Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in Doğumundan Peygamberliğine Kadar Meydana Gelen Harikulade Olaylar

Mekke ahalisi, öteden beri yeni doğan çocuklarını Mekke’de tutmayıp, aşiretlerden bir sütanneye verirler ve aşiretler içinde havası temiz olan yerlerde terbiye ettirirlerdi.

Bu şekilde aşiretlerden ara sıra Mekke’ye sütanneler gelir, emzirip büyütmek üzere birer çocuk alır ve çocukları büyütüp de annesine babasına teslim ettiklerinde ikram görür, yardım alırlardı.

Muhammed’in (s.a.v.) doğumu zamanında da Beni Sa’d Kabilesi’nden Mekke’ye birçok sütanne geldi ve her biri birer çocuk aldığı sırada içlerinden Haris adlı kişinin eşi Halime de Hazreti Muhammed’i aldı ve kendi yurduna götürdü.

O sene Beni Sa’d diyarında kıtlık ve pahalılık vardı. Halime, Fahr-i Âlem’i alıp da götürdüğü gibi hayvanlarının sütü çoğaldı ve hanesinde fevkalade bereket meydana geldi. Haris buna dikkat çekip, “Ya Halime! Bu getirdiğin yetimin ayağı ne uğurluymuş. O geleli gecemiz hayır oldu. Aman ona iyice bakalım.” dedi. Halime ise onu öz evladından fazla severdi. Hatta büyüyüp de ayak üzerinde gezmeye başladığında Âmine onu almak istedi fakat Halime, “Mekke’nin havası ağırdır. Aman dokunmayınız. Bir müddet daha bizim yanımızda kalsın.” diyerek Âmine’yi ikna etti ve onu kendi yanında alıkoydu. Halime, onu canı gibi sevip, esen rüzgârdan sakınıp asla yanından ayırmazdı.

Bir gün her nasılsa Halime’nin dalgınlığına gelmiş, o da süt kardeşi Şeyma ile birlikte öğleyin kuzuların yanına gitmiş. Geldiklerinde Halime, kızı Şeyma’ya, “Niçin güneşin böyle kızgın zamanında dışarı çıkıyorsunuz?” demiş. Şeyma da “Biz sıcak görmedik. Kardeşimin başucunda bir kara bulut dolaşıyor. O nereye giderse bulut da beraber gidiyor, bir yerde dursa duruyor. Buraya kadar hep gölgelikte geldik.” diye cevaplamış.

Bunun üzerine Halime ve Haris, âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gidişatına çok dikkat edip gördüler ki yüzünün nuru ve simasının parlaklığı dolayısıyla başka çocuklardan farklıdır. Davranışları da diğer çocukların hareketlerine benzemiyor. Çocuklar oynarken, o karşıdan bakıp oyuna karışmıyor.

Haris ve Halime onun bu gibi tavırlarına bakıp, onda bir başka görünüş olduğunu anlamışlar, ona karşı eskisinden daha saygılı davranmaya başlamışlar.

Ne zaman ki dört yaşına erişti, gezip dolaşır oldu, o zaman olağanüstü hâller çoğaldı. Haris bu durumlardan ürktü, karısına, “Ey Halime! Vakit kaybetmeden bu çocuğu anasına vermeliyiz.” dedi. Halime de ister istemez Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp Mekke’ye götürdü. Muhterem annesi Âmine’ye verdi.

Sonra Âmine, onu alıp Medine’ye götürdü. Dayıoğulları olan Neccâroğullarıyla görüştürdü. O zaman Medine’de bulunan Yahudi kâhinleri, onun şekline ve durumuna bakıp, “Bu ümmetin peygamberi işte bu çocuk olsa gerektir.” derlerdi.

Âmine onunla beraber Medine’den Mekke’ye dönerken yolda öldü. Âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed (s.a.v.), anadan da yetim kaldı. Dedesi Abdül-Muttalib onu yanına aldı.

O sırada Mekke’de büyük bir kıtlık vardı. Kureyş Kabilesi, Abdül-Muttalib’e gelerek, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elini tutup, Ebu Kubeys Dağı’na çıktı. Allah’a (c.c.) yalvardı. Yüce Allah (c.c.) da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hürmetine yağmur yağdırdı, büyük feyiz ve bereket verdi.

Arap şairlerinden bazıları o zaman bu hadiseye dair şiirler söylemişler, bundan dolayı Abdül-Muttalib’e teşekkür etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) o zaman yedi yaşındaydı. Bir yıl sonra Abdül-Muttalib, yüz küsur yaşında öldü. Hz. Muhammed amcası Ebu Talib’in evinde kaldı.

O yıl da Mekke’de kıtlık olmuştu. Kureyş Kabilesi, Ebu Talib’e gelip yağmur duasına çıkması için yalvardılar. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elinden tuttu. Birlikte Kâbe’ye gitti. Kâbe duvarına dayanıp dua etti. Hz. Muhammed (s.a.v.) parmağını göğe doğru kaldırdığı gibi yağmur yağmaya başladı.

