Read the book: «Kardeş Sesler 2015»
Takdim
Osman ÇEVİKSOY
AYB Edebiyat Akademisi Bşk.
Avrasya Yazarlar Birliği olarak edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın mutluluğunu bir kere daha yaşıyoruz. Çünkü AYB Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarında yedinci dönemi geride bıraktık.
Yeni bir kuruluş sayılmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki biz gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur. Her dönem ürünlerimizi, önce çeşitli yayın organlarında yayınladık, dönem sonunda kitaba dönüştürdük.
Çalışmalarımızı çıkar gözeterek değil, emeğimize yüreğimizi de ekleyerek sürdürdük. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Son altı dönemde Türk Edebiyatına altısı ortak kitap, on beşi müstakil kitap olmak üzere toplam yirmi bir eser kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza elliden fazla yazarın adım atmasını sağladık.
Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına giren arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitap çıkaranlar oldu. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap çıkaran; estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız oldu. Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu arkadaşlarımız bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk, farklı bir iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımızın adıdır. İlkini, 2010’da “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adıyla çıkardık. Sonraki yıllarda “Kardeş Sesler 2011, 2012, 2013, 2014” adlarıyla atölye çalışmalarımıza katılan arkadaşlarımızın ürünlerini kitaplaştırmaya devam ettik. Yedinci dönem sonunda ortaya konan “Kardeş Sesler 2015”te Akif Mollaoğlu, Alper Şenadam, Binnur Karyağdı, Ebabekir Cambolat, Funda Gökçen, Güldane Berk, Mustafa Özcan Revanoğlu, Rabiye Zincirkıran, Recep Koçak, Rumeysa Atasay, Seda Nur Akyol, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Süleyman Can Numanoğlu olmak üzere on üç arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Şiir atölyesinde şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde yazar Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan gönüllü olarak özveriyle çalışıp sonuç aldılar. Her metin; ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve noktalama yönlerinden defalarca değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, son kez hoca onayından geçerek AYB Edebiyat Akademisi internet sayfasında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Yedinci dönem atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2015’in ilgiyle okunacağına inanıyoruz. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış arkadaşlarımız, bu kitabı ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Böylece ortak konuların farklı yazarlar tarafından, hangi bakış açılarıyla, nasıl kurgulandığını görerek yazarlığın sırlarını ve sınırlarını keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2015 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (6 adet) ve yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (15 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. Kardeş Sesler 2015’te yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin yeni yeni müstakil eserlerle karşımıza çıkmalarını diliyor ve bekliyoruz.
Akif MOLLAOĞLU
28.08.1975 Ankara doğumludur. 1997 Çorum Meslek Yüksek Okulu Elektrik Bölümü, 2015 Anadolu Üniversitesi Açık öğretim Fakültesi İşletme Bölümü mezunudur. 2001-2011 yılları arası İvedik Organize Sanayi’nde Soya Ltd. Şti. de çalıştı. 2012 yılında ülkemizde ilk defa yapılan Engelli Memur Sınavı ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığında memur olma hakkını kazandı. Hâlen aynı görevde işitme engelli bir memur olarak çalışmaya devam etmektedir.
Yazmak, hayatının ayrılmaz bir parçası olan MOLLAOĞLU ayrıca resim ve origami çalışmaları yapmaktadır.
DENEME:
Bardak Sonsuzluk
Diken
Köprü
Yürümekle Varılmaz
Yıkılan Duvarlar
Vedalar Vakitsizdir
ŞİİR:
Şiir Gibi
Sorular
Evim
Yol
BİR BARDAK SONSUZLUK
Ofisimin pencere kenarına bakıyorum. Bir güvercin konmuş. Başını bir sağa bir sola çevirip duruyor. Sonunda bakışlarımı fark etti. Muhteşem göz daireleri iç içe. Beyaz sarı ve ortada siyah nokta. Her an kalkışa hazır bedeni ile bir bana bir kaçacağı istikamete bakıyor. Başındaki ve bedenindeki tüyler kabarıp iniyor. Bir bana bir hayata çeviriyor bakışlarını sanki. Ürküyor mu, soruyor mu yoksa benden bir şey mi bekliyor? Kim bilir!
