedi. Koşup ilerledi, “Hayrola ey Ömer bu ne?” diye sordu. Hz. Ömer ağırbaşlılığını bozmadan, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Cehil, ne diyeceğini şaşırdı. Diğer Kureyş ileri gelenleri de şaşkındı.

Hz. Ömer (r.a.) herkese karşı, “Beni bilen bilir, bilmeyen bilsin ki Hattaboğlu Ömer’im!” dedi. Bu söz üzerine Kureyşlilere büyük bir şaşkınlık geldi. Hemen birer yana savuştular.

İşte o gün, Müslümanlar Kâbe’de saf bağlayıp, açıkça tekbir alarak meydanda namaz kıldılar. Kureyşliler baktılar ki Müslümanlar günden güne çoğalıyor, İslam dini kuvvetleniyor. Gerçi kavmin başkanı olan Ebu Talib iman etmemişse de Hz. Peygamber’i evladı gibi koruyup gözetiyor, Haşimoğullarından diğer iman etmeyenler de onunla beraber olup aşiret ve akrabalık gayretini güdüyordu.

Bütün olup bitenleri aralarında görüşüp danışarak enine boyuna ölçtüler, biçtiler. Sonunda peygamberliğin yedinci senesinin başlarında Müslüman olsun veya olmasın, bütün Haşimoğullarıyla görüşüp konuşmaktan vazgeçtiler. Bundan sonra Haşimilerle alışveriş etmemek, onlardan kız almamak ve onlara kız vermemek üzere aralarında söz birliği ederek, bu kararlarını bir antlaşma hâline getirip Kâbe içine astılar. Buna aykırı hareket etmemek üzere ant içtiler.

Bu yüzden Haşimoğulları, Müslüman olsun veya olmasın, hepsi, Şi’b-i Ebu Talib’de sanki kuşatılmışlardı. Fakat Ebu Leheb, onlardan ayrılarak diğer kâfirlerle beraber oldu.

Şi’b-i Ebu Talib, Mekke’de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğduğu bir mahalledir. Haşimoğullarının evleri hep oradaydı. İlk önce başkanları Abdül-Muttalib olduğundan o mahalleye Şi’b-i Abdi’l Muttalib denirdi. Ondan sonra Ebu Talib kavmin başkanı olunca Şi’b-i Ebu Talib dendi.

Bu defa Ebu Leheb’den başka bütün Haşimoğulları, Ebu Talib ile beraber orada kalıp, diğer Kureyşlilerle görüşmekten ve aralarına karışmaktan kesildiler. Öteki mahallelerde evleri olan Müslümanlar da mahalle ve semtlerini terk ederek oraya çekildiler.

Haşimoğulları, akrabalık gayretiyle Resul-ü Ekrem’i düşman şerrinden korumaya çalışır ve Müslümanlar ise daima Hazreti Peygamber’in çevresinde pervane gibi dolaşırlardı. İşte o sırada, yani peygamberliğin sekizinci senesinde “Ay’ın parçalanması” mucizesi meydana geldi.

Kureyş’ten bazıları, mehtaplı bir gecede Resul-ü Ekrem’den mucize istediler. O da dua etti, Ay iki parça oldu. Öyle ki bir parçası bir tarafta, diğer parçası başka bir tarafta görüldü.

O hâldeyken Resul-ü Ekrem, “Ey falan ve filan! Şahit olunuz.” diye buyurdu ve oradakiler, Ay’ın öylece ikiye bölündüğünü hep gördüler.

Müşrikler, yani Allah’a ortak koşanlar yine iman etmeyip, “Bu da Muhammed’in gösteregeldiği sihirlerden biridir.” dediler. Eskisi gibi Müslümanlara, belki bütün Haşimoğullarına düşmanlık etmeyi sürdürdüler.

Şi’b-i Ebu Talib’de Müslümanların kuşatılması iki yıldan fazla sürdü. Bu durum onlara pek çok sıkıntı verdi. Çünkü Müslümanlardan biri pazara gitse müşrikler dayanılmaz derecede eza ve cefa ederdi. Hac mevsiminde tüccardan biri, Haşimoğullarıyla alışveriş etmeye kalksa engel olurlardı.