Nitekim Cülhüme İbni Urfuta adındaki şahıs, o zaman Mekke’de bulunuyordu ve bu olayı şöyle anlatmıştır: “Bir yıl Mekke’ye gittim. Kıtlıktan dolayı Mekke halkının hâli yamandı. Birbirlerine danışıyorlardı. Bazıları, Lât ve Uzza adlı putlardan, kimileri de Menat adlı puttan yardım istemeyi önerdiği sırada içlerinden yaşlı birinin, ‘Hâlâ aranızda Hz. İbrahim’in sülalesinden kalan varken, niçin başka sebep arıyorsunuz?’ demesiyle Kureyş’in ileri gelenleri, hemen kalkıp Ebu Talib’in yanına gittiler, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da çıkıp Kâbe’ye geldi. Arkasını Kâbe duvarına verdi. Duaya başladı. Yanında, yüzü güneş gibi parlayan bir oğlancık vardı. Parmaklarıyla göğe işaret etti. Gökyüzünde bir parça bulut yokken, her taraftan bulutlar belirdi, yağmurlar yağdı. Seller aktı.”

Bu olaydan, Ebu Talib de bir şiirinde edebî bir şekilde bahsetmiş, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) keramet ve saadetine dair sözler söylemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) on iki yaşındayken Ebu Talib, ticaret maksadıyla Şam tarafına çıkıp onu da beraber götürdü. Şam vilayetinde bulunan Busra şehrine eriştiklerinde bir manastırın karşısına indiler, bir ağaç altına kondular. O manastırdaki rahip ise Bahira diye bilinen, Cercis adındaki sofu ve yalnız başına yaşayan biriymiş.

Kervan gelirken Bahira bakıp görür ki kervanla beraber bir bulut da geliyor. Kervan gelip konunca bulut da o ağacın üzerinde karar kılıp duruyor ve o ağaç uzun zamandan beri kurumuşken o anda yeşilleniyor.

Bahira kendi bilgisini, bu konudaki keşiflerini; görmüş olduklarına uygulayınca anlar ki son peygamber; bu kafile içinde ve o ağacın altındadır. Hemen bir ziyafet tertibiyle aşağı inip, Ebu Talib’i, arkadaşlarıyla beraber manastırına davet etti. Ebu Talib de Hz. Muhammed’i (s.a.v.) yüklerin yanında bırakıp, diğer arkadaşlarıyla beraber manastıra gitti.

Hepsi sofraya oturunca Bahira, onları birer birer gözden geçirdi. Hiçbirinin yüzünde aradığı işaretleri bulamadı, o bulutun da hâlâ ağaç üzerinde durduğunu gördü ve hemen, “Arkadaşlarınızdan gelmeyen var mı?” diye Ebu Talib’e sordu. O da “Yalnız küçük bir çocuk kaldı.” diye cevap verdi. Bahira, “Onun da şeref vermesini rica ederim.” deyince Ebu Talib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp sofraya getirdi.

Bahira, yemek sırasında dikkat edip görür ki son peygamber hakkında geçmiş peygamber ve âlimlerden rivayet edilen işaretler, tamamen onda vardır. Hemen yemekten sonra onu yanına aldı ve “Sana bazı şeyler soracağım. Lât ve Uzza hakkı için doğru söyle.” dedi. Hz. Muhammed de (s.a.v.) “Lât ve Uzza’ya yemin verme, çünkü benim dünyada en çok nefret ettiğim şey puttur.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Bahira, yüce Allah’a (c.c.) yemin verdi ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) durumunu layıkıyla anlamak için soracağı şeyleri sordu. Aldığı cevaplar da kendisinin fikrini doğruladı, inancını kuvvetlendirdi. Hemen bir vesileyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek sırtını açıp peygamberlik mührünü gördü, büyük bir edep ve hürmetle öptü.

Beri tarafta Kureyş’in ileri gelenleri, “Bahira’nın yanında Muhammed’in (s.a.v.) ne büyük kıymeti var.” diye şaşarak konuşurlarken, Bahira, Ebu Talib’e, “Adın nedir ve bu şeref ve saadet fidanı kimdir?diye sordu. O da “Bana Ebu Talib derler. Bu da oğlumdur.” diye cevap verdi. Bahira, “Yok, onun şekli ve hâline bakılırsa bir yetim olması gerektir.” dedi.

Ebu Talib, “Evet, benden inmiş olan bir oğul değildir fakat kardeşimin oğludur. Baba ve anası öldüğünden yetimdir. Ancak benim terbiyem altında olmasından ötürü oğlum yerindedir.” dedi. Bahira düşüncesinde isabet ettiği için memnun oldu. Artık kendisine tam bir kanaat geldi. Dedi ki: “Ey Ebu Talib! Bu çocuk peygamberlerin sonuncusudur. Şam Yahudileri içinde onun vasıflarını bilen ve işaretlerini tanıyan kâhinler vardır. Bakarsın hıyanet etmeye kalkışırlar. İyisi mi sen onu Şam’a götürme. Buradan geri çevir.” diye öğütledi. Ebu Talib de Bahira’nın sözünü tuttu. Malını Busra şehrinde sattı, hemen geri döndü.

Âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) çocukluk devrini geçirdi, gençlik yaşlarına erişti. Yüzü nurlu, sözü ruhlu, hitap ve cevabı güzel; doğruluk ve bir işi her yönüyle düşünüp taşınmada eşsizdi. Sözünde sadık, yumuşak huylu ve insanlıkça başkalarından üstündü. Bundan dolayı Kureyşliler içinde seçkin oldu, “Muhammedü’l-Emin” diye şöhret buldu.

On yedi yaşındayken amcası Abdül-Muttalib oğlu Zübeyir’le birlikte Yemen’e gidip geldi. Bu yolculuğunda da kendisinde olağanüstü hâller görüldü. Mekke’ye dönüşlerinde arkadaşları bu hâlleri nakil ve hikâye etmekle Kureyş içinde, “Bunun sanı pek büyük olacak.” diye söylenir oldular.

Yirmi yaşına eriştiğinde gözüne bazen melekler görünmeye başladı. Şöyle ki: Ona işaret edip, “İşte bütün âlemleri hidayete eriştirecek budur fakat şimdilik çağırma zamanı gelmedi.” derlerdi.

“Fahr-i Âlem” yani âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu acayip hâlleri Ebu Talib’e açtı. O da bir çeşit hastalık eseri olmasından şüphelenerek onu Arap kâhinlerinden birine gösterdi, ilaç ve devasını sordu. Kâhin, onu dikkatle muayene etti. “Ey Ebu Talib! Endişe etme. Bu kutsal vücut, her türlü hastalıktan uzaktır. Gözüne görünen şeylerse meleklerle düşüp kalkmasına başlıyor olsa gerektir. Umulur ki ahir zaman peygamberi odur.” dedi.

O zamanlarda Kureyş’in ileri gelenlerinden, genç iken dul kalmış Hatice adında çok zengin bir hatun vardı. Bazı kişilere ortaklıkla sermaye verirdi. “Muhammedü’l Emin’e biraz sermaye versen hayli hayır ve menfaat görürdün.” diye bazıları tarafından kendisine hatırlatılınca Hatice, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) epeyce sermaye verdi. Kölesi Meysere’yi de yoldaş ederek Şam’a gönderdi.

Fahr-i Âlem Hazretleri ile Şam kafilesi giderken Bahira’nın manastırının önüne indiler ve Meysere ile birlikte bir ağaç altına kondular.

Bahira ise daha önceden vefat ettiğinden, yerine geçen Nastûra adlı rahip oraya geldi. Meysere ile eskiden tanışıklığı olduğundan onunla görüştü ve söze girişti. Allah’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şehadet etti. “Ya Meysere! Hazreti İsa’nın haber verdiği Hâtemü’l-Enbiya, işte budur. Şam’a gitmeyiniz. Yahudi hainleri görüp tanırlar ve ihanet girişiminde bulunurlar.” dedi. Binaenaleyh Fahr-i Âlem de Şam’a gitmeyip Busra’da alışveriş ederek oradan geri döndü.

 

Pek sıcak bir günde Mekke’ye ulaştılar. Hatice, birkaç kadınla beraber bir mahalde durup Şam kafilesinin gelişini izliyordu. Gördüler ki yolculardan birinin başı üzerinde iki kuş kanat gerip geliyor ve çadır gibi gölge ediyor. “Bu kim ola?” derken Meysere çıkageldi. Muhammedü’l-Emin olduğunu bildirdi ve sıcak vakitlerde iki meleğin, onun başı üzere kanat gerip gölgelendirmek gibi nice harikulade hâller gördüğünü ve Nastûra’nın sözlerini haber verdi.

Muhasebe görüldü, diğer yıllara nispetle yüklü kâr ve menfaat göründü. Fakat Hatice’nin gözüne Şam ticaretinin kâr ve menfaati görünmezdi. Zira daha önce Hatice bir rüya görüp amcasının oğlu olan Varaka İbni Nevfel’e anlattığında, “Sen, ahir zaman peygamberinin eşi olacaksın.” diye tabir etmişti.

