Read the book: «Hint Efsaneleri»

Font:

BIRINCI BÖLÜM
VISWAMITRA’NIN HIKÂYESI

I

Çok eski zamanlarda Gadhi isminde bir kral yaşardı. Bu kralın Viswamitra adında bir oğlu oldu. Elbette, baba ile oğul, dört büyük Hindu kastının ikincisi olan Kshatriya kastına mensuptu. Savaşçılar ve krallar işte bu kasta mensup olurdu. Fakat küçük Viswamitra büyük bir arzuyla dünyaya gelmişti: Bir Brahman yani en yüksek kast olan rahiplik kastının bir üyesi olmak istiyordu.

Hindu kutsal metinlerinde bir öğreti vardır. Buna göre belli bir kastta doğan bir adamın yaşadığı süre boyunca daha yüksek bir kasta geçmesi kesinlikle mümkün değildir. Kutsal metinlerde daha yüksek bir kasta geçiş için tek bir yol olduğu yazmaktadır. Bunun için, daha düşük bir kastta bir ömür yaşayıp öldükten sonra yeniden doğması gerekmektedir. Gelgelelim Viswamitra’nın arzusu, mevcut hayatında rahiplerin katı idaresi ile muhalefetini aşmak ve çok çile çekerek onların seviyesine yükselmekti.

İlk zamanlar bu, kalbini yakıp kül eden bir arzu değildi. Esasen, yaşamının çok sonraki dönemlerinde (kaldı ki bu binlerce yıllık bir yaşamdı) bazı olaylar, bir Brahmanın yetkilerine sahip olma hevesini alevlendirmişti gönlünde. Ama bu alev bir kez tutuşmuştu işte ve artık onu tamamen tüketen bir şiddetle içinde yanmaya devam edecekti. Uzun ve yıldırıcı çileler çekti. Onu yolundan döndürmek isteyenler bunun için çok uğraştılarsa da Viswamitra sonunda hedefine ulaşmayı başaracaktı.

Viswamitra babasından sonra tahta çıkınca büyük bir ordu toplayıp ülkesini dolaşmak üzere yola çıktı. İşte böylece ilerlediği sırada çok meşhur ve kutsal bir ermiş olan Vasishtha’nın ormandaki inziva yerine geldi. Ermiş ve onunla birlikte yaşayan Brahmanlar, Viswamitra’yı onun şanına sahip bir krala yaraşır şekilde büyük bir hürmet ve nezaketle karşıladılar. Vasishtha, diğer çileci arkadaşlarıyla her gün paylaştıkları sade yiyeceklerden krala ikram etti. Kralın ziyareti ermiş ve rahipleri onurlandırmıştı. Kral da onların misafirperverliği karşısında onur duyuyordu. Bu nedenle Viswamitra, kendisine sunulan meyve ve şifalı otları memnuniyetle kabul etti. Ardından ermiş ile kral bir süre samimi bir sohbette bulundular. Fakat Viswamitra’nın ziyareti sona ermek üzereyken Vasishtha kral ile ordusunu şanına yaraşır bir şekilde ağırlamak istediğini bildirdi. Viswamitra böylesi ünlü bir ermişin misafirperverliğine mazhar olmaktan onur duyduğunu ve daha fazlasının gerekli olmadığını belirtti. Ancak ev sahibi onu ağırlamakta ısrar edecekti. Viswamitra da sonunda bu teklifi sevinçle kabul etti.

Bu ermiş, çektiği çilelerin ona kazandırdığı mucizevi güçlerin yanında Sabala adında olağanüstü bir ineğe sahipti. Bu inek, sahibinin dileği üzerine ona gerekli olan şeyleri sonsuz sayıda veya miktarda tedarik edebilen Bolluk İneği’nin ta kendisiydi. Sahibinin istediği şey, basit bir yemek olabileceği gibi devasa bir ordu da olabilirdi.

Sabala hemen sahibinin emrini yerine getirerek mutlu misafirlere tepe tepe pirinç ve göl kadar et suyunun yanında pastalar, bal ve her türlü et ile içecekten bol bol sundu. Viswamitra’dan en sonuncu hizmetçisine kadar herkes bu nefis ziyafetin tadını doyasıya çıkardı.

Kral münzevi ermişin ineğinin mucizevi güçleri üzerine hayranlık ve zevkle düşüncelere daldı. Kalbi, bu hayvanın sahibi olma arzusuyla dolmuştu.

Ermişe şöyle haykırdı: “Mücevherler, kralların hakkıdır. Bu inek de bir mücevherdir. Dolayısıyla benim olması gerekir! Onun karşılığında sana yüz bin inek veririm!”

Ne var ki Vasishtha kibar ama kararlı bir şekilde şöyle dedi: “Ey kral hazretleri, on milyon inek verseniz de ondan ayrılmam! O benim dostum ve koruyucumdur. Zihnimin ve bedenimin tüm gıdasını sağlayan odur. Hakikaten hayatımı ona borçluyum. Ordunuzun önüne serilen ziyafet onun cömertliği sayesindeydi. Bu ve diğer birçok nedenle Sabala’dan asla ayrılamam.”

