Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «İKİ NEFES ARASINDA»

Font:

Prof. Dr. Hasan Fevzi Batırel

1970 yılında İstanbul’da doğan yazarın çocukluğu ve gençliği Fındıkzade ve Erenköy’de geçti. 1988 yılında Kadıköy Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp eğitimine başladı ve profesörlüğe kadar uzanan yolculuğuna bu üniversite bünyesinde devam etti. 2010 yılında Türkiye’nin en genç dekanı olarak aynı fakültenin yönetim sorumluluğunu üstlendi

1999-2001 arasında ABD, Boston’da Harvard Tıp Fakültesi’nin eğitim hastanelerinden Brigham and Women’s Hospital’da iki yıl süreyle çalışan Batırel daha sonra değişik sürelerle ABD, Belçika, Japonya gibi ülkelerde eğitimini pekiştirdi.

Seyahat etmeyi çok seven yazar gerek ailesiyle birlikte gerekse bireysel olarak yaptığı yolculuklarla farklı kültürleri tanıma fırsatı buldu.

Akademik açıdan çok sayıda makalesi olan Batırel, ulusal ve uluslararası mesleki örgütlerde aktif görev aldı. Bu sayede dünyanın her tarafından meslektaşları, çalışma arkadaşları ile iç içe olma, birlikte çalışma fırsatı yakaladı. Halen öğretim üyesi olarak çalışmaya devam etmektedir.

Saime’ye…


Önsöz

Doktorların, özellikle de cerrahların hayatları merak uyandırır. Bir dost meclisinde aranızda doktor arkadaşınız varsa önce herkes kendisinin veya yakınının şikâyetlerinden bahis açar. Sonra biraz takdirle birlikte doktorların meşguliyetleri konu olur. En son birisi, “Bu kadar stresi nasıl kaldırıyorsunuz, ben hayatta bu işi yapamazdım,” diyerek sohbeti noktalar.

Yukarıdaki sohbetin gerçeklik payının bazı nedenleri var. İlki, doktor/cerrah olabilmenin diğer mesleklere kıyasla çok daha uzun bir eğitim gerektirmesi. İkincisi, az bulunan kişilerden olmaları. Üçüncüsüyse insan vücuduna iyileştirme, hayat kurtarma amaçlı müdahale yetkileri.

Bu kitapta, çok merak edilen bu mesleğin her aşamasını detaylarıyla bulacaksınız. İlk bölümde otuz yıla yakın meslek hayatımda üzüldüğüm, sevindiğim, tedirgin olduğum, ders aldığım ve hayret ettiğim hastaların hikâyelerine yer verdim. Yaşadıklarımdan hep bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Bazen göz ucuyla uzaktan görmek dahi yetti, bazen ilk seferde göremedim, atladım, ikincisinde gözümün içine girdi. Her işte olduğu gibi cerrahlıkta da bakmak değil görmek önemli. Hastaya vakit ayırmak tomografilerden, ultrasonlardan veya modern yöntemlerden daha değerli. Büyük cerrah Belsey’in söylediği gibi, “Hastayı dinleyin, o her zaman haklıdır!” Ben de dinledim.

İkinci bölüm, hekimliğin ruhuna dair. Bir hekim/cerrah nasıl davranmalı, yaşamalı, konuşmalı, çalışmalı. Gözlediğim gelişmeler, meslektaşlarımın örnekleri ve nadir haberler üzerinden bu ruhu hissettirecek makaleleri okuyacaksınız.

Üçüncü bölümde hayatımın uğraşı, akciğerleri ele alıyorum. Nefes almak en önemli yaşam fonksiyonlarından biri olduğundan, bunu sağlayan akciğerleri, hastalıklarını ve nasıl sağlıklı akciğerlere sahip olabileceğimizi herkesin anlayabileceği bir dilde ifade etmeye çalıştım. Kanuni Sultan Süleyman’ın dahi önemle vurguladığı sağlıklı bir nefesin değerini göstermeye gayret ettim.

Dördüncü bölümdeyse nasıl doktor, cerrah, hatta hoca olunur, hangi süreçlerden geçilir, ne tür zorluklara katlanılır, ülkemizin yabancı ülkelerden farkları nelerdir gibi soruları cevaplayarak bu mesleğe girmeye niyetlenenlere yolu aydınlatmayı denedim.

Bu kitap, başımızdan geçen ilginç hasta hikayelerini anlattığımda “Hocam siz bunları yazmalısınız” diyen asistanlarımızın teşviği ile başladı. Değerleri meslektaşlarım Prof. Dr. Kemal Sayar ve Dr. Buket Arbatlı yazmanın kıymetli bir uğraş olduğunu, bırakmamam gerektiğini defaetle hatırlattılar. Daha sonra sayın Serkan Parlak ilk tashihlerde ve kitap düzeninde çok yardımcı oldu. Kitabı yayınlanma aşamasına getirebilmek için editörümüz Elif Ayla hanımla beraber zaman sınırı tanımaksızın uyumla çalıştık, kitaba son halini verebildik. Hepsine teşekkürü bir borç bilirim.


