Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

İKİNCİ BÖLÜM
HAZRETI MUHAMMED (S.A.V.)

Hâtemü’l-Enbiya Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri’nin Doğumundan Önce Meydana Gelen Harikulade Olaylar

Ahir zamanda, Arap bölgesinde İsmail (a.s.)’ın soyundan “son peygamber”in geleceği, daha önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda da yazılıydı. Geçmiş peygamberlerden bazıları da onun özelliklerini belirtmiş ve tarif etmişlerdi.

“Hâtemü’I-Enbiya” yani “son peygamber” âlemlerin övüncü ve insanoğlunun en üstünüdür. O zamanın hükmünce onun Arap kavminden çıkması, Allah’ın bir hikmeti, o çağın bir gereğiydi. Çünkü Araplar o zaman dünya çapına yayılmış olan fenalıklara bulaşmamış ve Romalıların çirkin âdetlerine alışmamışlardı. Arap Yarımadası’nda çöl göçebeliği sayesinde asıl yaradılışları üzere kalmışlardı. Her ne kadar Araplar, ilim ve sanattan yoksun iseler de içlerinde fesahat ve belagat, yani güzel, edebî ve dokunaklı yazma merakı artmış olduğundan pek çok şair; gayet fasih ve beliğ yazarlar ve çok güzel konuşan hatipler yetişmişti.

Okuryazar olmadıkları hâlde gayet güzel şiir söylerler, daima düzgün ve güzel söz söylemekle övünürlerdi. Hatta Mekke yakınında “Sûk-u Ukâz” denen yerde her yıl, Arapça ayların on birincisi olan zilkade ayında büyük bir panayır kurulurdu. Her taraftan şairler, yazarlar toplanırdı. Güzel şiirler, seçkin hutbeler okunur, söz alanında yarışlar olurdu. Birinci seçilenler “aferin” alır, şiiri Kâbe duvarına asılırdı.

Böylece Kâbe duvarına asılmış yedi kaside (bir çeşit şiir) vardı ki onlara “Muallekât-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilir. Birincisi İmrü’l-Kays’ın kasidesi olup, en yukarı asılmış ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine kadar öylece kalmıştı.

Kısacası şairler, hatipler; güzel şiirler, dokunaklı hitabelerle büyük halk kitlesine öğütler verirler, halk ahlakının güzelleşmesine çok gayret ederlerdi. Cahiliye zamanında Arapların edebiyatta bu derece ilerlemeleri dikkat çekecek, ibret alınacak bir özelliktir. Belki de Arap dilinin o derece yükselmesi, Allah tarafından bu dille bir kitap indirileceğine işaretti.

Peygamberlerin babası Hz. İbrahim (a.s.)’ın, oğlu Hz. İsmail (a.s.) için dua ettiği, yüce Allah’ın da duasını kabul ederek Hz. İsmail soyundan büyük bir millet çıkaracağını müjdelediği Tevrat’ta yazılıdır.

Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak (a.s.)’ın soyundan pek çok peygamber gelip geçmişti. Onların devri bitip, artık Hz. İsmail evladına sıra gelmişti. Hz. İshak soyundan gelen bunca peygambere karşılık, Hz. İsmail soyundan en son peygamber gelecekti.

Araplar nesep ilmine çok kıymet verir, her kabile kendi soyunu ezberlerdi. Kabilelerin birbirine göre üstünlüğü olduğundan, her biri kız alıp verme konusunda akranını arar ve dengini gözetirdi.

Hz. İsmail’in evladı ve torunları çoğaldı. Arap Yarımadası’nın her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onların içinde Mudaroğulları, onların arasında Kureyş Kabilesi, ötekilerden seçkin birer topluluktu. Kureyşliler içinde Haşim kolu ise hepsinden çok daha fazla şeref ve fazilet sahibi idi.

Haşim’in babası Abdi Menaf, onun babası Kusayy, onun babası Hakim, onun babası Mürre, onun babası Ka’b, onun babası Lüvey, onun babası Fihr, onun babası Malik, onun babası Nadir, onun babası Kenane, onun babası Huzeyme, onun babası Müdrike, onun babası İlyas, onun babası Mudar, onun babası Nizar, onun babası Maad ve onun babası Adnan’dır. Adnan da Kayzar İbni İsmail Aleyhisselam neslindendir.