Kısacası Müslümanlar, çarşı ve pazarda serbest gezemezlerdi. Hz. Ali bile o zaman Resul-ü Ekrem’in mutlu evinde bulunduğu hâlde Müslümanlığını belli etmiyor, gizliyordu. Ama Hz. Hamza (r.a.) kılıcı sayesinde Müslümanlığını açıklayarak istediği yerde gezip dolaşıyordu. Hz. Ömer ise müşriklerle karşı karşıya gelerek korkusuzca uğraşırdı.

Bütün ashabın büyüğü olan Hz. Ebu Bekir (r.a.), Kureyşliler içinde çok hatırı sayılır bir kişi olduğu hâlde, o bile kavmi tarafından soğuk karşılanıyordu fakat asla aldırmayıp, müşriklerin sözlerine bakmayıp açıkça namaz kılardı. Baştan beri İslam’a faydalı gördüğü kişilere el altından çağrıda bulunurdu.

Kureyşlilerin Müslümanlar hakkında bu derece sertlik göstermeleri, onları İslam dininden döndürmek, hiç olmazsa İslam dininin daha çok ilerlemesini engellemek içindi. Düşünmüyorlardı ki güneş balçıkla sıvanmaz, Allah’ın (c.c.) yaptığı mum, onların soğuk nefesleriyle sönmez.

Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, Müslümanlar bildiğinden şaşmıyor, din gayretleri kuvvet buluyor, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mucizeleriyle İslam dini her tarafa yayılıyordu.

Müslümanlar, sonsuz âlem olan ahiret mutluluğuna erişmek için bu geçici âlemi, yani dünyayı hiçe sayıp, dinleri uğrunda her şeyi bir kenara itmişler; kimi yurtlarını bırakarak Habeşistan’a gitmiş, kimi de her türlü tehlikeleri göze alarak Ebu Talib Mahallesi’nde kuşatılmış gibi kalmayı benimsemişlerdi.

Diğer akıl ve insaf sahipleri de onun mucizelerini görerek, hak peygamber olduğunu bilerek; birer birer imana gelmekteydi. Çünkü son peygamber, geçmiş milletlerin hâllerinden habersiz bir kavmin içinde, âlimleri bulunmayan bir şehirde büyüdü. Başka ülkelere giderek ders almadığı, herkesin bildiği bir şeydi. Kısaca Nebiy-yi Ümmi idi.

Hâlbuki yüce Allah (c.c.) vahiy ve başka yollarla, kimselerin bilmediği nice ilimleri bildirir; Tevrat, İncil ve diğer kutsal kitaplardaki emirleri doğru olarak haber verirdi. Bu durum, onun peygamberliğine yeter bir delil olup, başkaca ispata hacet yokken, daha nice nice mucizeler gösterdi.

Fahr-i Âlem’in mucizeleri pek çoktur. Onları saymaya ise bu kitabın imkânı yoktur. Ama fırsat geldikçe bazıları anlatılmış, bazılarının da bundan sonra sırası geldikçe bahsedilmesi uygun görülmüştür.

En büyük mucizelerinden biri, belki birincisi Kur’an-ı Kerim’dir ki kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü her asırda, halkın gözünde her ne itibar bulmuş ve meşhur olmuşsa, o asırda gönderilen peygamberin mucizeleri de ona göre olurdu.

Mesela Musa (a.s.)’ın zamanında sihirbazlık çok şöhret bulduğundan, yüce Allah (c.c), onun asasını ejder yapmak gibi, sihirbazlara üstün gelecek mucizeler verdi.

İsa (a.s.)’ın zamanında ise hikmet ve tıp ilmi fazlasıyla itibar gördüğünden, yüce Allah (c.c), onu körlerin gözlerini açmak ve ölüleri diriltmek gibi doktorların yapamayacağı mucizelerle gönderdi.

Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) saadet asrında ise şiir ve hatiplik, çok itibar ve şöhret bulmuştu. Arapların gerek şehirli olanları, gerek göçerleri arasında fesahat ve belagat, insana ayar taşı, fazilet ölçüsü olmuştu. Nitekim daha önce belirttiğimiz gibi Araplar birbirlerine karşı fesahat ve belagat ile övünürler, kimi muallekat-ı seb’a, yani yedi askı ashabı gibi eşsiz kasideler söyleyerek öteki şairlere meydan okurlardı. Kimi Suk-u Ukâz Panayırı gibi büyük toplantılarda halka vaaz ve nasihat yollu güzel hutbeler okurlardı. Şehirlerde düzgün fesahat ve üstün belagat olduğu gibi, göçerler de gayet ölçülü, sade ve güzel şiirler, hutbeler meydana getirirlerdi. Hepsi de şiir olsun veya olmasın, etkileyici sözler söylerdi.

Bundan dolayı Fahr-i Âlem’e belagatin, yani edebiyatın en yüksek tabakasında olan bir kitap indirildi. Onun gibisini meydana getirmekten, hiç olmazsa bir suresine benzer bir şey söylemekten bütün şair ve hatipler âciz kaldı.

Hâlbuki sure sure ve ayet ayet indikçe, Resul-ü Ekrem onu ümmetine bildirir, “Buna benzer bir söz söyleyemezsiniz.” diyerek bütün şair ve hatiplere meydan okurdu.

O sırada, “Bu Kur’an’ın eşini meydana getirmek üzere bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı olsalar da onun benzerini meydana getiremezler.” manasına gelen ayet geldi.

Kur’an-ı Kerim’i inkâr eden, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı çıkan bunca şair ve hatipler içinden bir kişi ya da grup çıkıp da onun kısa olan bir suresinin bile benzerini ortaya koyamadı.

Ayetlerin bazısında az kelimenin çok manaya işareti var. Ve bazısındaki uzun uzun anlatışta ise bambaşka bir güzellik ve tatlılık var. Buralarını ancak şair, edip ve hatipler bilir, layıkıyla zevkine onlar varır. Kur’an-ı Kerim’i tekrar tekrar okumakla insana hoşnutluk ve tatlılık gelir. Okudukça okuyası gelir. Oysa bir şiir ya da düz bir yazı, ne kadar güzel olsa da birkaç kere okuduktan sonra insan usanır.

Bunun içindir ki edip, şair ve hatiplerden akıl ve insafı olanlar, hemen İslam ile şereflendiler. İmana gelmeyenler ise insan gücünün dışında bir söz olduğunu açıkça söyleyip, itiraf edip, karşı durmayı bırakarak bir yana çekildiler.

Nitekim Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden Velid İbn Mugire, bir gün Seyyidül-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına gelip, “Bana biraz Kur’an oku, dinleyeyim.” dedi.

Resul-ü Ekrem de “Şüphesiz ki Allah (c.c.) adaleti, iyiliği (özellikle) akrabaya vermeyi emreder. Kötülükten ve zorbalıktan yasaklar. Umulur ki dinleyip tutarsınız.” manasına gelen ayeti okudu.

Velid İbn Mugire, bunu cankulağıyla dinledi. “Allah’a yemin ederim ki bunda bir tatlılık ve üzerinde hoş bir güzellik var. Pek derin ve çok yararlı bir sözdür. Onu insan söyleyemez.” diyerek hayranlığını belirtti. Kavmine dönüp, “Sizin içinizde şiirin ne olduğunu benden iyi bilen kimse yoktur. Şiirin her çeşidini ve cin şiirlerini hepinizden güzel bilirim. Muhammed’in okuduğu söz, bunların hiç birine benzemez. O söz, her söze üstün gelir. Ona hiçbir söz karşı çıkamaz.” dedi.

