Sefiller I. Cilt

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

Piskopos, itiraf etmese de içinin bir anda irkildiğini fark etti. Yine de konuşmak için toparlandı ve ona şöyle bir cevap verdi:



“Yargıç, adalet hakkında konuşuyorsa bir din adamı ancak daha yüce bir adaletten başka bir şey olmayan merhamet adına konuşur. Bir patlamanın, aydınlanmanın da hata yapmaması gerekir.”



Ve doğrudan Konvansiyon Üyesi’ne bakarak: “Peki, ya XVII. Louis?” diye ekledi.



Konvansiyon Üyesi elini uzatarak, Piskopos’un kolunu tutarak, heyecanla konuşmaya başladı: “XVII. Louis, bu konuya bir bakalım. Kimin için ağlamak istersiniz? Masum bir çocuğun ölümü için mi? Çok güzel, bu durumda gelin birlikte ağlayalım. Yoksa bir kraliyet çocuğu için mi ağlamak istersiniz? Benim için bunun da bir önemi yoktur. Bu konuda size kısa bir bilgi vermek isterim. Bana göre Cartouche’un küçük ve masum bir çocuk olan kardeşinin Grave alanındaki darağacında, sırf Cartouche’un kardeşi olmak suçundan dolayı sallandırılmış olmasıyla; aç ve susuz ölüme terk edilen masum bir çocuğun Temple Şatosu’nda, tek suçu XV. Louis’nin torunu olması nedeniyle infaz edilmesi arasında hiçbir fark yoktur.”



“Monsenyör.” dedi Piskopos. “Bu isimleri aynı cümlenin içerisinde kullanmanızdan hiç hoşlanmadım.”



“Cartouche mu? Yoksa XV. Louis mi? Hangisi için itiraz ediyorsunuz, sizce hangisi suçsuzdur?”



Anlık bir sessizlik hâkim oldu. Piskopos geldiğine neredeyse pişman olmak üzereydi ancak yine de belli belirsiz ve garip bir şekilde sarsıldığını hissediyordu. Konvansiyon Üyesi konuşmaya devam etti:



“Ah, Monsenyör Papaz, siz dürüstlüğün kabalığını sevmiyorsunuz. Oysaki İsa bu dürüstlükler üzerine temelini kurmuştur. Kutsal asası ile Temple’i boşaltmış, mucizeler dağıtan değneği dürüstlüğün amansız dağıtıcısı olmuştur. ‘Peşimden gelin!’ diye bağırdığında, hiç kimse arasında ayrımcılık yapmamıştır. Barabbas’ın Dauphini ile Hirodes’in Dauphini’ni bir araya getirdiğinde utanmamıştır. Masumiyet, Monsenyör, özel bir asalettir. Masumiyetin yüceliğinin olması gerekmez, o tıpkı zambaklar gibi bulunduğu yerde kendisini belli eder.”



“Bu doğru.” dedi Piskopos alçak sesle.



“Ben buna itiraz ediyorum.” diye devam etti Konvansiyon Üyesi G. “Bana XVII. Louis’den bahseden sizsiniz, bu yüzden sorularıma cevap vermeniz gerekir. Kim olurlarsa olsunlar; masumlar, tüm şehitler, tüm çocuklar, alçaklar ve yüceler için ağlar mısınız? O zaman size katılırım. Ancak bu durumda, size söylediğim gibi 93’ten daha gerilere giderek gözyaşlarımızı XVII. Louis’den başlayarak dökmeliyiz. Benimle birlikte halkın sefil çocukları için ağlayacak olursanız, ben de sizinle birlikte kral çocukları için ağlayacağım.”



“Ben hepsi için ağlarım.” dedi Piskopos.



“Eşit oranda mı?” diye haykırdı Konvansiyon Üyesi G.



“Eğer bu hususta dengenin şaşması gerekiyorsa o zaman tercihinizi sefil halktan yana yapmalısınız çünkü onlar çok daha uzun süredir acı çekiyorlar.”