İşte Hâtemü’l-Enbiya Aleyhisselam’ın büyük ecdadı bu zatlardır ki her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok topluluğun reisi, nice kabile ve aşiretlerin dedesi ve babası olmuştur.

Fakat her ne vakit birinin iki oğlu olsa yahut bir kabile iki kol olsa Hâtemü’l-Enbiya’nın soyu en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her çağda onun en yüksek atası kim ise yeryüzündeki ülkelerinden bilinirdi.

Çünkü Hz. İsmail’in alnında bir nur vardı. Ülker yıldızı gibi parlardı. Bu parlaklık ona babasından kalmış, sonra evlattan evlada geçerek Adnan’a, ondan da Maad ve Nizar’a gelmişti.

“Nizar”, Arapça “az bir şey” manasındaki “nezir”den gelir. Bu adın konmasına sebep şudur: Nizar, dünyaya gelince babası Maad, onun alnındaki parıltıyı görür görmez pek çok sevinmiş, kavmine büyük bir ziyafet verip, “Böyle oğul için bu kadar ziyafet azdır.” deyince oğlunun adı “Nizar” kalmıştır.

Bu parıltı ise Hz. Muhammed’in nuru olup, Hz. Âdem’den beri evlattan evlada geçmiş; sonunda asıl sahibi, Son Peygamber Hz. Muhammed’de durmuştu.

Böylece Adnanoğulları içinde, Hz. Muhammed’e ait parıltıyı taşıyan ve yansıtan bir seçkin soy çıkmıştı. Her çağda bu soydan olan şahıs kim ise yüzünün hemen anlaşılacak kadar güzel, nurlu olmasından dolayı ötekilerden ayırt edilir, hangi kabilede ise o kabile diğerlerinden üstün olurdu.

Bundan dolayı Nizar’ın evladı ve torunları içinde Mudaroğulları öbürlerinden daha çok şan ve şöhret buldu, Mudaroğulları çoğaldı, çevreye yayıldı. Birçok kabileye ayrıldılar, içlerinden Kureyş Kabilesi seçkinleşti. Kureyş Kabilesi Fihr İbni Malik’in evlat ve torunlarıydı, onun oğulları içinde Lüvey ve onun oğulları içinde de Ka’b, diğerlerinden seçkin ve muhterem oldu.

Ka’b İbni Lüvey, cuma günleri kavmini toplayarak hutbe okurdu. Kendi soyundan son peygamber geleceğini söyler, onun zamanına kim yetişirse ona iman etmesini öğütlerdi.

Ka’b’ın torunlarından Kusay da Kureyş Kabilesi içinde pek büyük bir kişidir. Şurada burada dağınık Kureyşlileri toplayıp kuvvet buldu. Mekke’de başa geçti.

Kâbe hizmeti, aslında Hz. İsmail’in evlat ve torunlarındayken, sonra bu şerefli hizmet Cürhüm Kabilesi’ne geçmiş, sonra göç eden ve Mekke yakınında yaşayan Huzaa Kabilesi, bir aralık Kâbe hizmetini ve Mekke başkanlığını ele geçirmişti. Kusay, bir fırsatla Kâbe’nin anahtarlarını Huzaa’dan aldı. Ondan sonra Kâbe hizmeti de Kureyş Kabilesi’nde kaldı.

Kusay’ın Zühre diye bir kardeşi vardı, onun da evlat ve torunları çoğaldı. Kureyş Kabilesi içinde şeref ve itibar buldu, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) annesi Âmine Hatun onun soyundandır.

Kusay ölünce Abdi Menaf, Abdud-Dar ve Abdul-Uzza adındaki oğulları kaldı. Abdi Menaf, diğerlerinden fazla şan ve şeref buldu. Başkanlık ve efendilik, onun soyunda yerleşti. Abdud-Dar’ın soyundan da Kâbe hizmetindeki Şeybeoğulları geldi.