Yine bir gün Hz. Muhammed (s.a.v.), Harem-i Şerif’in bir köşesinde otururken, diğer tarafta da Kureyş müşrikleri oturuyorlardı. İleri gelenlerinden Ebu’l-Velid diye bilinen Utbe İbn Reb’ia, diğerlerine, “Ne dersiniz gidip de Muhammed’e biraz öğüt versem, ‘Bizden ne istersen verelim ve seni istediğin rütbeye eriştirelim. Tek bizim tanrılarımıza söz etme, dinimize karışma ve saldırma.’ desem, ola ki kabul eder de aradan bu çekişme gider.” deyince, “Ne zararı var, bir kere nasihat ediver.” dediler.

Utbe, Resul-ü Ekrem’in yanına gitti. O yolda birçok sözler söyledi, aklınca hayli nasihat etti. Resul-ü Ekrem, “Sözün bitti mi?” diye sordu. Utbe, “Evet.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem, “Öyleyse şimdi beni dinle.” diye buyurdu.

Hemen, “Bismillahirrahmanirrahim. Hamim tenzilün minerrahmanirrahim.” diye Secde Suresi’ni okumaya başladı. Secde ayetine gelince, kalkıp secde etti. “İşittin mi ey Ebe’l Velid!..” dedi. Utbe, “İşittim. İşte sen, işte O.” diyerek yerinden doğruldu ve bozuk düzen dostlarının yanına gitti.

Ne oldu? diye sordular. “Hiç sormayın. Bir söz işittim ki ömrümde benzerini işitmemişim. Allah’a yemin ederim ki bu söz şiir değil, sihir değil, kâhinlik değil, ey Kureyşliler! Beni dinlerseniz bu adamı kendi hâline bırakınız.” dedi.

 

Kâfirler, bunca mucizeleri görüp, arka arkaya inen ayetleri işitip Resul-ü Ekrem hakkında ne diyeceklerini şaşırdılar. Kimi mecnun, kimi kâhin, kimi şair, dedi. Hiçbirinin yakışık almadığını kendileri de anladılar. Hatta Kureyş kavmi, İslam dininin etrafa yayılmasından korktukları için, bir sene hac mevsimi geldiğinde bir yere toplandılar. “Her taraftan Arap kabileleri gelmek üzeredir. Muhammed hakkında ne diyeceksek ona karar verelim ve sözü bir edelim de birbirimizi yalana çıkarmayalım.” dediler.

İçlerinden bir kısmı, “Kâhindir, diyelim.” deyince, Mugireoğlu Velid, “Kâhin değildir. Sözleri asla kâhin sözüne benzemez.” dedi. “Öyleyse mecnundur, diyelim.” dediklerinde, Velid İbn Mugire, “Mecnun, desen kim inanır? Onda asla delilik işareti yok.” dedi. Bunun üzerine bazıları, “Şairdir, diyelim.” deyince, Velid İbn Mugire, “Şair değildir çünkü şiirin bütün çeşitlerini biliriz. Onun sözleri, bu çeşitlerin hiçbirine ne uyar ne de benzer.” dedi. “Şair değilse, büyücü, diyelim.” dediklerinde ise Velid İbn Mugire, “Büyücüye neresi benzer? Okuyup üfürmesi yok, düğüm bağlaması yok, büyü işlerine benzer bir işi yok. Bu yüzden büyücü de diyemeyiz.” dedi. “Öyleyse ne diyelim?” dediler. Velid İbn Mugire, “Ne demeli bilmem fakat şu söylediğiniz sözlerin hiçbirisi yakışık almaz. Hangisi söylense inanılmaz.” dedi.

Özetle Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hakkında ne diyeceklerine bir türlü karar veremediler çünkü peygamber demekten başka yakışık alır bir sıfat bulamadılar. Buna da razı olamadılar.

Resul-ü Ekrem ise her sene hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp çevreden gelen kabilelere, “Ey falan oğulları!” diye, hepsine uygun olarak seslenerek, yerine göre uygun düşen ayetleri okur, onları Hak dine çağırırdı. Böylece kabilelerden birçok kişi İslam’la şereflenmekte ve İslam dini, Arabistan’ın her tarafına yayılmaktaydı.