Bir an evvel ineği ele geçirmek için sabırsızlanan Viswamitra çok daha büyük değere sahip şeyler teklif ederek talebini yineledi. Altın zincirlerle donatılmış binlerce filden, dörtnala koşacak cins atlardan, yüzlerce görkemli savaş arabasından ve sayıları milyonu bulacak ineklerden bahsetti.

Fakat Vasishtha’nın aklını çelemeyecekti. Ermiş, bütün kutsal ritüelleri ve çileleri gerçekleştirme gücünü bu inek sayesinde kazandığını ve bu hayvanın onun için canı kadar değerli olduğunu söyleyerek cevap verdi. Hakikaten, ona arzu ettiği her şeyi sağlayabilen bu inek karşılığında alacağı servet de neydi?

Yalvarışları hiçbir sonuç vermeyince Viswamitra ineği zorla götürmeye karar verdi. Viswamitra’nın adamlarınca zorla yakalanan inek, efendisinin onu terk ettiğini düşündüğünden ağlayıp sızlandı. Onu zapt etmeye çalışanların elinden kurtularak kaçtı. Sahibinin yanına koşup feryat figan şikâyette bulundu. İlk başta Vasishtha’nın morali çok bozulmuştu zira Viswamitra’nın kudretini biliyordu. Kralın hizmetindeki devasa orduyu düşününce Sabala’ya böylesi bir güç karşısında direnmenin nafile olacağını söyledi. Bunun üzerine inek, Brahmanın kudretinin her şeyin üzerinde olduğunu ve onun ilahi gücü karşısında kralın başarısız olup kibirli başını eğeceğini söyledi.

“Senin gücün beni buraya getirdi. Yine senin tek bir sözünle mağrur kralı bozguna uğratacak olanları getirebilirim!”

Bu sözlerin cesaretlendirdiği Vasishtha inekten bir savaşçılar ordusu yaratmasını istedi. Bunun üzerine inek, amansız vahşi kabilelere mensup binlerce silahlı adamdan oluşan bir ordu meydana getirdi. Bu askerlerin her biri kılıç, savaş baltası ve en kaliteli türden zırhlarla donanmıştı. Fakat Viswamitra pek çok müthiş silaha sahipti. Bunları fırlatarak Sabala’nın savaşçılar ordusunu bozguna uğratacaktı.

Sonra Vasishtha tüm gücüyle bir ordu daha yaratması için ineğe seslendi. O zaman Sabala, Hindistan sınırları ve ötesinde yaşayan kabilelere mensup dağlılar ile barbarlardan oluşan birlikler meydana getirdi. Savaş arabaları, atları ve filleriyle büyük kalabalıklar halinde Viswamitra’nın ordusuna hücum ettiler. Öyle ki kralın ordusu, göz açıp kapayıncaya dek küçülüp yok olacaktı.

Viswamitra’nın yüz oğlu, bu yenilgiyi şaşkınlık ve acıyla izlemekteydi. Şiddetle ermişin üzerine hücum ettiler. Fakat savaşçılıkları onun karşısında bir işe yaramayacaktı. Bir bakış atıp bir kez haykırdı. İşte o anda hepsi ermişin önünde yere yığıldı ve yanıp kül oldular.

Kar Beyazı Boğanın Sırtındaki Binici


Viswamitra, tarifi imkânsız bir kederle o korkunç savaş alanından kaçtı. İşte bundan sonra o uzun mücadelesine başlayacaktı: Bir zamanlar onu evinde konuk eden şimdi ise baş düşmanı olarak gördüğü ermişle eşit hale gelmesini sağlayacak güçleri elde etmek için çabalayacaktı. Krallığını hayatta kalan son oğluna bıraktı. Ardından da inzivaya çekildi. Ağır çileler çekip nefsini cezalandırarak düşmanından öç almak için gerekli gücü kazanmayı umuyordu. Bu amaçla Himalayaların karla kaplı yamaçlarında amansız tanrı Şiva’yı onurlandırmak için çile çekmeye başladı. Mahadeva yani Büyük Tanrı da denen bu ilah, Kar Diyarı’nı çok severdi.

İşte böylece nice günler geçtikten sonra kar beyaz boğasına binmiş Mahadeva ona görünerek “Benden sana hangi ihsanda bulunmamı diliyorsun?” diye sordu.

“Bana muhteşem yay kullanma sanatı ile tanrılar, ifritler, ermişler ve cinlerin kullandığı gizemli silahların tümü üzerinde hâkimiyet gücünü bahşet!” diye haykırdı.