Abdi Menaf’ın Haşim, Abdi Şems, Muttalib ve Nevfel adlarında dört oğlu oldu. Her birinin soyundan gelenler çoğaldı. Hatta Beni Ümeyye denilen Emeviler, Abdi Şems’in soyundan gelmişti. Fakat hepsinin en şereflisi, en faziletlisi Haşim’dir. Nitekim Abdi Menaf’tan sonra Kureyş kavminin büyüğü oydu. Bu temiz soydan gelenlere Beni Haşim ve Haşimi denilir. Son peygamber de onlardandır.

Kureyş kavmi ticaretle uğraşan bir topluluktu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a giderler; her yıl iki tarafla da çokça alışveriş ederlerdi.

Bundan dolayı Haşim de Şam kafilesiyle Mekke’den çıkıp giderken Medine’ye uğradı. Orada Beni Neccâr Kabilesi’nden Selma adlı kızla evlendi. Oradan Şam ülkesine gitti ve Gazze’de öldü.

Selma ise ondan gebe kalıp son derece güzel ve yüzü nurlu bir erkek çocuk doğurdu ve bu çocuk Şeybe diye adlandırıldı.

Şeybe büyüdü. Dayı çocuklarıyla beraber çıkıp gezmeye başladı. Fakat hiç birine benzemiyordu. Yüzünde ülkeri vardı, alnı ay gibi parlar, güzel yüzünü görenler hayran kalırdı, başka soydan olduğu yüzünden belli oluyordu.

Allah’ın resulünü öven ensardan Medineli ünlü Şair Hassan’ın babası Sabit o sırada Medine’den Mekke’ye gidip Haşim’den sonra Kureyş’in ulusu olan kardeşi Muttalib’le görüştü. “Ah, eğer kardeşinin oğlu Şeybe’yi görsen şaşardın. Babana ne kadar benzer ve nasıl şeref ve güzellik sahibidir, tarif olunmaz.” diye Şeybe’yi anlatınca, Muttalib’in kalbine Şeybe’yi görme arzusu düştü.

Kureyş kavmi içinde babadan oğula geçen peygamberlik nuru, Haşim’e gelmiş ve yüzünde görülmüştü. Hâlbuki Haşim’in Şeybe’den başka Esed adlı bir oğlu olmuşsa da ondan yalnız Fatıma adlı bir kız kalmıştı ki Hz. Ali’nin anasıdır. Demek ki Haşim’e Şeybe’nin hayırlı bir vekil olması tabii bir durumdu. Sabit’in ifadesi de bunu doğruladı. Bundan dolayı Muttalib, Şeybe’yi görmek zorunda kaldığından hemen Mekke’den Medine’ye gitti.

Muttalib Medine’ye varınca bir yerde Beni Neccâr’ın çocukları arasında Şeybe’yi gördü. Bir kere tavır ve hareketine, yüzündeki güzellik ve parıltıya baktı, kimse söylemeden yeğeni olduğunu bildi ve gözlerinden yaş aktı.

Nitekim Muttalib, Şeybe’yi tavır ve hareketinden bildiğini, gözlerinden yaş geldiğini bazı şiirlerinde pek yanık açıklayıp hikâye etmiştir. Muttalib hemen orada Şeybe’ye bir kat elbise giydirdi ve onu anasına gönderdi. Sonra anasını razı ederek Şeybe’yi Mekke’ye götürdü.

Mekke’ye girerken Şeybe’yi görenler, “Acaba bu çocuk Muttalib’in kölesi midir?” demişler. O yüzden Şeybe’nin adı Abdül-Muttalib kalmış ve Muttalib ölünce yerine geçip, Kureyş kavminin efendisi, başkanı olmuştur.

Abdül-Muttalib’in alnında Hz. Muhammed’in nuru parıldardı. Kureyş kavmi, bundan dolayı onu çok uğurlu sayardı. Öyle ki Mekke taraflarında kıtlık, pahalılık olsa, onun eline yapışıp Sebir Dağı’na çıkarlar, onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur isterlerdi. Allah da Hz. Muhammed’in nuru hürmetine onlara rahmet ve bereket gönderirdi.

Son Peygamber Hz. Muhammed’in dünyaya gelmesi yaklaştıkça kâhinler, yani görünmez âlemden haber vericiler, onun dünyayı şereflendireceğini bildirdiler. Gariplikler ve alışılmışın dışında işaretler belirmeye başladı. Biri şudur ki Abdül-Muttalib bir gün Harem-i Şerif’de uyurken bir rüya görüp korkuyla uyandı. Kâhinlere gidip rüyasını anlattı. Kâhinler de “Senin soyundan çocuk doğacak, yer ve gök halkı ona iman getirecek.” dediler.