Başka bir sessizlik daha hüküm sürdü. Bu sessizliği ilk bozan Konvansiyon Üyesi oldu. Birisini sorgularken alışkanlık olarak yaptığı gibi, kendisini dirseğinden destek alarak dikleştirdi. Yanağını başparmağıyla işaret parmağının arasına aldı ve ölüm ızdırabının tüm etkisiyle dolu bir bakışla Piskopos’a seslendi. Sesi, sessizliğin içerisinde sanki büyük bir patlama olmuş gibi yankılandı.



“Evet, efendim; bu insanlar gerçekten çok uzun zamandır acı çekiyorlar ve siz sanki bundan habersizmiş gibi davranarak karşıma çıkıyor, beni sorguya çekiyor ve XVII. Louis’nin ölümünün neredeyse insanlık dışı olduğu hususunda bana ahkâm kesiyorsunuz. Bu konuda kesinlikle haksızsınız. Buralara geldiğimden bu yana, gördüğünüz bu kulübede bir başıma yaşıyorum. Asla dışarı çıkmadım, kimseyi rahatsız etmedim ve bana yardım eden gördüğünüz o çocuktan başka kimseyi de görmedim. Sizi tanımıyorum ancak namınız bana bir şekilde ulaştı. İsminiz insanlar tarafından ne nefretle anılıyor ne de sizin yüksek faziletlerinizden bahsediliyor. Kaldı ki bu düşüncelerin hiçbirini de umursamıyorum. Zeki bir adamsınız ve halka karşı kendinizi merhametli bir adam gibi empoze etmenin pek çok yolunu da biliyorsunuz. Ayrıca geldiğinizde arabanızın sesini duymadım, beni şaşırtmak için hiç şüphe yok ki onu; şurada, koruluğun arkasındaki yolda bırakmış olmalısınız. Dediğim gibi, ben sizi tanımıyorum. Bana piskopos olduğunuzu söylediniz ancak bu bana sizin ahlaki kişiliğiniz hakkında hiçbir bilgi vermiyor. Kısacası sorumu tekrarlıyorum: Kimsiniz siz? Bir piskopos, yani başka bir deyişle bir kilise prensi; gayet güzel geliri olan, keyfi yerinde, işi tıkırında, şu yaldızlı rahat adamlardan birisiniz. Digne Piskoposu olarak aylık on beş bin frank sabit gelir, on bin frank masraf ödemesiyle toplam yirmi beş bin frank alan, İsa adına saraylarda yaşayan, emrinde hizmetkârları olan, en güzel yemekleri yiyen, en nefis şarapları içen, arabalarla yolculuk yapan bir adamsınız! Sağlam gelir, saraylar, atlar, hizmetçiler, iyi sofralar ve hayatın tüm zevkli nimetlerinden faydalanan bir başrahipsiniz. Hazların en büyüğünü, güzelliklerin en derinini, rahatlıkların en kaygısızını yaşayabilecek durumdasınız. İşte tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda kulübeme gelerek merhamet duygusunun içsel ve temel değeri konusunda beni aydınlatamazsınız. Bana gerçek kişiliğinizi gösterin. Kiminle konuşuyorum ben? Kimsiniz siz?”



Piskopos başını eğdi, sakince cevap verdi: “Ben sadece küçük ve mütevazı bir solucanım.”



“Arabası olan bir solucan mı?” diye sordu Konvansiyon Üyesi, dişlerinin arasından. Şimdi roller değişmişti, kibirli olma sırası ihtiyar adama geçmiş ve Piskopos onu alttan almaya başlamıştı.



Piskopos en yumuşak sesiyle cevap verdi:



“Öyle olsun, efendim. Ama bana lütfen bana şunu açıklar mısınız? Birkaç adım ötedeki ağaçların arkasında duran arabam, yaşadığım hayatın zenginliği, cuma günleri yediğim yemeklerin iyiliği; yirmi beş bin frank gelire, saraya ve uşaklara sahip olmam ile 93 yılının acımasız devrimi arasında nasıl bir ilişki var? Dünya nimetlerinden yararlanmakta olmam, bu olayda merhamet unsuru olduğunu ya da aynı şekilde merhamet ve doğruluğun bende bulunmadığını kanıtlar mı?”



İhtiyar adam, sanki bir sis tabakasını süpürmek istermiş gibi elini alnının üzerinden geçirdi.