Pencereyi açıp da ellerime alamayabilirim, konuşamayacağımızı da biliyorum. Dalıyorum düşünce denizine, güvercinimi de yanıma alarak. Beraber bırakıyoruz boşluğa kendimizi. Kocaman açıyoruz kanatlarımızı. Sırtımızdaki rüzgârı ve altımızdan bizi iten boşluğu hissetmeye çalışıyoruz. Biraz kanat çırptıktan sonra süzülüyoruz.
Kuş bakışı seyre dalıyoruz yaşamı. Ne güzel nefes alıp veriyor, bu ağaçlar, bu gökyüzü, bu güneş, bu sabahlar, bu nehirler.... Uçmak bir rüyayı yaşamak. Rüzgârı kanatlarında hissetmek. Hayatın daha fazlasına şahitlik etmek ve doyasıya kutlamak ne güzel.
Ve rüyalar yine gerçeğe düşüyor. Gerçekliğin dipsiz kuyusuna bu kadar hızlı inmese keşke. Rüyalarımdan bir parça tutmak ve gerçeğe katmak için elimi ne kadar uzatsam da yetişemiyorum.
Peki, bazı gerçekler ile aram neden bu kadar bozuk? Neden artık gündüzleri de rüyalara bu kadar çok dalıyorum?
Bağdaş kurup oturuyorum. Araştırmalarımdan, izlenimlerimden, haberlerden parçaları önüme atıyorum öylece, karışık. Bir yapboz yapacağım. Bir başka anlam arayacağım yine bu olup bitenlerde. İşte önümdeki parçalardan bazıları:
Oktay Sinanoğlu: 1956’da ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitirdi. 1960-1961 yıllarında atom ve moleküllerin çok-elektronlu kuramı ile “Doçent” oldu. 1963’te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında “tam profesör” unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu sanı kazanan en genç öğretim üyesi olarak tarihe geçti.
Polonya vatandaşı 28 yaşındaki Michael Perlinski fotografik hafıza yeteneği sayesinde şu anda 33 dil biliyor. Edebiyat da, resim de, müzik de, fen ilimlerinde bazı insanlar kendilerini tarihe yazdırmışlardır. Onlar özel bazı şeylere sahiptiler. Ama önümdeki parçalarda insan dışındaki canlılardan da sıradan özelliklerin dışındaki yeteneklere sahip şeyler olduğunu görüyorum.
Su Ayısı: Yeryüzündeki canlılardan büyük çoğunluğunu yok eden felaketlerden sağ kurtulabilmeyi başarabilmiş bir canlıdır. Mutlak sıfıra yakın sıcaklığa (-273 santigrat derece) bile direnebilen su ayısı, bir okyanusun dibindeki ısı ve basınçta yaşayabilir. Bu bir anlam da şu da demek. Bahsedilen ortam tam vakum ortamı, kozmik radyasyon ya da bir uzay boşluğuna yakın ortam. Mutlak kuru bir ortamda on yıl yaşayabilme özelliği ise başka bir yanı. Peki, bu olağanüstü özellikler ne kadarlık bir hacme sığdırılmıştır sizce? İşte orası da ayrı bir mucize. 0.3 ila 0,5 milim arası bir hacme.
Pistol Karidesi (Tabanaca Karidesi) : Bu karides pençelerini o kadar hızlı kapatıyor ki o anda oluşan hava kabarcığındaki sıcaklık güneş yüzeyi gibi sıcak olurken ses düzeyi ise 218 desibele ( insan için normal ses düzeyi 60 db, insan da kalıcı hasar yapan ses düzeyi 160 db) ulaşabiliyor. Suda oluşturduğu basınçla saatte 100 kilometreye ulaştırdığı hava kabarcığı sayesinde kendinden çok büyük canlıları rahatlıkla avlayabiliyor.