Bunun üzerine Abdül-Muttalib, Kureyş kadınlarından Fatıma adlı bir kız aldı. Ondan oğlu Abdullah dünyaya geldi. Hz. Muhammed’in nuru, onun alnında görünür oldu.

Daha önce Mekke’de hüküm süren Cürhüm Kabilesi’nin üzerine düşman saldırınca Yemen taraflarına kaçmak zorunda kaldıklarında Kâbe hazinesinden bir hayli eşya alıp Zemzem Kuyusu’na atmışlar, üzerine de taş, toprak dökerek yerini belirsiz etmişlerdi. Yıllarca bu durum üzere kaldı. Zemzemin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Bir gece Abdül-Muttalib’e rüyasında zemzemin yeri bildirilmiş ve işareti gösterilmişti.

 

Böylece Abdül-Muttalib Zemzem Kuyusu’nu buldu. Oğullarıyla beraber onu kazmaya başladı. İçinde kılıçlar, zırhlar ve altından yapılmış geyik heykelleri çıktı. Abdül-Muttalib onları aldı. Geyik heykellerini Kâbe’nin kapısının önüne koydu. Zemzem kuyusunu tamamen ayıklayıp hacılara zemzem dağıtmaya başladı.

Kureyş kavmi, büyük dedeleri Hz. İsmail’den kalma mübarek bir kuyunun meydana çıkmasından dolayı çok sevindiler, şükrettiler. Bu yüzden Abdül-Muttalib de eskisinden fazla şan ve şöhret buldu. Halkın gözünde kıymet kazandı.

Abdül-Muttalib’in oğulları; Haris, Ebu Talib, Ebu Leheb, Gaydak Hacî, Abdül-Kâbe, Mukavvim, Zübeyir, Dırar, Kuşem, Abdullah, Hamza ve Abbastır. Fakat Kuşem küçükken ölmüştür.

Abdül-Muttalib, oğulları içinde en çok Abdullah’ı severdi çünkü içlerinde en güzel, en fazla ahlak sahibi oydu. Peygamberlik nuru onun yüzünde açıkça görünüyordu.

Beni Zühre büyüğü Vehb’in kızı Âmine, soy sop bakımından Kureyş kızlarının en faziletlisi olduğundan, Abdül-Muttalib onu Abdullah’a aldı.

Âmine, Abdullah’tan Hâtemü’l-Enbiya’ya hamile kaldı ve hemen Abdullah’ın alnındaki parlayan nur Âmine’nin alnında parlamaya başladı. O esnada Kureyş kavmi, kıtlık ve pahalılığa müptela olup, fazlasıyla sıkıntı çekmekte iken Resul-ü Ekrem, ana rahmine düştüğü gibi, onun hürmetine, Hak, Kureyş’in bağ ve bahçelerine o kadar feyz ve bereket verdi ki hepsi zengin oldu.

O seneye Araplar “fetih ve sevinç yılı” dediler. Âmine gebeyken Abdullah, Şam kafilesiyle Medine’ye gitti, orada hastalandı. Yirmi beş yaşında dayılarının yanında öldü. Böylece son peygamber, yetim inci gibi anasının karnındayken tek ve yetim kaldı, işte o sırada alışılmışın dışında olan hadiselerden, meşhur “Fil Olayı” çıktı.

Uzun yıllar Yemen’de hüküm süren Himyer hükümdarlarının kuvvetleri azalınca Habeşliler, Arabistan yakasına geçip, Yemen ülkesini ele geçirmişlerdi.

Habeşlilerde hükümdarlık sırası Ebrehe adlı padişaha gelince, Yemen’in başşehri olan San’a’da büyük bir kilise yaptı. Bundan maksadı, Arapları Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek, yüzlerini San’a’ya çevirmekti. Araplar ise eskiden beri yılda bir kere Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret edegeldiklerinden, San’a’da yeni yapılmış böyle bir kiliseye meyletmek şöyle dursun, ona hakaret gözüyle bakıyorlardı. Öyle ki içlerinden birisi o kilisenin içine girip pisledi. Bundan dolayı Ebrehe çok öfkelendi. Hemen Kâbe’yi yıkmak üzere büyük bir orduyla Mekke’ye doğru yola çıktı. Taif şehrine gelince bir miktar askerle bir adamını Mekke’ye gönderdi. O da gelip Mekke halkının hayvanlarını sürdü. Bu sırada Abdül-Muttalib’in de dört yüz devesini götürdü.