“Size cevap vermeden önce…” dedi. “Beni bağışlamanızı rica ediyorum. Az önce bir hata yaptım, efendim. Benim evimdesiniz, misafirimsiniz, size karşı nazik davranmam gerekirdi. Benim fikirlerim üzerine tartışıyorsunuz ve ben de size karşı hakkımı savunmak için argümanlarımı sunmakla yetiniyorum sadece. Size ikramda bulunacağıma, zenginliğinizi bir suç gibi yüzünüze vuruyorum. Ancak bunu sadece, bence kutsal olan bazı şeylerden saygısızca söz etmenizden dolayı yaptım. Artık bu şekilde konuşmayacağıma sizi temin ederim.”



“Teşekkür ederim.” dedi Piskopos, G. konuşmasına devam etti.



“Şimdi tekrar konumuza dönelim ve benden öğrenmek istediğinize gelelim. Nerede kalmıştık? Bana ne demiştiniz? O, 93 olayının acımasız bir devrim olduğu mu?”



“Acımasız, evet.” dedi Piskopos. “Marat’nın giyotini okşaması hakkında ne düşünüyorsunuz?”



“Peki, ya siz Bossuet’nin Protestanları şarkı söyleyerek ezişi hakkında ne düşünüyorsunuz?”



Bu cevap oldukça sertti, terbiyeli fakat kesin bir tavırla konuya damgasını vurmuştu. Piskopos bu soru karşısında irkildi, buna bir cevap veremiyordu ve Bossuet’nin bu şekilde anılması onu rahatsız etmişti. Zaten en iyi akılların garip bir mantığı vardır ve kimi zaman bu kişiler kutsal belledikleri bazı görüşlere saygısızlık gösterildiğinde kendilerini yaralanmış hissederler.



Konvansiyon Üyesi artık nefes nefese kalmaya başlamıştı. Son nefeslerin verdiği ızdırap nefes almasını engelliyor, konuşmasını güçleştiriyordu; yine de gözlerinde mükemmel bir ruh berraklığı vardı. Konuşmaya devam etti: “Hâlâ kendimi iyi hissediyorum, bu yüzden de hâlâ şundan bundan konuşabiliriz. Bir bütün olarak ele alındığında devrim, insanlığın büyük çapta ayaklanışıdır ve ne yazık ki 93 olayı bir savunmadır. Bunun acımasız olduğunu düşünüyorsunuz, efendim. Peki ama krallık idaresi içinde merhamet unsuru bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Carrier bir hayduttur, peki siz Maontrevel’i ne sıfatla anacaksınız? Fouguier-Tainville bir serseridir, buna karşılık Lamoignon-Baville hakkında sizin görüşünüz nedir? Maillard korkunçtu ama Saulx Tavannes’e ne demeli? Duchene tam anlamıyla merhametsizdi ama buna karşılık ihtiyar Letellier sizce ne tür bir vahşiydi? Jourdan-CoupeTete bir canavardı ama Marquis de Louvoise ondan binkat daha kötü bir canavardı. Efendim; Efendi Arşidüşes ve Kraliçe Marie Antionette için üzgünüm; 1685 yılında, Büyük Louis devrinde bir anneye yapılan işkence yüzünden de çok üzgünüm; bu zavallı kadın yarı çıplak hâlde bir direğe, zavallı bebeği ise karşısındaki başka bir direğe bağlanmıştı. Zavallı bebek açlıktan ölürken Kral’ın adamları kadına tekrar Katolik olursa bebeğini kurtarabileceğini söylüyordu. Kadıncağızın tek suçu Protestan olmaktı. Göğsü sütle, yüreği acıyla kabardı bu kadının; bebek ise açlık ve annesinden ayrılmasının acısıyla ağladı, acı çekti. Cellat kadına, bir anneye ve bir hemşireye ‘vazgeç’ dedi, ona bebeğinin ölümü ile vicdanının ölümü arasında seçim yapma hakkı verdi. Tantalos’un bir anneye uyguladığı bu işkence hakkında ne düşünüyorsunuz? Şunu kesinlikle unutmamalısınız, efendim; Fransız Devrimi’nin varoluş nedenleri vardır. Bu yüzden de gelecekte yarattığı acımasızlık bağışlanacak, dünya onun sertliğini hoş görecektir. En korkunç darbelerden, insanoğlu adına aydınlık doğmuştur. Susmam gerekiyor. Artık öleceğimi hissediyorum.”