Sonra hayat içinde olağan normal denilebilecek parçalara bakıyorum. Günlük sıkıntılar, geçim derdi. Ay sonunu getirme çabası. Eşe göre ayrı, çocuklara göre ayrı, patrona göre ayrı arkadaşa, sokaktaki yabancıya göre ayrı davranılması, ayrı duruşların olması gereken haller. Bilerek ve bilmeyerek yapılan davranışlar. Kızgınlıklar, hastalıklar, kazıklanmalar ve günahlar ile bezenmiş bir yaşam serüvenini anlatıyor parçalar.
Kimi zaman ise mutluluk gözyaşları ile yıkanan benliğimi görüyorum. Etrafımdaki kalabalık şehre inat kozmik yalnızlığım ile baş başa kalışım da az değil hani şu parçalar içinde.
Ya şu Özgecan kısmı, şu savaşlar, Afrika’da ki açlar, yanı başımda olduğu halde hiç haberimin olmadığı çaresiz komşumun hali ne olacak. Dayanılmaz acılar ile bir başına bırakılan, anasız babasız canların halini anlatan parçaları nereye nasıl yerleştireyim? Hangi anlam dairesi içinde nasıl bir süzgeçten geçirmeliyim?
Bir tarafta mucizeler ile çepeçevre sarılmış durumdayım. Bedenimde ve kâinatımda inanılmaz akıl sır ermez bir oluş bir sonsuz hayranlık âlemi, bir tarafta işte öylece geçen bir hayat bir tarafta da insana hayatı dar eden insanlar.
Zor, çok zor bu yaşam. Okyanus kenarında, arkasında orman “oh ne güzel hayat ne muhteşem bir manzara “ diyor birisi. Diğeri, kahvaltısının üzerine düşen, kimin ne amaçla ne akılla gönderdiği belli olmayan savaşın tohumu bomba ile gününü ve ömrünü tamamlıyor. Bir yerlerde dizeler, şiirler, hikâye ve romanlar durun etmeyin bakın neler neler oldu yetmez mi bu kadar derken, bakın böyle böyle de olabilir bir yaşam diye nice kurgular ile dile gelirken. Bir yandan da yaşamımızı süslemeye bizi bizden alıp götürmeye hizmet ederken, diğer yandan yazmak nedir okumak nedir ne işe yarar anlamayan zihinler.
Yoruluyorum. Bunca parça çok karışık. Nasıl bir araya getireceğim ben bunları? Ya da böyle mi bıraksam? Anlamlı bir şekil oluşturmaları ya da bir yerde buluşmaları gerekmiyor mu acaba? İsteyen kendince parçalarla mı oyalanıyor bu hayatta?
Peki, ben yine kararsız kararsız bekleyecek miyim? Yine çok mu zaman kaybedeceğim? Neyi bekliyorum? Neyi arıyorum? Bildiğim bir şey var o da bu parçalar ve sonra eklenecekler arasından bulacaklarım olacak, yıllarca beklediğim cevaplar çıkacak kaşıma. Kafamı ve parçaları karıştırmaya devam etmeliyim.
Biliyorum. Bir bardak su da hiçbir şeyde göremeyebilirim, bir bardak suda sonsuzluğu da bulabilirim.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)
DİKEN
“Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.”
Halil Cibran
Ressamın tuvale ilk fırça darbesi, bir resmin habercisi. Renkleri birbirine dolayacak şimdi ressam. Ardından, kendini oraya getiren geçmişini dokuyacak, eğitimini, acılarını ve gülüşlerini resmedecek. Ressamın kendi resminde gördüğü ile resme bakanların gördüğü hiçbir zaman aynı olmayacak.
Bir ağaç aynı zamanda üzerine nice yaşanmışlıklar nice şahitlikler elbisesi giyinmiş olarak çıkar, karşıma. Yaşlı bir ağaç gördüğümde ilk önce gövdesindeki kabuklarına, yara izlerine baka kalıyorum. Düşüncelerimde gözlerinden öpüyorum. Bütün o acıya, sert rüzgârlara, soğuğa, yakan sıcağa, sevdiğimin ismini yazacağım diyerek tam kalbine bıçak saplayanlara kendini siper ediyor. Çocukları onun sayesinde yemyeşil ve rengârenk dünyaya gelmeye devam ediyor.