Abdül-Muttalib, hemen Ebrehe’nin ordusuna gitti. “Kureyş başkanı geldi.” diye haber verdiler. Onu yanına davet edip, büyük bir hürmetle ağırladı. “Niçin geldin?” diye sordu. Abdül-Muttalib develerini istedi. Ebrehe “Ben sandım ki Kâbe’yi yıkmayayım diye ricaya geldin?” dedi.

Abdül-Muttalib dedi ki: “Ben develerin sahibiyim. Onları isterim. Kâbe’nin sahibi vardır, onu o korur.” Hemen Ebrehe emretti, hayvanlarını geri verdiler.

Abdül-Muttalib, hayvanlarını aldı Mekke’ye getirdi. “Bu Kâbe’nin sahibi, onu korur korkmayınız.” diye Kureyş’e güven verdi.

Çünkü Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.), ana rahmine düşmüş, mutlu doğum yaklaşmıştı. Yakında dünyayı şereflendireceklerine dair, alışılmışın dışında nice işaretler belirmiş, Abdül-Muttalib rüyasını görmüştü. Bu bakımdan Ebrehe’nin Allah’ın Evi’ni yıkamayacağını kendi vicdanında kestirmişti.

Gerçekten iki ay sonra son peygamber dünyaya gelecek, sonra Kâbe’yi kıble edinecek, Ebrehe ordusunun durumu da dünyaya büyük bir ibret olacaktı.

Ebrehe’nin büyük bir fili vardı. Daima onu askerinin önünde yürütür, onunla nereye gitse zafer kazanacağına inanırdı, öyle tecrübe etmiş, öyle bellemişti. Bu sefer de Ebrehe, o fili ordusunun önüne kattı, hemen Mekke üzerine yürüttü.

Mekke’ye yaklaşıp da içeri girmeye hazırlanırken fil yere çöktü. Kaldırıp yürütmeye çalıştılar, yürümedi. Başını başka tarafa çevirdikçe hemen koşup gider fakat Mekke’ye doğru çevirdikçe gitmeyip yere yatardı.

Onlar bu çekişmedeyken Allah (c.c.) tarafından birçok Ebabil, yani dağ kırlangıcı veya keçisağan kuşları geldi. Her birinin ağzında, ayaklarında birer ufak taş vardı. Bu taşları Ebrehe askerlerinin omuzlarına bıraktılar. Hangisine değse yaralanıp öldü. Kalanlar düşe kalka Yemen’e kaçıp kurtuldu. Ebrehe de bu suretle San’a’ya varabilmişse de fena hâlde hasta olduğundan, çok geçmeden ölmüştür. Ondan sonra iki oğlu sırasıyla -kısa süreliğine- San’a’da hüküm sürmüşlerse de çok geçmeden devletleri yıkılmıştır.

Ebrehe’nin askeri öylece dağılınca Mekke halkı, şehrin dışına çıkıp onun ordusunda buldukları mal ve eşyaları aldılar.

Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) hürmetine Kureyş Kabilesi hem öyle büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu hem de böyle zahmetsizce bir hayli ganimet malına kavuştu. Bir kat daha şan ve şöhret buldu.

Kureyş Kabilesi’yle çekişmekte olan Arap kabileleri artık onlarla savaşmaktan vazgeçip, onların, Allah (c.c.) tarafından korunduğuna inandılar. Bu seneye Araplar “Fil Yılı” diye ad koydular ki Hz. İsa’nın doğumunun beş yüz altmış dokuzuncu senesiydi.

Son Peygamber Hazreti Muhammed (s.a.v.) de o yıl doğdu ki Ebrehe’nin yukarıda anlatılan fille Mekke’ye gelip gitmesi muharrem ayının ortalarındaydı. Takriben elli gün sonra rebiülevvel ayı içinde de Hz. Muhammed (s.a.v.) doğdu.

Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) Doğumu

Fil Yılı’nda ve Rumi aylardan nisan içinde, rebiülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha doğru, henüz tan yeri ağardığı vakit, âlem bir başka âlem oldu. Yani Hâtemü’l-Enbiya Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri doğdu ve gün doğmadan âlem nur ile doldu.

Abdullah’tan Âmine’nin alnına geçmiş olan parlayan nur, onun alnına geçti. Âdem devrinden beri evlattan evlada intikal edegelen peygamberlik nuru, şimdi sahibini buldu ve artık onda karar kıldı.

Ertesi gün, pazartesi sabahı putlar, yüzüstü düşmüş bulundu, görenler hayrette kaldı.

Şu sözler Âmine’den rivayet olunmuştur: “Ben, öteki kadınlar gibi gebelik zahmeti çekmedim. Gebelerde olan ağırlıkları duymadım fakat gece rüyamda gördüm ki biri gelip ‘Ey Âmine, iyi bilmelisin ki sen âlemlerin hayırlısına gebesin. Doğduğu zaman adını Muhammed koyasın.’ dedi. Doğum yaklaşınca kulağıma şiddetli bir ses geldi, ürktüm. Hemen bir ak kuş geldi, kanadıyla arkamı sığadı. Bendeki korkma ve ürkme hâlleri geçti. Bir yanıma baktım ki beyaz bir kâseyle şerbet sundular. Alıp içtiğim gibi her tarafımı nur kapladı. O anda Hz. Muhammed (s.a.v.) dünyaya geldi. Etrafıma baktım, gördüm ki Abdi Menaf kızlarına benzeyen fakat gayet uzun boylu birçok kız, etrafımda dönüyorlar. Şaşırdım. ‘Ya Rabbi bunlar kimlerdir?’ dedim.”

Hz. Muhammed (s.a.v.) doğarken Âmine’nin gözünden perde kaldırılıp anlatıldığı gibi, cennet hurilerini, melekleri görmüş olduğu, daha pek çok harikulade hâller seyretmiş olduğu rivayet edilir.

Cennetle müjdelenen on kişiden Abdurrahman İbni Avf Hazretleri’nin validesi Şifa Hatun o gece Âmine’nin yanında bulunmuş, kendisinin gözüne de Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumu sırasında doğudan batıya kadar bütün dünyanın nurla dolması gibi daha pek çok âdet ve tabiat dışı şeyler görünmüş olduğunu, oğlu Abdurrahman’a söylemiş, o da başkalarına anlatmıştır.

O gece Abdül-Muttalib, Kâbe’de Allah’a (c.c.) yönelmiş yalvarırken, “Müjde ey Abdül-Muttalib! Şimdi Âmine’den bir çocuk doğdu. Vücudu âleme rahmettir.” diye gizliden bir ses işitmiş, hemen Âmine’nin yanına gitmiş, orada da nice alışılmışın dışında şeyler görmüştür.

Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştu. Arkasında, iki kürek kemiğinin arasında, ta kalbinin hizasında bir nişanı vardı ki ona peygamberlik yüzüğü, peygamberlik mührü denilir.

Şu sözler Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir: “Mekke’de bir Yahudi vardı. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğduğu gecenin ertesinde, Kureyşlilerin toplandığı yere gelerek, ‘Bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu?’ diye sormuş. ‘Evet. Abdül-Muttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu oldu.’ demişler. ‘İşte son peygamber odur ve arkasında nişanı vardır.’ diye haber vermiş. Varmışlar, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) görmüşler. Yahudi, onun görünüşüne bakıp, arkasındaki peygamberlik mührünü görünce aklı başından gitmiş ve ‘Peygamberlik artık İsrailoğullarından gitti. Bundan sonra başka peygamber gelme ümidi bitti. Kureyşliler öyle bir devlete erecekler ki şan ve şerefleri doğudan batıya kadar her yere ulaşacak.’ demiş.”

İsrailoğullarının peygamberleri, Son Peygamber Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bazen Muhammed (s.a.v.) bazen de Ahmed diye anmışlar ve işaretlerini söylemişlerdir. Gizliden haber veren kâhinler de böyle bildirdiklerinden, o zamanki Yahudi kâhinleri arasında son peygambere dair çok sözler söylenir ve dünyayı şereflendirmesi beklenirdi. Bundan dolayı doğuş tarihini anlamış ve belirtmişlerdi.