Varaka İbni Nevfel ise Hristiyan dininden olup İncil ve Tevrat okuyan, gelecek şeylerden haber veren gayet ihtiyar, meşhur bir kâhin idi. Bundan dolayı Hatice’nin fikri buna sarmış ve diğer şeyleri zihninden çıkarmış idi. İşte bu sırada taraflardan aracılar ortaya çıktı. Hatice’nin, Fahr-i Âlem Hazretleri’ne nikâhlanması hususuna karar verildi. Hemen Hatice’nin evinde nikâh kıyılmak üzere Kureyş’in büyükleri toplandı. Fahr-i Âlem Hazretleri de amcası Hamza ile birlikte orada bulundu. Evvela Ebu Talib, güzel bir hitabede bulundu ki özet şekliyle tercümesi buradadır:

“Şükür Allah’a ki bizleri İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Maad’ın aslından, Mudar’ın unsurundan yarattı ve bizi Beyt-i Mükerrem’inin bekçisi ve Harem-i Şerif’inin hizmetçisi ve bu şekilde insanların hâkimi ve başkanı yaptı. Bundan sonra sadede gelelim. Kardeşimin oğlu Muhammed İbni Abdullah, Kureyş’ten hangi genç ile mukayese edilirse, ona soy ve sop bakımından, akıl ve faziletçe daha üstün olur ve gerçi malı az ise de ona bakılmaz. Zira mal, bir kaybolan gölge ve engel iştir, alınır verilir, geçici bir şeydir. Vallahi bundan sonra onun hâl ve şanı pek büyük olacaktır. Hâlbuki sizin bu şekilde şeref ve şan sahibesi olan kızınız Hatice’ye rağbet buyurdu. Şu kadar muaccele ve müeccele mehir verdi.”

Ebu Talib’in bu konuşması üzerine Nevfeloğlu Varaka da bir konuşmada bulundu: “Allah’a şükür ki bizleri belirttiğin gibi yarattı. Saydığın üstünlük ve şeref ile seçkin kıldı. Şimdi biz, Arapların uluları, reisleriyiz. Siz de öylesiniz. Aşiret, sizin üstünlüğünüzü inkâr etmez. Hiçbir kimse sizin hayır ve şerefinizi reddetmez. Biz de sizinle akraba olmak istiyoruz. Ey topluluk! Şahit olunuz. Ben, Abdullahoğlu Muhammed’e (s.a.v.) Huveylid’in kızı Hatice’yi nikâhladım.” dedi. Kureyş uluları şahit oldu.

Fahr-i Âlem, o zaman yirmi beş yaşında olup, Hatice ise ona göre epeyce yaşlıydı. İşte Haticetül-Kübra denilen Seyyidetü’n-Nisa (Kadınların Efendisi) budur. Onun ölümüne kadar Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan hoşnut ve razı kaldı. Onun sağlığında başka bir kadınla evlenmedi.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hz. Hatice’den önce Kasım adında bir oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı Arap örf ve âdeti gereğince Fahr-i Âlem’e, “Ebu’l-Kasım” yani Kasım’ın babası denildi. Fakat Kasım küçükken öldü.

Hz. Muhammed (s.a.v.) otuz yaşındayken Zeyneb, otuz üç yaşındayken Rukuyye, sonra Ümmü Gülsüm adındaki kızları dünyaya geldi. Kendisine peygamberlik geldiği zamanda Fatımatü’z-Zehra adındaki muhterem kızı doğmuştur ki Fahr-i Âlem, onu bütün çocuklarından çok severdi. Onun hakkında Seyyidetü’n-Nisa diye buyurdu. Yine Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinden sonra Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Fakat o da küçükken ölmüştür.

O zaman Kureyşliler başsız bir halk kalabalığı durumundaydılar. Fakat hakkın yerine getirilmesine çok dikkat ederlerdi. Kavmin uluları tarafından mazlumun hakkı zalimden alınırdı. Hatta büyük bir meclis kurup, Mekke’de kimseye haksızlık ve zulüm ettirmemek üzere sözleşerek yemin etmişlerdi. O mecliste Hz. Muhammed (s.a.v.) de bulunmuştu.

Önceleri Kâbe’de bir kuyu vardı. Hazine yapılarak Kâbe’ye getirilen hediyeler oraya konurdu. Kâbe’nin bazı yerleri selden yıkılınca bir hırsız bu Kâbe hazinesinden bazı eşyaları çalmış, Kureyş’in uluları arasında verilen karar üzere elleri kesilmişti. Bunun üzerine Kureyşliler, Kâbe’yi yeniden yapmaya başladılar. Yapım sırasında iş Kara Taş’ın yerine konmasına gelince, bazı kabileler Hacer-i Esved’i yani Kara Taş’ı yerine biz koyacağız, diye iddia ettiler. Diğerleri ise buna karşı çıktığından aralarında çekişme başladı. Sonunda bu davayı kılıçla çözmek üzere savaşa karar verdiler.

Sonra bu karardan cayıp Muhammedü’l-Emin’i hakem seçerek onun hükmüne razı oldular. O da bir parça bez getirip Hacer-i Esved’i onun içine koydu; her kabileyi bir ucundan tutturup, taşı yukarı kaldırttı; mübarek elleriyle Hacer-i Esved’i alıp yerine koydu. Kureyşliler, onun bu hüküm ve tedbirini kabul edip çok beğendiler. Bu şekilde aralarındaki kavga ve çekişme de sona erdi. O zaman Fahr-i Âlem, otuz beş yaşındaydı. Otuz yedi yaşına gelince gaipten kendisine, “Ey Muhammed!” diye seslenilmeye ve bazı taraflarda nur görünmeye başladı. Bu sırları yalnız Hatice’yle paylaşırdı.

Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğini önceden haber vermiş olanlardan birisi de İyad kabilelerinin ulusu olan meşhur Kass bin Sâide’dir ki uzun yaşamış, güzel ve düzgün konuşmakla tanınmış bir kimseydi. Öyle ki, çok yaşlıyken Ukâz Panayırı’nda kızıl bir deve üzerinde olduğu ve Arap’ın en iyi konuşanları orada hazır bulunduğu hâlde çok düzgün ve sanatlı bir konuşma yapmıştı. O zaman Fahr-i Âlem de Ukâz Panayırı’nda bulunup onun bu yüksek konuşmasını dinlemişti. Fakat henüz halkı, Allah’ın birliğine çağırmakla görevlendirilmemişti.

Kass bin Sâide’nin o konuşması, Arap’ın meşhur konuşmacıları arasında çok yayılmış, dillere destan olmuştur. Kısaca tercümesi şöyledir:

“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen yok olur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar. Analarının babalarının yerini tutar. Sonra hepsi yok olup gider. Olayların ardı arkası kesilmez. Hemen birbirini kovalar. Kulak veriniz, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü bir sarayın döşemesi, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar? Yoksa orada bırakılıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim Allah’ın (c.c.) katında bir din vardır ki şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Allah’ın (c.c.) bir gelecek peygamberi vardır ki gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başınız üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki ona inanır, o da ona doğru yolu gösterir; vay o talihsize ki ona isyan eder, karşı çıkar. Yazıklar olsun ömürleri gafletle geçen ümmetlere.

Ey İyadIılar! Hani babalarınız, dedeleriniz, hani süslü köşkler, taştan evler yapan Ad ve Semûd kavmi, hani dünya varlığına gururlanıp da kavmine, ‘Ben sizin en büyük Rabb’inizim!’ diyen Firavun ile Nemrud? Onlar size göre daha zengin, kuvvet ve kudretçe sizden fazla değil miydiler? Bu yer onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların yoluna gitmeyin. Her şey yok olup gidicidir. Kalıcı olan ancak yüce Allah’tır ki birdir, ortağı, benzeri yoktur. Tapılacak ancak O’dur. Doğmamış, doğurmamıştır. Bizden önce gelip geçenlerde bize ders olacak şey çoktur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yoktur. Büyük, küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olarak biliyorum ki herkese olan bana da olacaktır.”

Kass bin Sâide, son peygamberin yakında geleceğini anlamış olduğu hâlde Ukâz Panayırı’nda, böyle halkın arasında konuşurken zavallı bilmiyordu ki son peygamber de oradadır, onu dinliyordur. Arası çok geçmeden son peygambere peygamberlik geldi. Fakat Kass bin Sâide öldüğünden, gelip de görüşmek kendisine kısmet olmadı.

Ondan sonra İyadoğullarının ulusu Cârûd da onun gibi Allah’ın (c.c.) birliğine, Hz. İsa’nın (a.s.) dinine inandığı hâlde kavminin büyükleriyle birlikte gelip, bir gün HZ. Muhammed’in (s.a.v.) yanına girdi. İslam ile şereflendi. Onunla beraber kavminin bütün büyükleri de iman ettiler.

Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan memnun oldu, “İçinizde Sâideoğlu Kass’ı bilen var mı?” diye sordu Cârûd da “Ya Resulullah! Hepimiz biliriz. Özellikle ben, her zaman onun izinde gidenlerdenim.” diye cevap verdi. Hz. Muhammed (s.a.v.), “Kass bin Sâide’nin Ukâz Panayırı’nda, deve üzerinde, ‘Yaşayan ölür, ölen yok olur, olacak olur.’ diyerek hutbe okuduğu hatırımdan çıkmaz. Bir hayli sözler daha söylemişti. Sanmam ki hepsi hatırımda kalmış olsun.” diye buyurdu.

Ebu Bekir (r.a.) o toplantıda hazır bulunup, “Ya Resulullah! Ben de o gün Ukâz Panayırı’ndaydım. Kass bin Sâide’nin söylediği sözler hep hatırımdadır.” diyerek adı geçen hutbeyi başından sonuna kadar okudu. Bunun üzerine, Cârûd’un arkadaşlarından biri ayağa kalkıp, Kass bin Sâide’nin bazı şiirlerini okudu ki Kâbe’de Haşimoğullarından Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini açıkça bildirmişti. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) de “Umarım ki Allah (c. c.) kıyamet gününde Kass bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak diriltsin.” diye buyurdu.

Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) Peygamberliği

Fahr-i Âlem Muhammed (s.a.v.) Hazretleri’ne kırk yaşında iken nübüvvet ve kırk üç yaşında iken risalet geldi. Nübüvveti, rüya-yı sadıka ile başlayıp altı ay kadar rüyasında her ne görürse olduğu gibi ortaya çıkardı.