Duası kabul oldu. Yeni silahları Viswamitra’yı gururlandırmıştı. Ayrıca Brahman ermişini perişan edeceğini hayal ederken içi neşeyle dolacaktı. Vasishtha’nın inziva yerine koşturarak o korkunç oklarını fırlattı, ta ki ermişin evi alevler içinde kalarak tamamen yok olana dek. Orada bulunan insanlar, kuşlar ve vahşi hayvanlar dehşet içinde kaçıp bu kara haberi efendilerine götürdüler. Fakat cesaretini hiç yitirmeyen ermiş, hiddetle haykırarak Viswamitra’nın bu aptallığıyla sonunu getirdiğini ve aynı gün günahlarıyla öleceğini söyledi. Viswamitra hiç korkmaksızın savaşmaya geldi. Düşmanını hor gören bir yüz ifadesiyle, ermişin üstüne hücum etti. Kullandığı silahlar öyle tuhaf ve korkunçtu ki yalnızca insan gücüyle bunlardan korunmak mümkün değildi. Gelgelelim, bütün bu silahları sihirli asasıyla savuşturan Vasishtha hiç zarar görmemişti ve sakin bir şekilde oracıkta duruyordu. Bunun üzerine Viswamitra son çare olarak Brahma’nın yani Yaratıcının adını taşıyan oku eline aldı. Bu öyle harikulâde bir silahtı ki kral onu kullanmayı denediği sırada yerdeki ve gökteki tüm canlılar korkuya kapıldı. Ama kudretli büyü sözlerini bilen Vasishtha, Brahma silahını özümsemeyi başardı. Cildinin her bir gözeneğinden kıvılcımlar ve duman çıkıyordu. Bütün vücudu ölülerin efendisi Yama’nın asası gibi ışıldıyordu.

Ermişin arkadaşları neşe içinde haykırarak ona övgüler yağdırdılar. Utanç ve keder içindeki Viswamitra ise Brahmanın kutsiyeti karşısında savaşçıların güçsüz ve çaresiz olduğunu itiraf edecekti. Ancak bu mücadeleden vazgeçmeyecekti. Aksine, bir Brahman ermişi olmaktaki kararlılığı daha da artacaktı. Bu amaçla daha fazla arındırıcı çileler çekmeye hazırlandı.

İşte böylece bir kez daha evinden ayrıldı. Yanında sadece karısı yani kraliçeyle güneydeki topraklara gitti. Orada nice günler, hatta bin yıl boyunca kefaretini yerine getirmek için çile çekti. Bu sürenin sonunda Yaratıcı Brahma ona görünerek şefkatle konuştu ve çektiği bütün o çileler sayesinde Rajarshi yani Kraliyet Azizi statüsünü kazandığını söyledi. Fakat Viswamitra bunu duyunca küplere binecekti. Hor gören bir tavırla cevap verdi: “Tanrılardan alacağım tek mükâfat kraliyet azizliği ise bütün emeklerim boşa gitmiş demektir.”

Böyle düşünerek yeniden vazifesine döndü. Kesin bir gayretle çile ve kefaret yolunu izlemeye devam etti.

O zamanlar Hindistan’ın bir bölgesini Trisanku adında bir kral yönetmekteydi. Erdemli ve nefsine hâkim olmayı bilen biri olsa da bu kralın üstesinden gelemediği bir arzusu vardı: Sahip olduğu insan bedeniyle göğe yükselmek istiyordu. İşte bunun için Vasishtha’nın yardımını istedi fakat ermiş ona gerçekleşmesi mümkün olmayan bu amaçtan vazgeçmesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Trisanku, Vasishtha’nın yüz oğluna başvurdu zira babaları gibi onlar da meşhur birer rahip olup güneydeki topraklarda bir inziva ve kefaret hayatı sürüyorlardı. Kral, büyük bir hürmetle onlara yaklaşıp güzel sözlerle niyazda bulundu ama şanlı babalarının reddettiği şeyi oğullarının ona bahşedebileceği şeklinde nafile bir umuda kapıldığı için Trisanku’yu şiddetle azarladılar.

Bu ikinci tersleniş, Trisanku’yu çok öfkelendirmişti. Vasishtha’nın oğullarına sırtını dönerek hiddetle haykırdı: “Başka bilgelerden yardım istemeye gideceğim.”

Bu sözler ağzından henüz çıkmıştı ki verdiği küçümseyici cevaba çok sinirlenen Vasishtha’nın oğulları ona lanet okudular. Böylece Trisanku bir Chandalaya dönüşecekti yani en aşağı türden bir sefil olacaktı. Sonra Vasishtha’nın oğulları tekrar inzivaya çekilerek tefekküre devam ettiler.

Hakikaten, Brahmanların lanetinin gerçekleşmesi üzerine Kral Trisanku’nun geçirdiği değişim hüzünlüydü. Yüzü bir anda sararıp solmuş, saçları dökülüvermişti. Takıları ise cenaze görevlilerinin taktığı türden şeylere dönüştü. Kralı bu halde gören saray halkı ile arkadaşları korku ve tiksinti içinde geri çekilip ondan kaçtılar. Yine de bu ağır bela, Trisanku’nun gözünü korkutmayacaktı. Emelinden vazgeçmemişti. Artık Viswamitra’dan başkasına başvurmayacaktı.