Hassan bin Sabit’ten rivayet edilmiş, demiş ki: “Ben sekiz yaşında idim, bilirim ki bir gün sabahleyin Medine’de bir Yahudi, diğer Yahudilere bağırıp, ‘Bu gece Ahmed’in yıldızı doğdu.’ dedi. Sonra hesap ettim. Muhammed’in (s.a.v.) doğum gecesine muvafık düştü.”

Abdül-Muttalib, bu gibi hayırlı işaretleri görüp çok sevindi ve “Bu oğlumun şanı pek büyük olacak.” dedi. Kendisine Allah tarafından böyle mutlu bir oğul verildiğine dair güzel bir kaside söyledi ve büyük bir ziyafet verip, Kureyş Kabilesi’ni davet etti. Geldiler, yediler, içtiler. “Bu ziyafete sebep olan çocuğa ne ad koydun?” diye sordular. Abdül-Muttalib, “Muhammed” diye cevap verdi. Onlar da “Dedelerinde olmayan böyle bir adı koymaktan maksadın nedir?” diye sordular. “Maksadım ve istediğim şu ki onu gökte Allah (c.c.) ve yerde halk pek çok övsünler.” dedi.

Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) pek çok adı vardır. En meşhurları “Muhammed” ve “Ahmed”dir. “Muhammed” Arapçada çok övülmüş olan kimse demektir.

Mahmud, Mustafa, Sahibü’l-Beyan, Sahibü’l-Hâtem, Sahibü’l-Makami’l-Mahmud, Sahibü’l-Kadib, Sahibü’l-Herave de Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yüksek lakaplarındandır.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunda meydana gelen alışılmışın dışında olan, görülmemiş hâllerden bazıları da şunlardır:

Hz Muhammed’in (s.a.v.) doğumu sırasında, İran hükümdarının sarayı sarsıldı. On dört balkonu yıkıldı. Fars vilayetinde İstahrâbâd adlı şehirde ateşe tapanların bin seneden beri yanan ateşleri söndü. Sâve Gölü yere batıp görünmez oldu, Semâve Vadisi’nde tam tersine sular taştı. İran’ın Başkadısı Mubedan da o gece rüyasında, bir alay sert ve başıboş devenin bir bölük Arap atını yenerek, Dicle Nehri’ni geçip İran şehirlerine dağıldıklarını görmüştür.

O zaman Sasaniler sülalesinden İran Şahı Nûşirevan, sarayın sarsılıp da balkonların yıkılmasından canı sıkılmış bir hâlde yakınlarıyla bu meseleyi konuşurken, İstahrâbâd’dan, ateşinin söndüğü haberi geldi. Yine bu sırada Sâve Gölü’nün battığı ve Semâve’de suların taştığı işitildi. Hesapladılar. Bütün bunların, balkonların yıkıldığı zamana rastladığını hayretle gördüler.

Bunun üzerine Nûşirevan telaşlanıp hemen Mubedan’ı çağırtarak, bu olanları bir bir anlattı. O da o gece görmüş olduğu rüyayı söyledi.

Nûşirevan daha çok telaş ve endişeye düşüp, “Acaba bu işaretler ne ola?” diye Mubedan’a sordu. Mubedan, ne olacağını biliyordu. Hemen, “Arabistan’da büyük bir olay çıkması gerekir.” diye cevap verdi.

Hemen Nûşirevan, Arap hükümdarlarından kendisine bağlı Numan İbni Münzir’e ferman gönderip, “Bana bilgin bir adam gönder.” diye buyurdu. Numan da Abdül-Mesih adında tanınmış bir bilgini gönderdi.

Abdül-Mesih hemen İran hükümdarının başşehri Medayin’e varıp Nûşirevan’ın yanına girdi. Nûşirevan olup bitenleri söyleyip, “Bu işaretler ne manaya gelir?” diye sordu. Abdül-Mesih de “Benim Şam taraflarında oturan Satih adında bir dayım vardır. Bunların manasını ancak o açıklayabilir.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Nûşirevan, “Haydi çabuk Satih’in yanına git. Ona sor, bana cevabını getir.” diye emretti. Abdül-Mesih de hemen Medayin’den çıkıp Şam ülkesine gitti.