Zaten, güle oynaya nereye varılır ki bu dünya da. Ne içimdeki yetiyor ne dışımdaki. Varamıyorum bir türlü düşlediğim dünyalara. Bütün gül yüzlü melekler, annelerinin göz nuru bebekleri bir büyük acıya, sancıya şahitlik ederek gelmiyorlar mı bu dünyaya?
İşte öyle.
Zamanı delip geçen bir söz, yüreğe dokunan bir türkü, bir şiir. Büyük bir yürek yangının küllerinden doğmuştur çoğu kez. Taşın fazlası yontulduğunda nasıl heykel ortaya çıkıyorsa, yangınına kelimelerini tutan yazarlardan da o denli büyük eserler çıkıyor. Bir davası varsa, bir şiire, bir ütopyaya yolculuğu varsa insanın yoluna taş koyanı da olacaktır. Dikenler batacaktır, eline, dizlerine, bağrına. Kimi zaman onaylanacak çokça dışlanacaktır. Sırrı biliyorsa gönüllü atacaktır kendini dikenlerin arasına. Kendimi dertten, eleştiriden, düşmekten korumaya çalışarak en güzel güle nasıl sahip olabilirim ki? Birçok kişinin yaptığını yaparak, yazdığını yazarak, söylediğini söyleyerek, hangi hayalime ulaşabilirim ki?
Coştukça, canı ne istiyorsa, hangi güzelliğe dokunmak istiyorsa dokunsun, olmaz mı sizce? Neden gül olmaktan çok, diken olmayı seçen var? Yoksa dikenlere katlanamayanlar, diken olduklarının farkında mı değiller? Kendini bırakıp başkalarını düşünüyor, insanların büyük bir kısmı. Başkalarının başarısı ve hataları üzerine inşa edilen bir algı sistemi ile yolculuk yapmak garip olsa gerek. Kendimi, içimdeki ve dışımdaki dünyayı tanımaya çalışarak yol alsam. İlerlesem kendi içime doğru. Ben düzeldikçe düzelmez mi dünya?
Kendini değil da başkalarını düzeltmeye çalışan bir gurup insanın dikeni battığında, acımıyor artık kalbim ve hayallerim. Kendi yetersizliklerim ve başkalarının yetersizlikleri bahane değil. İnanıp güzel işler yapan, çalışan, koşan bir yüreğe bahaneler çok da engel olamaz düşüncesindeyim. Düşünsenize, oturduğum yerde, söylenip duracağıma, ne derler ya da acabalar ile vakit kaybedeceğime, yürümeye, koşmaya devam etsem; her şekilde, duranların tanık olduğu yaşamdan daha fazlasına tanık olmayacak mıyım?
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)
KÖPRÜ
Atomların molekülleri, moleküllerin makro molekülleri, makro moleküllerin makro moleküler kompleksleri oluşturmasıyla, dokuların en küçük yapı taşları olan ve yaşamın bütün özelliklerini sergileyen hücreler oluşmaktadır.
Yaklaşık yüz trilyonluk bir hücre ailesi bedenimi oluşturuyor. Her biri ayrı muazzam bir fabrika. İçlerinde, yaşam var, enerji santralleri, yönetim merkezi, kütüphane, ulaşım yolları ve nice yapılar var. Özel yapım mikroskoplar ile görülebilen bu hacmi olağanüstü küçük yapının içine sonsuz bir teknoloji yerleştirilmiş.
Çok detay bazen canımı sıkıyor. Sonsuz büyüklükteki bu kâinat, aklın hesabına sığmayan uzaklıklardaki yıldızlar, içimdeki sonsuz düzen, teknoloji ve yapılar. Galaksilere baksam canım sıkılıyor. İçime baksam, mesela kalbime, beynimin yapısına her şey harika bu dünyada.
İşte bu olağanüstü büyüklükler ve aklı zorlayan yapılar canımı sıkıyor. Olağanüstülüğün ortasında sıkılan canıma sıkılıyorum.
Geçen gün ders çalışırken bir tanıma denk geldim. Kültür: El değmemiş( bakir) doğaya karşı, insan varlığının ve etkileşiminin vazgeçilmez ve ayrılmaz bir parçası ve ürünüdür.