Savaşçı-rahip, kendisi gibi bir zamanlar kralken şimdi böylesine alçaltılmış olan Trisanku’ya merhametle bakıp ona durumu ve ümitleri hakkında sorular sordu. Trisanku şöyle cevap verdi: “Şu anki insan bedenimle cenneti kazanmayı arzuluyordum. İşte bu amaçla rahibimin ve oğullarının yardımını istedim. Fakat ne o ne de oğulları bana yardım etmeyi kabul ettiler. Bu yüzden size geldim ey şanlı bilge! Asla yalanla lekelenmemiş tertemiz ağzımla ve bir savaşçının inancıyla yemin ederim ki yolumdan dönmeyeceğim. Ah, ne olur hedefime ulaşmam için bana yardım edin zira sizden başka yardımcım yok!”

Viswamitra, kendisiyle aynı mevkiye sahip ve yine kendisi gibi savaşçıların ortak kaderinin üzerinde ulvi ve kutsal ayrıcalıklar peşinde koşan bu adamın yalvarışlarından etkilenmişti. Dahası, Kral Trisanku’ya köstek olup karşı çıkmış kişiler, Viswamitra’ya onca kötülük eden düşmanlarının ta kendisiydi. Dolayısıyla, inzivadaki Viswamitra, kralın hikâyesini büyük bir anlayışla dinledi. Sonra şefkatli bir sesle cevap verdi: “Hiç korkma, asil kral! Ben bizzat sana yardım edeceğim. Şu an bürünmüş olduğun bedenin hiç değişmeden göklere yükseleceksin. Üstelik törenine en kutsal azizleri de davet edeceğim.”

Bunun üzerine Viswamitra en yüce ve aziz kimseleri törene çağırmaları için öğrencilerini dört bir yana yolladı. Haberin yollandığı kişiler arasında Vasishtha ile oğulları da vardı. Ulaklar tam vaktinde geri dönerek Viswamitra’nın nefret ettiği rakibi ve oğulları haricinde tüm davetlilerin geleceklerine dair söz verdiklerini bildirdi. Vasishtha ve oğulları ise bu davete şöyle cevap vermişti: “Rahip olarak doğmamış birinin düzenleyeceği bir sunu töreni, tanrılar ile azizlerin niçin dikkatini çeksin? Biz Brahmanların kirlenmeksizin böylesi bir sunu törenine katılması mümkün müdür? Hem, arınmak için Viswamitra gibi birisine mi başvuracağız?”

İşte öfke ve kibir dolu cevapları bu şekildeydi. Fakat Viswamitra da onlara aynı öfkeyle lanet edecek ve cevaplarını ona taşımış olan habercilere şöyle diyecekti: “Bana bu şekilde hakaret eden ve yıllarca çile çekerek elde ettiğim sunu hakkını reddeden o alçaklar utanç ve kepazeliğe gark olacaklar. Yedi yüz defa sefil serseriler olarak doğacaklar, ölülerin atılmış giysilerini giyip açlıklarını köpek eti yiyerek giderecekler. O kibirli aptal, yani yüce Vasishtha hazretleri ise bana sürmeye çalıştığı lekeyle kendisi kirlenecek. Yaşayan canlıların ölümünden zevk alan bir kuş avcısı olarak doğacak ve nice yıllar hiçbir güzel düşüncesi olmadan rezil bir varlık olarak yaşayacak.”

Sonra orada toplanmış öteki bilgelerle öğrencilere dönerek orada bulunmalarının nedenini ağırbaşlı bir tavırla açıkladı. Yapılacak bu törenle Trisanku kendi insan bedeniyle göğe yükselecekti.

Ne var ki bu törenin nasıl gittiğine geçmeden önce bir başka hikâyeye yer vermemiz gerekiyor. Bu hikâyede Viswamitra’nın gazabı, rakibinin oğullarını alt edecektir. Hangi hikâyenin daha önemli olduğunu tartışmaya dahi gerek yok. Belki bazıları, bunun Vasishtha’nın oğullarına indirilmiş ikinci bir darbe olduğunu düşünebilir. Her halükârda hikâye şöyledir:

Günlerden bir gün Vasishtha yolda bir kralla karşılaştı. Bu kral aynı zamanda kendi hanesinin rahibiydi. Kral yol vermesi için ona işaret etti fakat buna karşılık ermiş, saygılı bir şekilde konuşarak esasen savaşçının Brahmana yol vermesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine küplere binen kral, asasıyla ermişe vurdu. O zaman Vasishtha onu lanetleyerek bir yamyama dönüşmesini istedi. Kendisi gözükmese de bu laneti işitmiş olan Viswamitra, kralın insan yiyen kötü bir ruh tarafından ele geçirilmesini istedi. İşte her şey böyleyken kral yoluna devam etti. Karşısına çıkan ilk adam, Vasishtha’nın en büyük oğlu Saktri olacaktı. Onu hemen oracıkta mideye indirdi. Zaman içinde Vasishtha’nın bütün oğulları aynı şekilde yok olacaktı. Kedere gark olan ermiş çeşitli şekillerde kendini öldürmeyi denedi. Bir defasında Meru Dağı’nın tepesinden atladı ama pamuk gibi yumuşacık kayalara düştüğünden vücudu çizik bile almamıştı. Sonra yanan bir ormana girdi ama alevler ona dokunmadı. Ağır yükler yüklenip kendini denize attı ama dalgalar onu sahile sürüklemişti. Derken, eli kolu bağlı halde bir nehre daldı fakat sular onu çözerek sağ salim kıyıya ulaştırdı. Kendini hayattan koparmak için uyguladığı bu ve diğer yöntemlerde başarısız olunca ormandaki evinin yolunu tuttu. Onca zamandır nafile yere aradığı ölüme yol üzerinde çok yaklaşacaktı. Zira adam yiyen kral karşısına çıkmıştı ve onu mideye indirmek üzereydi. Fakat Vasishtha, kralı bir Brahman ermişini mideye indirme şeklindeki affedilmez günahı işlemekten korumak için o kötü ruhu içinden çıkardı ve lanetle yaşadığı on iki yılın ardından onu akıl sağlığına kavuşturdu.