Hatta Selemeoğulları Kabilesi’nden birkaç yiğit Mekke’ye geldi. Bazı Kur’an ayetlerini dinleyip, hemen Hz. Muhammed’in önünde Müslüman oldular. Sonra dönüp yerlerine gittiler. Resul-ü Ekrem’in vasıflarını diğerlerine anlattılar. Bunlardan birisinin babası olan Amr İbn Cemüh, oğluna, “O şahıstan işittiğin sözleri bana söyle.” demiş. O da Fatiha Suresi’ni okumuş. Amr İbn Cemüh, “Ne güzel sözdür. Öbür sözleri de böyle güzel midir?” diye sormuş. Oğlu, “Daha güzelleri var.” diye cevap vermiş.

Bedevi Araplardan biri Hicr Suresi’nin, “Şimdi sen emrolunduğun şeyi çatlatırcasına bildir.” şeklindeki 94. ayet-i kerimesini işittiği zaman secdeye varmış; “Bu sözün fesahatından secde ettim.” demiş. Bir diğeri Yusuf Suresi’nin, “Yusuf’tan ümitlerini kesince fısıldaşarak tenhaya çekildiler.” manasındaki 80. ayet-i kerimesini işittiği vakit, ”Ben şehadet ederim ki hiçbir mahluk buna benzer bir söz söyleyemez.” demiş.

Ebu Zer Radiyallahü Anh Hazretleri’nin imana gelmesine sebep de bu idi. Kendisi meşhur şairlerden olup, kardeşi Enis ise şiirde ondan ve benzerlerinden daha üstün idi.

Enis Mekke’ye gelip gitmiş ve biraderi Ebu Zer’e, Fahr-i Âlem Hazretleri’nin ahval ve vasıflarını açıklamış.

Ebu Zer, “Halk, onun hakkında ne söylüyor?” diye sormuş. Enis de “Şairdir, kâhindir, sahirdir, diyorlar. Ama ben kâhinlerin sözünü işittim ve çeşitli şiirlerle kıyas ettim. Vallahi hiçbirine uymaz ve bundan sonra ona şair demek kimsenin ağzına yakışmaz. Kısacası Muhammed (s.a.v.) doğru sözlü, diğerleri yalancıdır.” diye cevap vermiş. Onun üzerine Ebu Zer Radiyallahü Anh da hemen İslam ile müşerref oluvermiştir.

Hakikatte Kur’an-ı Kerim ne nazımdır ne nesirdir. İkisinin dışında bir kelam-ı latiftir ve baştan sona fasih ve beliğdir. Bütün ayet-i kerimeler, belagat bakımından aynı derecede olmayıp, bazısının bazısına nispetle belagatçe derecesi daha yüksektir. Fakat tamamı mucizedir. Yani bir benzerini getirmekten insan âcizdir.

İlk zamanlarda Arap edebiyatçıları Kur’an-ı Kerim ayetlerini birtakım şiirlerle mukayese etmişlerdir. Nihayet hiçbirine ve belki insan sözüne benzemediğini anladılar.

Fakat Muallekat-ı Seb’a (Yedi Askı) yine Kâbe duvarında asılı durup, ara sıra okunur ve fesahat ve belagat konusunda dile getirilir idi.

Belagat tabakalarının en yüksek derecesinde bulunan, “Ey yer, suyunu çek. Ey gök, suyunu tut.” manasına gelen ayet inince şair ve edipleri çok etkiledi, bunun etkisi sanki iliklerine kadar işledi. O zaman İmrü’l-Kays’ın kız kardeşi sağdı, o ayeti işittiğinde, “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri de övünülecek yerde duramaz.” diyerek gitti, İmrü’l-Kays’ın kasidesini Kâbe duvarından indirdi. Onun alt tarafında asılı duran şiirlere hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.