Piskopos’a bakmayı bırakan Konvansiyon Üyesi, düşüncelerini şu sakin sözlerle sonlandırdı:



“Evet, ilerlemenin acımasızlıklarına devrim deniyor. Bunlar sona erdiğinde ise şu gerçek kabul edilir; insan ırkına sert davranılır, zorbalık edilir fakat bu zorbalıklar sayesinde devrim başarı ile sonuçlanır ve insanlık ilerler.”



Konvansiyon Üyesi, artık Piskopos’un en derinlerindeki tüm siperlerini art arda fethettiğinden hiç şüphe duymuyordu. Ancak buna rağmen tereddütleri vardı. Monsenyör Bienvenu yine de tam anlamıyla onun gibi düşünmediğini belirtmek için şu açıklamayı yaptı:

 



“Tanrı’ya güvenmeden ve onun kutsal yardımlarından faydalanmadan ilerleme olmaz. Ateist olan, insan ırkı için kötü bir liderden başka bir şey değildir.”



Halkın eski temsilcisi buna cevap veremedi, korkunç bir titreme nöbetine kapılmıştı. Gökyüzüne doğru bakıyordu ve gözleri buğulanmaya başladı. Morarmış yanaklarından gözyaşları süzüldü ve gözleri derinliklere daldığı sırada, neredeyse kekeleyerek oldukça kısık sesle, kendi kendine şöyle dedi:



“Ah sen! Sen en yücesin! Bir tek sen varsın!”



Piskopos tarif edilemez bir şok yaşadı. Bir duraklamanın ardından yaşlı adam, parmağını göğe kaldırdı ve şöyle dedi:



“Sonsuzluk işte tam karşımda. Sonsuzluğun eğer bir kişiliği olmasaydı, insan sınırsız olurdu; başka bir deyişle var olmazdı. İşte ben buradayım. Sonsuzluğun benliği Tanrı’dır.”



Ölmekte olan adam, sanki birini görmüş gibi bu son sözleri yüksek sesle ve kendinden geçmenin ürpertisiyle söylemişti. Konuşmaya başladığında gözleri kapalıydı. Bu çaba onu fazlasıyla yormuştu. Kendisine bırakılan birkaç saati bir anda yaşadığı belliydi. Söyledikleri onu ölüme daha da yaklaştırmıştı. O en büyük an, yaklaşıyordu.



Piskopos da bunu anlamıştı, buraya bir rahip olarak gelmişti ve görevini yapmalıydı. Adama karşı duyduğu aşırı soğukluk, şimdi yerini aşırı duygu boşalmasına bırakmıştı. O kapalı gözlere baktı; kırışıklarla dolu, yaşlı ve buz gibi eli avucunun içine aldı ve ölmekte olan adamın üzerine eğildi.



“Bu artık Tanrı’nın saatidir. Boşuna tanışmış olsaydık, bunun üzücü olacağını düşünmüyor musunuz?”



Konvansiyon Üyesi, yeniden gözlerini açtı. Yüzünde, yer çekiminin damgasını vurmuş olduğu karışık, karanlık bir ifade vardı.