Şimdi Viswamitra’nın sunu törenine dönelim: Kutsal kadim bilgileri çok iyi bilen ermiş ve misafirleri dini töreni başlattılar. İlahiler okunduktan ve dualar edildikten sonra Viswamitra sunuyu onurlandırmaları için tanrılara seslendi. Ne var ki ölümsüzler bu seslenişi işitmeyecekti.

O zaman son derece büyük bir öfkeye kapılan Viswamitra, tanrıların umursamazlığına rağmen kralı göğe yükseltebilmek için çile çekerek kazandığı kendi gücüne başvurdu. Bu öyle büyük bir güçtü ki herkesin şaşkın bakışları karşısında Trisanku kanatlanarak kutsanmışların meskenlerine doğru yükseldi. Ancak bu olay, ölümsüzlerin gözünden kaçamayacaktı. İndra ona şöyle bağırdı: “Defol, Trisanku! Burada sana yer yok! Baş aşağı düş ve yeryüzüne dön, aptal seni!”

Bu emir üzerine Trisanku hızla yere düştü ama bu esnada Viswamitra’dan da yardım isteyecekti. Onu işiten rahip-kral tüm gücünü bu görev için toplayarak Trisanku’nun yere düşüşünü yavaşlattı. Sonra Viswamitra, çile ve ilimle kazandığı büyük gücünü kullanarak Büyük Ayı Takımyıldızı’nı oluşturan yedi yıldızın karşısında, güney semasındaki yedi yıldızı yarattı. İşte Trisanku bu süre boyunca bu yıldızların arasında asılı kalacaktı. Öfkesinin fırtınasına tutulan Viswamitra, inatla vazgeçmediği emellerini gerçekleştirmek için ona yardım edecek yeni tanrılar yaratma hevesindeydi. İşte böyle sıradışı ve muazzam bir kudrete sahipti. Fakat dehşete düşen tanrılar, Daityalar1 ve ermişler, onu bu korkunç kararından caydırmak için geldiler. Kibirli bilge onlara kulak verecekti fakat amacından dönmeyecekti. Yeni tanrılar yaratma tehdidini tek koşulla geri çekeceğini söyledi: Trisanku kendi dilediği gibi ve Viswamitra’nın yardımıyla başlamış olduğu üzere göğe yükselecekti. Bunun için gerekli izin verildi ve böylelikle tanrılar ile ermişler bir kez daha rahat etti. Bu hedefine ulaşan Viswamitra, başka hüner ve güçler elde etmek için yeni bir arayışa başlamak üzere diğer bölgelere doğru yola çıktı.

Tahmin edileceği üzere, sürekli çile çekip bedene eziyet ederek insanüstü güçler elde etmeye çalışan ve bunu başaran kimseler karşısında bazen tanrılar dahi korkuya kapılırdı. Bu savaşçı-bilgenin en zor çileleri çekmeye kararlı bir biçimde devam ettiğini gördüklerinde de işte böyle korkmuşlardı. Onu yolundan döndürmeye çalıştılar. Öyle ki o büyük çileci sadece bir kez aldanarak zevke kapılacaktı. İşte bu yüzden yıllarca iradesiyle elde ettiği hünerleri kaybedecekti. O zaman büyük bir utanç içinde her şeyin farkına vardı. Şimdi Brahman rahipliğini elde etmek için daha da büyük bir kararlılıkla çalışacaktı. Tanrılar bir kez daha onu cezbetmeye uğraşsa da boşunaydı. Viswamitra artık kandırılamayacaktı. Onu aldatmaya çalışanların hileleri geri tepecekti. Fakat onu hedefine ulaşmaktan alıkoymak için gösterilen bütün bu çabaları gördükçe Viswamitra’nın yüreği hiddetle yanıyordu. İşte bu şekilde öfkesine yenik düştüğü için faziletlerinden çoğunu yitirdi. Ancak bütün bu duraksamaların ardından yorulmak nedir bilmeksizin her bir hissin ve çilenin üstesinden gelmeye kendini adadı.