Bu koca kâinata, bu koca mucizeler kâinatına kültür ekip kültür bırakıyoruz. Peki, nasıl bir kültürü var insanlığın? Her millete her insan gurubuna, tarihin her sokağına girme imkânım yok. Kendime bakmalıyım o halde. Benim bireysel kültürüm ne? Ne alıyorum toplumdan, ne veriyorum?
Neler anlatıyorum, hareketlerimle sözlerimle yazılarım ile etrafımdaki insanlara ve yaşama? Arkamda bıraktığım ayak izlerim nasıl bir kültürün imzası?
Kimi zaman gül bahçesindeyim. Şu masmavi gökyüzü ne güzel. Serçelere oldum olası kafayı takmışımdır. İki serçe arkadaş birbirlerini kovalarken, arabaların altından, dalların arasından, başımın üstünden nasıl da öylece hızlıca geçip gidiyorlar, nasıl da kıvrak hareket ediyorlar, hayran olmamak mümkün mü? Bindir çeşit çiçeklerin kokusuna ne demeli. Bakışlarım sevgiye fener olmuş bir gözle buluştuğunda dünyalar benim olmaz mı? Oluyor. Binlerce çeşitte canlılıkla beraber soluduğum şu hayat bana elbette büyük bir heyecan ve mutluluk veriyor.
Kimi zaman ise uykudan uyandığım için başım ağrıyor. Yüzümde belli belirsiz bir zorlanışla güne bakıyorum. Birazdan televizyonda haberlere bakacağım. Derken bir servise bineceğim. Sıkıntılarını sadece elleri ile değil gözleri ve beden dilleriyle çok açık bir şekilde anlatan insanların arasında yolculuk geçireceğim. Gün içerisinde yoğun bir düşünce trafiğinde kaybedeceğim kendimi. Geçmişim ve geleceğim arasında çekiştirilip ince yerimden kopacağım. Bir of çekeceğim ki karşı ki dağlar, “yine ne oldu” diyecek.
Benim kültürüm ne? Yeri geldiğinde güzeli yaşamak yeri geldiğinde ise orta yerde sıkışıp kalmak mı? Etrafımdan güzel getiriler alıyorum elbette ama aldığım negatif yansımalar çoğunluk ta. O nedenle daha çok mutsuz dolaşıyorum dünyada. Birçok şey tat vermiyor zaman zaman. Gül bahçesinin ortasında kendimi iyi hissetmişim veya bir yazar topluluğu içinde kendimi iyi hissetmişim ne olur ki. Sonra daha fazla acı çekmek için mi bunlar?
İçinde hesabı, çıkarı bitmeyen ama vicdanı tükenmeye başlamış insan sayısı çok fazla oldu. Akşam haberlerini seyretmek bir cesaret ve dayanıklılık gerektiriyor artık.
Peki, pes mi etmeliyim? Olur mu? Üzerime gelen dalgaların büyük bir kısmı beni yıkmak için görünüyor olabilir ama farkında olduğum şeyler de var artık. Bunlardan en önemlisi var olmak. Var olan büyük bir kâinatta, büyük bir varlık âleminde bir yer işgal ediyor olmak. Birçok insanın hayata sapladığı mızraklara inat varlığın kendisinin büyük güzellik içinde muhteşem bir bilgi ve görsellikte benimle birlikte olduğu gerçeğini hiçbir yere saklayamam. Önümde muhteşem bir bulmaca var. Bütün çok ama çok güzel. Olağanüstü. Hayranlıklarda bitiriyor beni. Buradan bakınca birçok insanın negatif hareketlerini, güzel bir tabloya yanlış atılan bir fırça darbesi gibi ya da resmin güzel olmaması için tabloya ve parçalara zarar vermek isteyen yapılar olarak görüyorum. Ve şunu da görüyorum. Onlara rağmen tablo hep güzel bitiyor.
Bu tablodaki yerimin bilincine, şuuruna düştüğüm her an başka bir boyutta geçiyor hayat. Öyle ya diyorum, ne oyalanıp duruyorum. Yaratan elinde fırça ne güzel de yaratmış her şeyi. Her bir renk, her bir varlık parçası yerleştirildiği yerinde memnun ve yerinin hakkını vermek için görevine devam ederken ben hala neden oyalanıyorum?