“Piskopos.” dedi, muhtemelen gücünün azalmasından çok, ruhunun saygınlığından kaynaklanan bir yavaşlıkla. “Hayatım her zaman inanç, doğruyu arama ve tefekkürle geçti. Vatanım beni hizmete çağırdığında ve devlet işleriyle uğraşmamı emrettiğinde altmış yaşındaydım. Onların taleplerine boyun eğdim. Vatanıma hizmet ederken başarısız olduğum da söylenemez; zorbalıkları yok ettim, hak ve ilkeler ilan ettim ve yeni kurallar koydum. Topraklarımız işgal edildiğinde vatanımı savundum, Fransa tehdit edildiğinde göğsümü siper ettim. Ben zengin değildim, aksine fakir bir adamdım. Devletin hazinesinin başına getirildim, hazinenin kasaları o kadar değerli taşlarla doluydu ki altın ve gümüşün ağırlığı altında çatlamak üzere olan duvarları desteklemek zorunda kaldık. Ancak asla fırsatlardan faydalanmayı düşünmedim. Elimin altında fırsat olmasına rağmen akşamları karnımı yarım franga, l’Arbre-Sec Sokağı’ndaki yemeklerle doyurdum. Mazlumlara her zaman yardım ettim, acıları teselli ettim. Kimi zaman çalışmalarım sırasında kiliseye de zarar verdiğim oldu. Ancak bunu sadece ülkemin yaralarını sarmak için kullandım. İnsan ırkının ileriye, ışığa doğru yürüyüşünü her zaman destekledim ve bazen ilerlemeye karşı da acımadan direndim. Fırsat bulduğumda kendi düşmanlarımı, sizin din adamlarınızı bile korudum. 1793’te, Peteghem Manastırı’nın papazlarını ölümden kurtardım. Bana rakip olanları bile doğruluk uğruna korudum. Gücüm ölçüsünde görevimi elimden geldiğince layıkıyla yerine getirmeye çalıştım. Sonrasında beni mahvetmeye çalışanlar oldu; takip edildim, zulme uğradım, alay edildim, küçük görüldüm, lanetlendim, yasaklandım. Aradan uzun yıllar geçti, ak düşen saçlarıma rağmen birçok insanın beni küçümseme hakları olduğunu düşündüklerinin bilincindeyim. Ancak beni mahvetmeye uğraşan, kendi mutluluğu uğruna hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen cahil halktır. Yine de hiç kimseden nefret etmiyorum, onları oldukları hâlleriyle kabul ettim ve iç huzuru yalnızlıkta buldum. Şimdi seksen altı yaşında, ölümün eşiğindeyim. Benden ne istiyorsunuz?”



“Sizi takdis etmek istiyorum.” dedi Piskopos ve diz çöktü.



Piskopos başını tekrar kaldırdığında ihtiyar adamın yüzü hareketsizdi. Ömrü nihayet bulmuştu.



Piskopos, yeniden evine dönerken yaşadığı büyük kederden derin düşüncelere dalmıştı. Bütün geceyi dua ederek geçirdi. Ertesi sabah bazı cesur ve meraklı kişiler Konvansiyon Üyesi G. hakkında ondan bilgi almak istediğinde onlara sadece gökyüzünü işaret etmekle yetindi.



O andan itibaren tüm çocuklara ve acı çekenlere karşı şefkatini ve yardımlarını iki katına çıkardı.



Ancak “o zavallı ihtiyar G.” ile ilgili herhangi bir ima ya da açıklamada bulunmamasından dolayı, onun bu ziyareti konusunda çeşitli söylentiler yayılmaya başladı. O ruhun önünden geçişinin, o büyük vicdanın onunkine yansımasının; onun kemale yaklaşmasında bir şey ifade etmediğini kimse söyleyemezdi. Bu “dinî ziyaret”, doğal olarak tüm küçük yerel zümrelerde farklı yorumlara da sebebiyet verdi.



“Ölmekte olan böylesi bir adamın başucu, bir piskopos için gerçekten uygun bir yer midir? Beklenen bir dönüşüm olmadığı aşikâr. Bütün bu devrimciler gericidir. Bu yüzden neden oraya gitme gereği duydu ki? Orada görülecek ne vardı? Herhâlde şeytan tarafından ele geçirilmiş olan bir ruhu görmeyi çok merak etmiş olmalı.”



Bir gün kendisini ruhani sanan küstah, dul bir kadın onunla şu şekilde konuşmuştu: “Monsenyör, kırmızı takkenizi giyeceğiniz büyük gün ne zaman gelecek acaba?”



İşte bu sözler son damla olmuş, Piskopos daha fazla kayıtsız kalamayarak şu şekilde cevap vermişti: “Ah! Ah! Kırmızı gerçekten önemli bir renktir. Bazı kimseler, şapka olduğunda ona saygı gösterirken takke olduğunda hor görürler.”



XI

Bir Kısıtlama

Monsenyör Bienvenu için “felsefi bir piskopos” ya da “vatansever bir ulusçu” sonucunu çıkarmak, tüm bu olaylar göz önünde bulundurulduğunda sadece kendimizi kandırmak olurdu. Konvansiyon Üyesi G. ile görüşmesi sonrasında, büsbütün köşesine çekilmiş; daha yumuşak ve sakin bir adam hâline gelmişti. Hepsi bu.