Bazen günler boyu hiç kıpırdamaksızın ve hava haricinde bir gıda almaksızın bir kolunu yukarı uzatmış halde tek ayak üstünde dururdu. Yazın kavurucu sıcağında yaktığı dört ateşin arasında otururdu, tepesinde ise beşinci ateş yani Güneş cayır cayır yanardı. Ülkesinin gece gündüz dinmeyen yağmur fırtınalarında başını gölgeleyen bulutlardan başka gölgesi yoktu, ıslak çimenler ise tek döşeğiydi. İşte böylece bin yıl daha dayandı. Tanrılar onu izlerken tir tir titriyordu. Bilge Viswamitra ise çektiği sıkıntıları asla hafifletmeye kalkışmıyordu. Himalayaların yamaçlarından ayrılarak doğuya doğru yol aldı ve benzeri hiç görülmemiş bir disiplinle tam bir sükût halinde bin sene daha geçirdi. Çilesinin şiddetiyle vücudu iyice buruştu, bir odun kütüğü gibi kurudu. Fakat hiçbir şey, kararlı yüreğini amacından vazgeçiremeyecekti.

İşte böylece bin yıl geçtikten sonra Viswamitra sade bir sofraya oturdu. Bu sırada ne olsa beğenirsiniz? Brahman kılığına girmiş olan İndra, yiyecek dilenmek için ona yaklaştı. Açlıktan bayılmak üzere olan Viswamitra yine de tek kelime etmedi ve nefsine hâkim olup her bir kırıntıyı dilenci adama verdi. Son acı sınavını da başarıyla geçti. İşte o zaman kazandığı faziletin ateşi parlamaya başladı ve koyu duman bulutları kaşının çevresini sardı. Üç dünyanın sakinleri büyük bir keder içindeydi. Tanrılar, ermişler, Daityalar ve Nagalar,2 dehşet içinde herkesin ve her şeyin Rabbinin huzuruna çıktılar. Viswamitra’nın uğruna bunca çile çektiği ihsanı ondan esirgemenin ağır sonuçlarına engel olmasını istediler.

“Rabbimiz, ona karşı ne tatlı dil ne de tehdit işe yarıyor. Amansız bir kararlılıkla yeminine bağlıdır. İstediği ihsan ona bahşedilmediği takdirde hiç şüphe yok ki evrenin özünü dahi tehlikeye atacak türden çileler çekmeye devam edecektir. Dünya zaten çok büyük acıların pençesinde. Yeryüzünü kasvet bürümüş. Gadhi’nin oğlu hedefini gerçekleştirmek için daha da yüksek güçlere erişmeye kalkışacak olursa, daha nice belalardan korkmamız gerekmez mi? Sana yalvarırız, ona istediği şeyi bahşet ve böylece kâinatı emniyette tut!”

İşte kendisine bu sözlerle yakarılan Brahma, nihayet yanına kutsanmışları da alarak bilgeye gitti ve onu hoş bir şekilde selamladı:

“Selam sana ey Gadhi’nin oğlu! Artık Brahmarshi oldun! Zira aralıksız çalışarak ve çile çekerek Brahman ermişliği mertebesine ulaşmayı hak ettin. Uzun bir ömür, huzur ve neşe senin olsun. Artık dilediğin yere gidebilirsin.”

Bunun üzerine zafer coşkusuyla dolan Viswamitra, Ulu Baba’ya hürmetle hitap etti: “Hakikaten Brahmanlık unvanını kazandıysam, Vedik kurallara göre bu durum tasdik edilsin ve adağım kabul edilsin. Ayrıca ermiş Vasishtha gelip bana bu ihsanın bahşedildiğini onaylasın.”

O zaman ünlü keşiş Vasishtha gelip yeni mevkidaşını selamladı ve Brahman ermişliği iddiasını tanıdı. Buna karşılık Viswamitra da eski düşmanına misafirperverlik gösterip nezaketle davrandı.

İşte böylelikle savaşçı Viswamitra’nın ulvi arayışı sona ermişti zira rahiplerin ve tanrıların muhalefetine rağmen bir zamanlar onu tamamen alt etmiş olan büyük ermişle eşit haklar kazanmıştı. Fakat ne Vasishtha ile aralarında kurulan dostluğun ne de Brahma’nın onu Brahmarshi olarak selamladığı günün başladığı gibi devam ettiğinden şüphe duymak yerinde olacaktır. Aşağıdaki hikâye bir önceki kadar doğruysa, böylesi iki rakip arasındaki anlaşmanın kısa ömürlü olacağı açıktır.

II

Viswamitra’nın Brahmanlık mertebesine ulaşmasından sonraki günlerde Harischandra isminde haşmetli bir kral hüküm sürmekteydi. Bir zamanlar Viswamitra’nın olduğu gibi bu kral da bir Rajarshi idi. Harischandra, yüksek ahlak sahibi bir hükümdardı. Onun ülkesinde insanlar erdemi kötülüğe yeğlerdi, hastalık ve felaketler onlara nadiren uğrardı.

Günlerden bir gün Kral Harischandra ormanda avlanmaktaydı. Bir geyiği kovalıyordu. İşte o sırada defalarca tekrarlanan şu haykırışı işitti: “İmdat! Kurtarın bizi!” Sanki zor durumdaki bir grup kadın bağırıyordu. Kralın bundan haberi yoktu ama aslında bu sesler, kudretli Viswamitra’nın kontrolü altına aldığı bazı ilimlerin vücut bulmuş hallerinden geliyordu. Daha önce hiç böyle tutsak edilmemiş olduklarından, kurtulmak için haykırıyorlardı.