Ah şu ağaçlar ne de güzel anlatıyor ve öğretiyorlar. Dünyanın neresine yerleştirilmişler, ne kadar hava ne kadar güneş ne kadar gıda alıyorlarmış. Etrafındakiler onun farkında mıymış? Ne kadar değer görüyor. Ne haksızlıklara maruz kalıyorlarmış. Bunun derdiyle mi geçiriyorlar günleri. Hayır diyor ağaç ailesi, hayır. İşimiz içimizde olan güzelliği ve bilgiyi dışarıya taşımak. Açabildiğimiz kadar açmak. Yükselebildiğimiz kadar yükselmek. Ne kadar bilgi varsa ve ne kadar izin verilmişse o kadarı sunmak. Ayrım yapmadan bağrımı delen bıçağın sahibine de gölge olmak. Güneşten, yağmurdan ve topraktan aldığımı insana sunmak. Karşılık mı? O da ne?
Biz ya da ben öyle miyim? İçimdeki bazı güzellikleri, maddi ve manevi, dışarının, etrafın alabilmesi için karşılığını almam gerek. Tanıdığım olması gerektiği gibi, sevdiğim değer verdiğim birileri olması gerektiği ya da bir çıkarımın olması gerektiği gibi.
İşte ağaç ailesi böyle diyor. Evet, canım yine sıkılıyor. Çünkü ben insanım. Bildiğim bilmediklerimin yanında sonsuzlukta bir oranında. Her şeye rağmen bilmediklerimde kaybolup yine ara ara yanlış yollara sapacağım. Bir gün gül bahçesinde, bir gün kavgalarda mola vereceğim. Lakin çok önemli bir şey var işte orada duracağım. Niyetler sokağında. İşte orası mahrem orası kutsal. Orası ben. Orası insanın kalbi. Niyetim belli bu saatten sonra. Mekânı, zamanı ve çevremi değil içimdeki yerimi ve sorumluluğumu bileceğim.
Köprü olacağım. İçimden dışıma, dışımdan içime akacağım. Bu köprüden neler geçeceğine dikkat edeceğim.
Her geçen gün içimi düzenleyip süpürüp tozlarını alacağım. Okullara göndereceğim. Sanatla, sevgiyle, kitaplar ile besleyeceğim. İçim güzelleştikçe içimden dışarıya taşınanlar güzelleşecek. Evim, çalışma masam güzelleşecek. Gözlerimdeki bakışlar iyileşecek. Ha bire çalışacağım. Ne için? Yaratıcı böyle çalıştığı için, büyük bir oluş hep beraber böyle hareket ettiği için.
Tarih yazar, Yaratıcı yazar, kim yazarsa yazsın kim beni nasıl yazacak? Gün beni içinde nasıl ağırlayacak. Gül mü oldum gün bağrında, bir harf mi oldum ilim tahsil edenin dilinde, evinin direği mi oldum hakkıyla yoksa kalpler yapmak yerine kalp kırmaya mı çıktım bu yolda? Bir başıboş rüzgâr olup savrulacak mıyım takvim yaprağında?
Yok yok. Bir kır ata binip koşmalıyım dörtnala. Köprüler kurmalıyım dört bir yana. İçimi güzelleştirdikçe güzelleşmeli dışım. Ben bir ağacım. Etrafımı bataklık sarsa da huzurda, ateşler sarsa da teslimiyetteyim. Emirdeyim. Yerimdeyim. Farkındayım. Bütün kusurlarıma rağmen yaşıyorsam hala görevdeyim. Ben bir başıma değilim. Bana dokunan, benimle yol alan, bana görünmez ağlarla bağlı bir halde bir kâinat evindeyim. Birkaç şey için ağları kopartıp da yerime saygısızlık edip bütünün ahengine haksızlık edemem. Düştüysem kalkmalı, yorgunsam dinlenip yoluma devam etmeliyim. Ama asla vazgeçmemeli asla çok fazla oyalanmamalı ve kendime çabuk gelmeliyim.
Dışarıdan bir ses geliyor şimdi. “Haydi, görev başına.”
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)