O sırada bir köşeye çekilip yalnız kalmayı severdi. Hira Dağı’na gider, oradaki bir mağarada tek başına ibadet ederdi. İşte o zaman, Cebrail (a.s.) gelip kendisine göründü, şu anlamlara gelen Kur’an ayetlerini getirdi:

“Yaradan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Senin Rabb’in en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak 1-5)

İlk önce Allah’ın (c.c.) vahyinin heybeti, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) korku ve dehşet verdi. Hemen, titreyerek Hatice’nin yanına gitti. “Beni örtün, beni örtün.” diye buyurdu. Hemen Hatice, o hazretin üzerini örttü. O da biraz rahat bir nefes alıp dinlendikten sonra olup biteni Hatice’ye anlattı. Hatice (r.a.) Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp, amca oğlu olan meşhur Varaka İbni Nevfel’in yanına götürdü. Vahiy olayını ona anlattılar. Varaka, “Müjde ey Muhammed! Sen, Meryem’in oğlu İsa’nın haber verdiği ahir zaman peygamberisin… Sana görünen melek, Hz. Musa’ya da gelen, ‘Namus-u Ekber’ yani Cebrail’dir. Keşke genç olsaydım da senin, insanları Allah’ın birliğine çağıracağın zamana erişseydim. Kavmin seni Mekke’den çıkaracağı zaman sana yardım etseydim.” dedi.

Hz. Muhammed (s.a.v.) bunun üzerine, “Kavmim beni Mekke’den çıkaracak mı?” diye sordu. Varaka. “Evet, peygamberlik her kime verildiyse kavmi içinden ona düşmanlar olagelmiştir. Seni de kavmin Mekke’den çıkaracak.” diye cevap verdi. Ondan sonra vahyin arkası kesildi. Cebrail (a.s.) gelip görünmez oldu. Hz. Peygamber, bundan çok sıkıldı. Fakat İsrafil (a.s.) ara sıra gelip gider, Resul-ü Ekrem’e bazı şeyler öğretirdi. Bu hâl, üç sene kadar sürdü. Sonra bir gün Hz. Peygamber’e gökten bir ses geldi. Yukarı bakınca Cebrail-i Emin’i gördü.

Yine kendisine korku ve dehşet gelip, Hatice’nin (r.a.) yanına gitti. Elbisesine büründü. O zaman yine Cebrail (a.s.) gelip göründü. “Ya Eyyühe’l-Müddessir.” suresini getirdi. İşte Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin başlangıcı budur. Ondan sonra Cebrail-i Emin peyderpey Kur’an ayetleriyle gelip gitmeye başladı. Yirmi sene bu hâl üzere devam etti.

Kısaca Fahr-i Âlem, bir yeni şeriat ile bütün cin ve insanlara peygamber oldu. Onun şeriatıyla diğer şeraitlerin hükmü ortadan kalktı. Kendisi son peygamber olup, ondan sonra peygamber gelme ihtimali kalmadı. Varaka İbn Nevfel evvelce öldüğünden, hayattayken belirtmiş olduğu gibi Resul-ü Ekrem’in peygamberliğine yetişemedi.

Peygamberlik çağrısına ilk önce uyarak İslam’a giren, Resul-ü Ekrem’le beraber namaz kılan Hz. Hatice’dir. Sonra Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali İslam ile şereflendiler. Gerçi o zaman Hz. Ali daha erginlik çağına gelmemişti. Ama küçükken Resul-ü Ekrem’in evinde, onun terbiyesi altında bulunduğundan, Resul-ü Ekrem, halkı Allah’ın birliğine çağırmaya başladığı zaman o da iman etmiştir. Fakat İslam olduğunu belli etmeyip gizli tutmuştur.

Ama Hz. Ebu Bekir, Cahiliye zamanında Kureyş içinde büyümüş olduğu hâlde, nasıl ki Fahr-i Âlem, küçüklüğünden beri putlardan nefret edegelmişse, o da öteden beri putlara secde etmezdi. Sağduyusuyla Kureyş’in dininden başka, Allah katında makbul bir din olduğunu düşünür, fakat ona delil olacak, yol gösterecek bir kılavuz bulamazdı. Resul-ü Ekrem, çağrıya başladığı an, herkesten önce iman etti. Güvendiği kimseleri de el altından İslam’a çağırmaya başladı.

 

Bu sırada Resul-ü Ekrem’in azat ettiği kölesi Zeyd bin Harise de İslam’la şereflendi. Ondan sonra Hz. Ebu Bekir’in çağrısı üzerine Osman bin Affan, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebu Vakkas, Zübeyr bin Avvam ve Talha bin UbeyduIlah iman etti. Hazreti Ebu Bekir, Sıddık ile birlikte Hz. Muhammed’in yanına gitti ve abdest alıp namaz kıldı. Radıyallahü anhüm…

İşte ilk önce İslam ile müşerref olan ashab-ı kirâm, bu zatlardır.