Eğer Kral Harischandra kendi ruhundaki bilgelik ve irade gücüyle hareket etmiş olsaydı, şüphesiz ki bu meseleyi hiç zarar görmeyecek şekilde hallederdi. Fakat şansa bakın ki dünyada oradan oraya dolanan kötü bir varlık vardı. Karşıtlık Ruhu denen bu varlık, gelişmeye çalışan herkesi engellemek için elinden geleni yapardı. Viswamitra’nın yeni ve güçlü ilimlere hâkim olmaya başladığını görünce ermişi bu çabasından nasıl alıkoyabileceğini düşünmeye başladı fakat bunun için hiçbir yol bulamadı. “Şu Viswamitra olağanüstü bir kudrete sahip, ben ise onun yanında çok güçsüzüm. Yardım gelmediği takdirde ilimler, Viswamitra tarafından başarıyla ele geçirilecektir,” diye düşünüyordu.

O sırada imdat çağrılarına karşı kralın “Korkmayın!” diye cevap verdiğini işitince Karşıtlık Ruhu şöyle geçirdi içinden: “İşte sorun çözüldü. Kralın içine gireceğim, böylece bu işi benim yerime halledecek.”

Bunun üzerine ruh, Harischandra’nın içine girdi. Krallığının yollarında hiç utanmadan böylesi bir kötülüğün yapıldığını düşününce öfkeyle dolan kral, seslerin geldiği yere doğru ilerledi. Bu kötülüğü yapan sefilin kraliyet oklarıyla yok olacağını haykırıyordu. Bu tehditkâr dili işiten büyük ermiş çok sinirlenmişti. İşte bu haldeyken onun yanına gelen Kral Harischandra şaşkına döndü ve bir yaprak gibi tir tir titremeye başladı. Yere kapanarak haykırdı:

“Sinirlenmeyin, yüce efendim! Kutsal yasaya göre imdat dileyenleri korumak için yardımlarına koşmak, bir savaşçının görevidir. Ben de yalnızca bu görevi yerine getirmeye çalışmıştım.”

Ermiş doğrudan cevap vermeye tenezzül etmeyip şunu sordu: “O halde kime hediye vereceksin, ey kral? Kimi koruyacaksın? Ve kiminle savaşacaksın?”

“Önce Brahmanlara hediye veririm. Korku içindekileri korurum. Düşmanlarla ise savaşırım,” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Viswamitra dedi ki: “Öyleyse, vazifeni yerine getir ve dilenen şu Brahmana münasip bir bağış yap.”

Kral buna memnuniyetle cevap verdi: “Dilediğiniz ne varsa, şimdiden verilmiş kabul edin, ey büyük ermiş! Hatta dilediğiniz benim krallığım, karım ve canım bile olsa!”

Bunun üzerine Viswamitra, Rajasuya gününde3 sunulacak türden bir armağan dilediğini söyledi. Daha açık konuşması istenince Harischandra’dan kendisi ve kişisel meziyetleri ile karısı ve oğlu haricinde tüm varlığından vazgeçmesini talep etti. Bunu işiten Harischandra’nın yüz ifadesi bile değişmedi. Öyle ki bu hediyeyi vermeyi canı gönülden kabul etti. Bunun üzerine ermiş bir ferman verdi. Artık Harischandra’nın krallığı ve hükümdarlığı onun eline geçtiğine göre kral kaba çuldan kıyafetler giyip yanına yalnızca karısı ve çocuğunu alıp yürüyerek ülkeden gidecekti.

Hiç sesini çıkarmadan itaat eden kral, ülkesinden ayrılmak için hazırlandı fakat ermiş bir kez daha bağış talebinde bulunacaktı. Kral, canlarından başka bir şeyleri kalmadığını söyleyerek yalvarsa da Viswamitra ısrarında kararlıydı. Cömert bir bağışta bulunmadığı takdirde kralı lanetlemekle tehdit etti. Büyük bir sıkıntı içindeki Harischandra para bulmak için zaman istedi ve bir ay içinde gerekli bağışı hazırlayacağına söz verdi. Viswamitra bu ricayı kabul etmeye tenezzül ederek krala gitmesi için izin verdi.

Böylece Harischandra karısı ve oğluyla birlikte sefil bir halde yola çıktı. O büyük ve iyi hükümdarlarını böylesi düşkün bir durumda gören yurttaşlar feryat edecekti. “Eyvahlar olsun! Ey iyi kalpli efendimiz, niçin bizi bırakıyorsunuz? İzin verin de velinimetimize hizmet edelim ve sizin yanınızda olalım. Vah ki vah! Yürümeye alışkın olmayan kraliçeniz oğlunu elinden tutmuş yayan gidiyor! Atlılar ile fillerine binmiş askerlerin kendisine yol açtığı kralımız da öyle! Efendimizin başına neler gelecek kim bilir? Üstü başı toz toprakla kaplanacak, yorgunluktan bitkin düşecek. Siz olmadan bizler birer boş gölgeden ibaretiz. Siz bizim babamızsınız, bizim şehrimizsiniz, bizim göğümüzsünüz. Ey krallar kralı, bizi bırakmayın!”