O zaman Araplar içinde kâhin ve arrâfe denen birtakım bilgin adamlar vardı ki Allah’ın sırlarından bahsederler ve gelecek şeyleri haber verirlerdi. En ünlüleri işte bu “Kâhin Satih” dedikleri şahıstır ki çok yaşlı bir adamdı. Hatta Nizar ölünce, mirasını oğlu Mudar ile diğer oğulları arasında pay eden oydu, derler. Aslen Yemenliydi ancak Şam tarafında bir manastırda yerleşip kalmıştı. Hâlbuki bedeninde kemik yoktu, şekil ve kıyafetçe benzeri görülmemiştir. Daima sırtüstü yatar ve bir tarafa götürülecek olursa kendisini döşek gibi devşirip hayvan üzerine yükletirlermiş. Kısaca insana benzemez, dilinden başka organı oynamaz, acayip bir kişiydi. Fakat gayet güzel, düzgün ve akıcı sözler söyler, nice yıllar sonra olacaklardan bahsedermiş.

 

Abdül-Mesih büyük bir süratle Satih’in olduğu yere gitti. Yanına girdi, selam verdi. Satih ise ölüm döşeğine döşenmiş, gözleri kapanmış olduğundan, Abdül-Mesih’in selamını işitmiyor, dünya kelamı kulağına gitmiyordu. Satih’in bu hâli Abdül-Mesih’e çok dokundu. Hemen Satih’i etkileyecek, içinde yanık sözler bulunan bir şiir söyledi.

Şöyle ki: “Acaba Yemen’in ulusu sağır mıdır, yoksa işitiyor mu? Yoksa ölüp gitti de bizleri bütün bütün ümitsiz mi bıraktı? Ey zorlukları sona erdiren faziletli adam! Bir büyük ve muhterem topluluğun büyüğü olan kız kardeşinin oğlu, şah-ı Acem tarafından gönderilmiş olmasıyla dağ ve düzlük, gece ve gündüz demeyip, yollardaki tehlikelere aldırmayıp fevkalade sürat ile sana geldi. Bütün bilginlerin âciz kaldığı önemli bir işi senden sorup öğrenmek ister.”

Bunun üzerine Satih gözlerini açtı ve dedi ki: “Abdül-Mesih, sürat ile Satih’e geldi. Satih ise kabre girmek üzeredir. Seni melik-i Sasan gönderdi. Sarayının sarsılması ve ateşgedenin sönmesinin neye delalet eylediğini soruyor, bir de Mubedan’ın gördüğü rüyanın tabirini istiyor ki rüyasında bir alay sarhoş devenin, bir bölük Arap atını yenerek, Dicle’yi geçip memleketine dağıldığını görmüştü.

Ey Abdül-Mesih! O zaman ki okuma çoğala ve Sahib-i Hirâve görüne ve Fars ateşi söne ve Semâve Vadisi taşa ve Sâve Gölü bata, Şam artık Satih için Şam değildir. Beni Sasan’da yıkılan sütunlar adedince on dört melik ve melike gelir ve artık olacak olur!” dedi ve hemen vefat etti.

Abdül-Mesih, Medayin’e döndü ve Satih’ten işittiği sözleri Nûşirevan’a söyledi. Nûşirevan ise kendisinin saltanatında bir kötülük çıkacağından endişe etmekte olduğu için bu haberle teselli buldu, memnun oldu ve “Bizim neslimizden on dört hükümdar gelip gidinceye dek neler olur?” dedi.

Hakikaten on dört hükümdar gelip geçinceye kadar çok yüzyıllar geçmiş olacaktı. Oysa Nûşirevan’dan sonra bir aralık Sasani Devleti’nin durumu bozularak, yalnız dört yıl içinde Sasani sülalesinden on hükümdar gelip geçmiştir. Sasanilerin ömrü sanıldığı kadar uzun olmadı. Kısa zamanda ülkeleri Müslümanların eline geçti. Nûşirevan’dan sonra on dördüncü hükümdar olan Yezdicürd, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında öldü. Onunla Sasani Devleti yıkılmış ve sona ermiştir.