Ondan sonra artık övünme ve şöhret meydanında yalnız Kur’an-ı Kerim kaldı. Kur’an’ın belagatinin etkisiyle bütün edip ve şairler şaşkın ve suskun oldular. Pek çokları Kur’an-ı Kerim’in Allah sözü olduğunu kabullenip, yüce manasına kalpten bir samimiyetle inandılar.

Müminler İslam dini uğrunda her şeyi bir yana bırakıp, kimileri Habeşistan’a göç ile vatanlarından, tanıdıklarından ve dostlarından vazgeçtiler; kimileri Ebu Talib Mahallesi’nde çevrilmiş olup, kâfirlerin eza ve cefasına katlandılar.

Kureyş ileri gelenleri, bunca mucizeler görmüş ve Kur’an’ın edebî yüceliği kendilerini aciz ve hayrete düşürmüşken, inat ve inkârlarında daha çok ısrar edip, inatları dolayısıyla Allah’a ortak koştular, sapıklıkta kaldılar.

O zamanlar Arap kavmi, ayrı ayrı aşiret ve kabilelerden meydana geliyordu. Her aşiret ve kabilenin de başkanları olup, idare tamamen onların ellerindeydi. İşte onlar, kavim ve kabilelerinin başkanıyken, içlerinden birine bağlanmak istemezlerdi.

Kaldı ki yüce şeriat nazarında Müslümanlar; fakir, zengin, zayıf ve kuvvetli olsun, hepsi birbirine eşitti. Kureyş başkanları ise sıradan halkla beraber olmaktan utanırlardı.

Bundan dolayı başkanlardan her biri kendisine bağlı olan kimseleri Müslüman olmaktan ve İslam dinini etrafa yayılmaktan alıkoymaya ellerinden geldiği kadar çalıştılarsa da buna bir çare bulamadılar.

Hatta daha önce geçtiği gibi, Müslümanları sıkıştırmak için bütün Haşimilerden ilgilerini kestiler. Buna dair bir antlaşma yazdırıp, Kâbe içine astılarsa da yine İslam’ın yayılmasına engel olamadılar. Üstelik Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş Kabilesi’nin öyle iki kısım olup da üç seneye yakın zamandan beri aralarında her türlü görüşmelerin kesilmesinden dolayı kâfirlerin bile çoğuna bıkkınlık ve pişmanlık gelmişti. O antlaşmayı yazmış olan Mansur bin İkrime de eli kuruyup çolak olmuştu.

Bir de yüce Allah (c.c.) tarafından o antlaşmaya güve türünde bir böcek dadanarak, “Allah” adından başka ne kadar yazı varsa hepsini yiyip bitirmişti.

Cebrail (a.s.) gelip bu durumu Resul-ü Ekrem’e bildirdi. O da amcası Ebu Talib’e haber verdi.

Ebu Talib, hemen Kureyşlilerin toplandığı yere gitti. Resul-ü Ekrem’den işittiğini söyleyerek, “Muhammed’in dediği doğruysa, artık siz de insaf ediniz, şu aramızdaki ikiliği kaldıralım. Eğer onun dediği yalansa, ben de onu koruyup gözetmekten vazgeçerim.” dedi.

Kureyş’in büyükleri, bu görüşü akla uygun gördüler. Hemen o antlaşmayı getirdiler. Bir de ne görsünler, içinde “Bismike Allahümme” sözünden başka ne kadar yazı varsa hepsi yok olmuş. Bundan dolayı utandılar. Her ne kadar Ebu Cehil, yine inadında direnmek istediyse de oy çokluğuyla o değersiz sayfayı yani antlaşma suretini yırttılar. Haşimiler aleyhinde almış oldukları kararları bozdular. Böylece Haşimiler alışverişte ve diğer işlerde serbest oldular. Müslümanlar Ebu Talib Mahallesi’nde sarılmış olma belasından kurtuldu. Mekke’de genel bir sevinç doğdu. Fakat bu ferah ve sevinçler çok sürmedi. Aradan çok zaman geçmeden başka sıkıntı ve belalar geldi çattı.