“Ne dilerseniz, büyük ermiş!”


Bunun üzerine çok duygulanan Kral Harischandra duraksadı. Kendi hazin durumundan çok tebaasının kederli haline acımıştı. Viswamitra onun yavaşladığını görünce hiddetle bir yaygara kopardı ve şöyle dedi: “Yazıklar olsun! Sen güvenilmez bir adamsın. Önce bana krallığını vereceğine söz verdin, şimdi ise verdiğin hediyeyi geri almak istiyorsun!”

Kral titreyerek mırıldandı: “Gidiyorum.”

Ancak ermiş yalnızca kaba bir dille yetinmeyecekti. Asasını kaldırıp zavallı kraliçeye acımasızca vurmaya başladı. Harischandra genç kadını oradan uzaklaştırdı. Kralın yüreği acıyla dolmuştu ama ağzından yalnızca şu söz çıkacaktı: “Gidiyorum.”

Böylelikle Harischandra, karısı Saivya ve oğluyla birlikte kendi ülkesini terk edip yürüyerek Benares’e gitti. Ama Viswamitra onlardan önce oraya varmıştı ve inatla bağışını istiyordu zira bir aylık süre geçti diyordu.

“Hayır, büyük Rişi! Yarım gün daha vaktim var. Ödeme zamanımı bekleyin, yalvarırım size,” dedi Harischandra.

Sonra kral bir şekilde parayı bulmak için oraya buraya koşturdu ama para kazanmak için bahtsız karısı ile oğlunu köle olarak satmak dışında bir çare bulamadı. Kocasının dürüstlük konusundaki itibarını kaybetmesine ve Brahmanın onu lanetlenmesine engel olmak için bunu genç kadının kendisi önermişti. Fakat kral onun sözleri karşısında öyle şaşkına dönmüştü ki bir anda acıyla yere yığıldı. Kendine geldiğinde karısını bu hale düşürmüş olduğu için utancından ağlamaya başladı. Kocasının yine fenalaştığını gören kraliçe de onun bu acıklı yıkımına hayıflanmaya başladı ve bu defa da kendisi yere yığıldı. Anne babasını çaresizce yere yatmış halde gören çocukcağız onların üstüne kapanıp ağlamaya başladı. Üstelik açlıktan karnı ağrıyordu.

Sonra Viswamitra yeniden geldi. Kralın baygın olduğunu görünce üstüne soğuk su dökerek onu uyandırdı ve hemen parasını ödemesini istedi. Nihayet Viswamitra oradan gittikten sonra kral haykırdı: “Ey yurttaşlar! Bana bakın! Acımasız bir canavarım, insan kılığında bir Rakşasa’yım ben! Kendi karımı satacak duruma geldim. Eğer onu köle olarak almak isteyen varsa, hâlâ cevap vermeye yetecek nefesim varken konuşsun.”

Bunun üzerine yaşlıca bir Brahman şöyle dedi: “Karım çok genç ve evde ona yardım edecek birine ihtiyacı var. Zengin bir adamım, karının gençliği ile güzelliğine yaraşır bir para ödeyebilirim sana. Bu yüzden, parayı al ve onu bana teslim et.”

İşte bu sözleri söyleyerek krala parayı verdi ve kraliçeyi elinden tutup sürükledi. Küçük çocuk annesine yapışmıştı. Brahman ilk önce onu tekmeleyerek ittirdi ama kraliçe oğlunu da satın alması için Brahmana yalvardı zira ondan ayrı kalırsa iyi hizmet edemezdi. Bu yüzden, Brahman biraz daha para vererek kraliçeyle birlikte oğlunu da götürdü. Bir başına kalan Harischandra ise canından çok sevdiği karısını ve oğlunu köle olarak satmaya onu zorlayan alçak kadere lanetler okuyordu.

Sonra Viswamitra tekrar gelip parayı aldı ama aldığı bağışa küçümseyerek bakacaktı. Ona böyle küçük bir bağışta bulunduğu için kralı azarladı. Böyle bir meblağın büyük bir sunu için yeterli olduğuna inanmaya devam ettiği takdirde Brahman ermişlerinin gerçek gücünü göreceğini söyleyerek Harischandra’yı tehdit etti. Ardından yalnızca bir çeyrek gün kadar vakti kaldığını hatırlattı ve parayı alıp gitti.

1.Daityalar, Hindu mitolojisinde bir dev ırkının mensupları olup Devalardan aşağı konumdadırlar. (ç.n.)
2.Nagalar, Hint mitolojisinde Bhogavati şehrinin altında yaşayan yarı insan yarı yılan bir ırktır. (ç.n.)
3.Rajasuya yani Kralın Kutsanması gününde en azından bu tören süresince kralı bir tanrı konumuna ulaştırdığına inanılan dini ritüel yapılırdı. (ç.n.)