Monsenyör Bienvenu’nün politika ile de uzaktan yakından hiçbir alakası olmamıştır. İşte burası, Monsenyör Bienvenu’nün benimsemiş olduğu tavrın ve değişiminin, o dönemin olaylarına tutumunun ne olduğunu çok kısaca belirtmenin tam yeridir.



Bu yüzden şimdi birkaç yıl geriye gidelim.



Bay Myriel’in piskoposluğa yükseltilmesinden bir süre sonra, İmparator onu diğer birçok piskoposla birlikte İmparatorluğun Baronu unvanına layık görmüştü. Herkesin bildiği üzere; 1809 senesinde 5 Temmuz’u, 6 Temmuz’a bağlayan gece Papa tutuklanmıştı. Bu vesileyle Bay Myriel, Napolyon tarafından doksan beş Fransız ve İtalyan piskoposu ile birlikte Paris Meclisinde toplanmaya çağırılmıştı. Bu Meclis, Notre Dame’da kuruldu ve ilk kez 15 Haziran 1811’de Kardinal Fesch başkanlığında toplandı. Bay Myriel de bu toplantıya katılan doksan beş piskopostan biriydi. Ancak sadece bir oturumda ve üç veya dört özel konferansta hazır bulundu. Bu esnada inanılmaz bir şey oldu. En süslü tören elbiseleriyle Paris’e gelmiş olan şahsiyetler, Piskopos’un kılıksızlığını ileri sürerek onun toplantılara girmemesi için karar aldılar. Onun hızlıca kasabaya geri dönmüş olması, Digne halkını meraklandırmış; bu konuyla ilgili doğrudan sorguya çekilmişti. Onlara durumu olduğu gibi anlatıp, yoksul bir papaz olmaktan ileri gidemeyeceğini söyleyerek, şunları ifade etmişti:



“Onları utandırdım. Benim yüzümden içerideki havanın bile kokusu değişti. Ben onlara açık bir kapı etkisi yarattım.”



Başka bir konuşma esnasında ise: “Ne bekliyordunuz ki? O beyefendiler birer prens. Bense sadece fakir bir köylü piskoposuyum.” dedi.



Gerçek şu ki onun durumu diğerlerini rahatsız etmişti. Orada bulunduğu sırada, ileri gelen bir din adamının evine misafir olmuş; evin zenginliğine ve ihtişamına iğrenerek bakarak, rivayete göre ev sahibine şunları söylemişti:



“Ne güzel saatler! Ne güzel halılar! Her şey ne kadar canlı! Bu, büyük sorunlara sebebiyet veriyor olmalı. Ben kulaklarımda çınlayan, ağlayan sefillerin seslerini duyarken tüm bu zenginliklere sahip olamazdım. Tüm bu zenginlikleri gördükçe kulaklarımda şunlar çınlıyor: ‘Aç olan insanlar var! Üşüyen insanlar var! Sefil insanlar var! Zavallı yoksullar var!’ ”



Bu arada, onun lükse karşı duymuş olduğu bu nefretin, öyle akıllıca bir nefret olmadığını da belirtmek isteriz. Onun bu nefreti sanata olan nefreti de içeriyordu. Bununla birlikte din adamlarının törenleri, temsilleri ve bu törenlerle bağlantılı olanlar dışında sağlanan tüm lüks ona göre yanlıştı. Ona göre tüm bu lüks yaşantı, hayırseverlik alışkanlıklarını bastırıyor gibi görünüyordu. Zengin bir rahip ona göre bir çelişkiydi çünkü. Gerçek bir rahip fakirlere yakın olmalıydı. Bu kadar zenginliğin ve şaşaanın içerisinde yaşayan bir din adamı; dışarıdaki insanların tüm ızdırapları, bütün o yaşadıkları talihsizlikleri ve sefaletleriyle gece gündüz nasıl meşgul olabilirdi ki? Kendi benliği onların durumunu anlayabilecek durumda değilken onların seviyesine nasıl inebilirdi? Onlar açısından sıcak bir ateşin önünde ısınmaya çalışan bir zavallıyı hayal etmesi mümkün müydü? Bir fırında çalışıp ne yanmış saçları ne kararmış tırnakları ne bir damla ter ne de yüzünde zerre bir damla kül olmayan bir ırgat düşünebilir miydi? Rahipte de özellikle piskoposta da ilk hayırseverlik kanıtı, yoksulluk olmalıydı. İşte Digne Piskoposu’nun düşünceleri de böyleydi. O sonuç olarak böyle bir adamdı. Ancak onun bazı hassas noktalarda “çağının fikirleri” dediğimiz şeyler üzerinde kafa yorduğunu da söyleyemeyiz.