Onlardan sonra, Ebu Ubeyde İbni Abdullah İbni’l-Cerrah, Habbab İbni Eres, Ömer İbni’l-Hattab’ın amca çocuklarından Said İbni Zeyd İbni Amr İbni Nüfeyl ile hanımı Fatıma Binti’l-Hattab, Ebu Seleme İbni Abdilesed, Erkam İbni Erkami’l-Mahrûs, Osman İbni Maz’ûn ve kardeşleri Kudâme ile Abdullah, Ubeyde İbni’l-Haris İbni’l-Muttalib İbni Abdi Menaf, Abdullah İbni Mesud, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rumi, Ammar İbni Yasir ile validesi Sümeyye iman etmişlerdir. Daha sonra insanlar grup grup iman etmeye başladılar.

İşin başında Hz. Peygamber’in çağrısı gizliydi. Öyle ki namazda Kur’an-ı Kerim bile açıkça okunmazdı. Sonra, “Sana emredilen şeyi açıkla.” manasına gelen ayet indi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem halkı açıkça Allah’ın birliğine çağırmaya, Kur’an-ı Kerim’i sesli okumaya başladı.

İşin başlangıcında kavminin çoğu iman etmedilerse de ondan pek de uzak durmadılar. O, onların putları hakkında söz söylemedikçe onlar da onun hakkında kötülükte bulunmadılar. Sonra putlara tapmanın Allah’a ortak koşmak demek olduğu ve bir sapıklık sayıldığına dair ve yalnız yüce Allah’a (c.c.) ibadet edilmesini emreden ayetler indi. Bu ise Kureyş’e güç geldi. O ana kadar Resul-ü Ekrem’den yalan çıkmadığını hepsi bilirdi. O kadar ki aralarında, “Muhammedü’l-Emin” yani Güvenilen Muhammed diye ün saldığından, her sözüne inanırlarken, bu konuda inanmadılar. Her ne kadar mucizeler gösterdiyse de kabul etmediler.

Artık hangisine Allah’ın (c.c.) hidayeti, yani yol göstermesi eriştiyse o imana geldi. Geri kalanları Resul-ü Ekrem’e (s.a.v.) karşı düşmanlık etmek üzere birleştiler. Bu nedenle Reb’ia İbni Abdi Menafin’in oğulları olan Utbe ve Şeybe, Ebu Süfyan İbni Harp İbni Ümeyye, Ebu’l-Bahterî, Ebu Cehl İbni Hişam İbni’l-Mugire ile amcası Velid İbni’l-Mugire, Amr İbni’l-As’ın babası olan As İbni Vâil ve diğer Kureyş büyükleri toplanıp, tamamının ulusu olan Ebu Talib’in yanına vardılar, “Kardeşinin oğlu, bizim dinimize karışıp saldırıyor. ‘Babalarınız ve dedeleriniz de sapıklıkta idi.’ diyor. Ya onu bu işten yasakla ya da onu korumayı bırak.” dediler.

Ebu Talib, onları tatlı yüz ve yumuşak sözlerle başından savdı. Resul-ü Ekrem de eskisi gibi halkı Allah’ın (c.c.) birliğine çağırmaya devam etti. Bu ise Kureyş’e ağır geldi. Yine toplanıp Ebu Talib’in yanına gittiler. “Artık biz, bu gidişata sabredip dayanamayız. Ne olacaksa olsun. Hiç olmazsa iki taraftan biri ortadan kalksın da öteki rahat etsin. Eğer sen Muhammed’den vazgeçmezsen, biz senden ayrılırız.” dediler.

Ebu Talib, işin biraz daha güçleştiğini anladı. Resul-ü Ekrem’e kavmin şöyle böyle diyor, diye durumu anlattı. “Artık seni koruyamayacağım!..” demediyse de sözünün gelişinden bu mana anlaşıldı, Resul-ü Ekrem ise bundan son derece üzüldü. Öyle ki mübarek gözlerinden yaş geldi:

“Ey babam yerinde olan amcam! Ben, yüce Allah (c.c.) tarafından, gerçek dini bildirmeye memurum. Onun emrini yerine getirmek zorundayım. Onlar her ne yaparlarsa yapsınlar, ben bundan vazgeçmem.” diye buyurdu. Kalkıp yürüdü. Ebu Talib, her ne kadar imana gelmemişse de Resul-ü Ekrem’i öz çocuğundan çok severdi. Onun her bakımdan korunmasına önem verirdi. Resul-ü Ekrem’in öyle üzgün olarak kalkıp gitmesi Ebu Talib’e çok dokundu. Hemen arkasından çağırdı:

“Ey kardeşimin oğlu! Sen işine bak, ben sağ oldukça onlar sana bir şey yapamazlar.” diye garanti verdi. Bu manada birkaç beyit söyledi. Gerçekten Resul-ü Ekrem’i korumaya devam etti. O da eskisi gibi çağrısını sürdürdü.