O zamanın teolojik tartışmalarında çok az yer aldı ve kilise ile devletin karıştığı konularda sessizliğini korudu ancak onu fazlasıyla baskılamış olsalardı, kesinlikle onun Vatikan Kilisesi’nden yana taraf tutacağı ortaya çıkacaktı. Onun bir portresini ortaya çıkardığımızdan ve hakkında hiçbir şeyi gizlemek istemediğimizden, Napolyon iktidarı kaybettiğinde aleyhinde yapılan nümayişlere katılmaktan kendisini alamadığını da eklemek zorundayız. 1813’ten başlayarak tüm düşmanca tezahürlere bağlı kalmış ya da manifestoları alkışlamıştır. Elba Adası’ndan dönüşünde, oradan geçerken onu görmeyi reddetmiş ve yüz gün boyunca piskoposluk bölgesinde İmparator için halka açık dualar edilmesi hususunda emretmekten kaçınmıştır.



Bay Myriel’in kız kardeşi Matmazel Baptistine haricinde, biri general ve diğeri vali olan iki erkek kardeşi daha vardı. Her ikisine de düzenli bir şekilde mektup yazmayı ihmal etmezdi. Cannes’da karaya çıkma döneminde şehrin alay komutanı olan kardeşine karşı, bin iki yüz adamın başında, İmparator’u sanki kaçmasına izin vermek isteyen bir kişiymiş gibi takip etmesinden dolayı oldukça mesafeli davranırdı. Ancak emekli olduktan sonra Paris’te yaşamaya devam eden, eski vali olan diğer erkek kardeşi ile yazışmaları hâlihazırda sevecenliğini korumaktaydı.



Elbette ki Monsenyör Bienvenu’nün de politik görevleri vardı. Ancak o, kesinlikle doğruluk, şefkat ve merhametten başka bir şey düşünmüyor; aynı derecede önemli olan insanlık görevini ihmal ediyordu. Bu yüzden de aslında, böyle bir adamın herhangi bir siyasi görüşü benimsememesi gayet iyiydi. Anlatımımızda herhangi bir hata olmaması için şunu da açıklığa kavuşturmamız gerektiğini düşünüyorum:



“Siyasi görüşler” denilen şeyi, büyük ilerleme arzusuyla günümüzde her cömert aklın temeli olması gereken yüce inancı; asla vatanseverlik, demokratiklik ve insancıl olmakla karşılaştırmıyoruz. Bu kitabın konusuyla yalnızca dolaylı olarak bağlantılı olan sorulara derinlemesine girmeden önce basitçe şunları ifade etmek istiyoruz: Monsenyör Bienvenu bir Kralcı ve buna bağlı olarak farklı bakış açılı biri olmasaydı, bu dünyanın kurgularının ve nefretlerinin üzerinde, insani şeylerin fırtınalı değişimleri üzerinde, hakikat, adalet ve hayırseverlik gibi bu üç saf ışığın doğrultusunda, belirgin bir şekilde ayırt edilebilen o sakin tefekkürden yüz çevirmiş olmasaydı, onun açısından çok iyi olacaktı.