Araplar akrabalık gayreti gütmekte çok aşırıydılar. Her biri kendi aşiret ve akrabasını son derece gözetirdi. Gerektiğinde her kabile birleşerek düşmana karşı giderdi.

İslam’ın ortaya çıkmasından sonra müminler arasında dinî inanca dayanan yeni bir birlik doğdu. Akrabalık dayanışması geride kaldı.

Resul-ü Ekrem’in damadı, yani Zeyneb’in kocası ve teyze çocuğu olan Ebul As iman etmeyen müşriklerle beraberdi.

Resul-ü Ekrem, arka arkaya gelen ayetleri okuyup, halkı hak dine çağırdıkça, amcası Ebu Leheb arkasından dolaşır ve “Muhammed, sizi baba ve dedelerinizin dininden döndürmek ister. Sakın ona aldanmayınız, sözüne inanmayınız.” derdi.

Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil ki Ebu Süfyan’ın kız kardeşidir. Kocası gibi o da eliyle, diliyle Resul-ü Ekrem’e eza ve cefa ederdi. Öyle ki dikenler toplar, gece Resul-ü Ekrem’in geçeceği yollar üzerine saçardı.

Resul-ü Ekrem’in kızlarından Rukuyye (r.a.), Ebu Leheb’in oğlu Utbe’ye ve Ümmü Gülsüm (r.a.), Ebu Leheb’in diğer oğlu Uteybe’ye nikâhlanmışken, ikisi de Allah’a ortak koşucu olduklarından anaları ve babalarıyla birlikte Resul-ü Ekrem’e düşman oldular.

Hâlbuki, “Allah’ın dinine çağırmaya ilk önce kendi akrabandan başla.” manasına gelen ayet inip de Resul-ü Ekrem, özellikle yakın akrabalarını Allah’ın azabıyla korkutarak hak dine çağırmaya memur olunca, hemen Kâbe’ye gitti. Safa üzerine çıkıp kavmini Allah’ın (c.c.) birliğine çağırdı.

Bütün Beni Haşim oraya gelerek Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) ne diyeceğini bekledi. Resul-ü Ekrem (s.a.v.), “Ey Abdül-Muttaliboğulları, ey Fihroğulları! Eğer şu dağın ardında bir düşman var, sizi yağmalamak için gelmiş, desem inanır mıydınız?” diye sordu. Hepsi, “Evet!” dediler.

Hz. Muhammed (s.a.v.), “Öyleyse ben, sizi önünüzdeki kıyamet gününün azabıyla korkutmaya memurum, iman ediniz” diye buyurdu. Amcası Ebu Leheb kızdı. Bu kızgınlıkla ağzını bozdu: “Bizi bu söz için mi çağırdın?” diye azarladı. Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) hatırını kıracak sözler söyledi.

Bunun üzerine, “Tebbet yedâ Ebu Lehebin ve tebbe.” suresi indi. Ebu Leheb’in kendi aleyhinde böyle özel bir sure gelmesinden ve karısı Ümmü Cemil’in “odun hamalı” diye anılması ve böyle yayılmasından dolayı fazlasıyla canı sıkıldı. Hemen oğulları Utbe ile Uteybe’yi çağırdı. Hz. Rukuyye ile Hz. Ümmü Gülsüm’ü boşamaları için kesin emir verdi. Onlar da puta tapar olduklarından, çabucak bu emri yerine getirdiler. Son peygambere damatlık gibi bir devlet kuşunu ellerinden çıkardılar.

Ümmü Gülsüm’ün nikâhlısı olan Uteybe yalnız onu boşamakla yetinmeyip, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına giderek, “Ben, senin dinini inkâr ediyorum, seni sevmem. Sen de beni sevmezsin. Onun için kızını boşadım!” diyerek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) üzerine saldırdı. Yakasından tuttu, gömleğini yırttı.

Hâtemü’l-Enbiya (s.a.v.) da “Ya Rabbi! Onun üzerine canavarlarından bir canavarı saldırt!” diye kötü duada bulundu. Yüce Allah (c. c.) sevgili peygamberinin duasını kabul etti. Nitekim Uteybe, Şam’a giderken, Zerka Konağı’nda bir aslan çıkıp onu parçaladı.

Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan sonra kızı Rukuyye’yi (r.a.) Affanoğlu Osman’a (r.a.) vermiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) önce Kasım sonra da Abdullah adlarındaki oğulları ölüp, onlardan başka erkek çocuğu kalmadığından, Kureyş’in imansızlarından bazıları, “Muhammed’in (s.a.v.) yerini tutacak oğlu kalmadı. Öldüğünde adı unutulacak.” dediler.

Bilmiyorlardı ki yüce Allah (c.c.) sevgili kuluna neler vermiş, onu ne büyük rütbelere eriştirmiştir. Hatırlarına da gelmiyordu ki onun dini kıyamete kadar kalacak, ümmeti kendisinin oğulları, torunları yerinde olacaktır.