Yine de Tanrı’nın Monsenyör Bienvenu’yü siyasi bir makam için yaratmadığını kabul etmekle birlikte, onun hak ve özgürlük adına protestosunu, gururlu muhalefetini, her şeye gücü yeten Napolyon’a karşı adil ama tehlikeli direnişini anlayışla karşılamalı ve takdir etmeliyiz. Ancak insan ne kadar faziletli ve olgun olursa olsun, mantığın bir zaaf olarak göreceği kimi duygulara da yer verebilirdi kafasında. Bizler sadece tehlike söz konusu olduğunda mücadele etmeyi severiz ve her hâlükârda ilk savaşçılar, sonun yok edicileri olma hakkına sahiplerdi. Refahta inatçı bir savunucu olmayan kişi, yıkım karşısında da suskunluğunu korumalıdır. Başarının ispiyoncusu, düşüşün tek meşru celladı olur. Bize gelince bizler, Tanrı müdahale edip vurduğunda sadece olayı akışına bırakırız. 1812 senesi bizleri silahsızlandırmaya başlamıştır. 1813’te bu suskun yasama organının, felaketin cesaretlendirdiği sessizliğin korkakça ihlali; yalnızca büyük bir öfke oluşmasına sebebiyet vermiştir. Ve 1814’te ihanet eden mareşalleri, bir cepheden diğerine geçerken tanrılaştırdıktan sonra aşağılayan Senatonun huzurunda alkışlamak suç ilan edilmiş, ayaklarını kaybeden ve putlarına tüküren o putperestlik karşısında baş çevirmek bir görev hâline gelmişti. 1815’te en büyük felaketler yaşandığında Fransa; onların uğursuz yaklaşımı karşısında ürperdiğinde, Waterloo’nun Napolyon’un önünde açıldığını belli belirsiz fark edebildiğinde; ordunun ve halkın, kaderin mahkûmlarına kederli alkışında gülünç hiçbir şey yoktu ve zorbalığa her türlü toleransı verdikten sonra Digne Piskoposu’nunki gibi bir kalp, büyük bir ulusun ve büyük bir adamın kucaklamasının sunduğu görkemli ve dokunaklı özellikleri tanımayı başarmamalıydı belki de.

 



Bu istisnalar dışında her şeyde adil, dürüst, doğru, akıllı, alçak gönüllü, ağırbaşlı, yardımsever ve iyi yürekli bir adamdı Piskopos. O hem bir rahip hem bir bilge hem de çok güzel bir insandı. Kabul etmek gerekir ki az önce onu kınadığımız ve neredeyse şiddetle yargılamaya meyilli olduğumuz siyasi görüşlerde bile, belki burada konuşan bizden çok daha hoşgörülü bir insandı.



İmparator tarafından bulunduğu konuma atanmış bir kapıcı vardı. Austerlitz’deki Onur Lejyonu üyesiydi, kartal kadar bir Bonapartist olan eski muhafızların eski bir subayıydı. Bu zavallı adam, zaman zaman yasanın daha sonra kışkırtıcı konuşmalar olarak damgaladığı düşüncesizce yorumları da ağzından kaçırmıştı. Onur Lejyonu grubu ortadan kaldırıldıktan sonra, onların haçını takmak zorunda kalmamak için, söylediği gibi subaylık kıyafetlerini dahi asla giymedi. Duvarına büyük bir delik açmasına rağmen Napolyon’un kendisine vermiş olduğu çarmıhtan, imparatorluk heykelini tamamen dinî sebeplerle kaldırmış ve yerine hiçbir şey koymamıştı. “Üç çatallı amblemi kalbime takmaktansa ölmeyi tercih ederim.” demişti.



XVIII. Louis ile yüksek sesle alay etmekten hoşlanırdı. “İngiliz tozluklarındaki gutlu yaşlı yaratık!” derdi. “Bırakın kuyruğuyla kendisini Prusya’ya götürsün.” En nefret ettiği iki şeyi, Prusya ve İngiltere’yi aynı lanette birleştirmekten mutluydu. Bunu öylesine sıklıkla yapıyordu ki yerini kaybediyordu. Şimdi buradaydı; evinden kovulmuş, karısı ve çocukları ile sokakta kalmıştı. Piskopos onu yanına çağırmış, nazikçe yapmış olduğu hatalardan dolayı azarlamış ve kiliseye tören asasını taşıyan kişi olarak atamıştı.



Dokuz yıl boyunca Monsenyör Bienvenu; Digne kasabasında her türlü şefkatli tavrıyla, herkese kendisini saydırtmıştı. Napolyon’a karşı davranmış olsa bile bu tutumu bağışlanmıştı