Sevinçler, heyecanlar, ibretler, üzüntüler, kalbe yorgunluk veren inişler çıkışlar barındıran bu kitabı okuduğunuzda bir hekimin, cerrahın hayatını kelimeler üzerinden yaşayacaksınız. Bazı makalelerde hak verip bazılarında ben daha farklı, daha doğru davranırdım diye düşüneceksiniz.

Büyüklü küçüklü ekranlara bakmaktan dinlemeyi ve konuşmayı unutmaya başladığımız bu devirde, bir doktorun, cerrahın hayatına şahit olan kişilerden biri olacaksınız.

Birinci Bölüm
Hastalık Yoktur Hasta Vardır

Cesaret

Nevşehir’in Kapadokya bölgesindeki bir köyden 70’li yıllarda çok sayıda akciğer zarı kanseri (mezotelyoma) olan hasta Ankara’da ünlü bir üniversite hastanesine başvurmuştu. Bunun üzerine köydeki toprak incelenmiş, erionit denilen kanserojen bir toz bulunmuştu. Erionit, asbest benzeri bir lifti ve akciğer zarı kanserine neden olmaktaydı.

İlkokul yaşlarımdayken televizyonda izlediğim Uğur Dündar’ın konuyla ilgili haber programını hâlâ hatırlıyorum. Yeri gelmişken ekleyeyim, böyle ciddi hastalıların medyatik olmasını doğru bulmuyorum. İnsanlar yanlış anlayıp olmayacak davranışlarda bulunabiliyorlar. TRT tek kanaldı ve bu mecrada seneler evvel televizyonda bir doktorun zakkumun kansere çare olduğu tezi yayınlanınca bazı kişiler zakkum kaynatıp içmiş ve zehirlenerek ölmüştü.

Bu haberden sonra köyün adı kanserliye çıkmıştı. Bu durumda ne olacağını tahmin edebilirsiniz. Önce köyün delikanlılarına orta çağdaki gibi lanetli muamelesi yapıp köy dışından kız vermemişler. Bunun üzerine bir grup köylü Stockholm’e göçmüş. Halen o köyden yaklaşık üç yüz kişi yaşıyor İsveç’te. İlk göçtüklerinde temizlik, inşaat işlerinde çalışmış birçoğu. Bazıları ufak tefek esnaflık yapmış. Bazıları da büyük iş adamı olmuştu.



2003 yılıydı. Akciğer zarı kanserini tedavi etmek konusunda gayret sarf ediyorduk. Bu hastalığı olan kişiler yavaş yavaş tedavi için kliniğimize yönlendiriliyordu. Hastalığın tedavisi ile uğraşan göğüs hastalıkları uzmanı bir meslek büyüğümüz, Stockholm’de yaşayan, malum köyden göçmüş elli beş-altmış yaşlarında bir hanımın akciğerinde su topladığını, büyük ihtimalle mezotelyoma olduğunu söyledi. Hastayı bizim kliniğe yönlendirdiğini, İsveç’ten İstanbul’a geleceğini söyledi.

Hastanın sol akciğerinde su toplanmış, ancak daha tanısı konulmamıştı. Muayenesini ve tetkiklerini yaptık. Bu gibi durumlarda önce akciğer zarından biyopsi işlemi yapıp hastalığın adını koyardık ama hastayı ikna etmek mümkün olmadı. “Beni ya büyük ameliyata alın ya da hiçbir şey yaptırmam,” diye tutturmuştu. Hastanın hekimi yönlendirmesi üniversite hekimleri için kabul edilemez bir durumdu. Sonradan öğrendik ki hastanın annesi ve abisi de mezotelyomadan vefat etmiş. Mezotelyoma olduğuna çok emindi. Bize, “Daha yaşamak istiyorum, elinizden geleni yapın,” dedi. Hasta gerçekten mezotelyomaydı. Ameliyatı ve sonrası iyi gitti. Taburcu olduktan sonra radyoterapi, kemoterapi de aldı. İlk iki yıl her şey gayet iyi gitti. Hayat kalitesi düzeldi. Günlük işlerini rahatça yapıyordu.

Onun cesareti, çok büyük bir ameliyat sonrası hızla toparlanışı oradaki aynı köyden kişilerin de ilgisini çekmişti. Stockholm’de akciğerinden hastalananların neredeyse tamamını bize danışmaya başlamıştı. Bir süre sonra oğluna da tomografi çekilmiş. Tomografide akciğer zarında normalde görülebilecek değişiklikler bulunmuş olmasına rağmen hemen İstanbul’a gelip aynı ameliyatı olması için bizi zorlamaya başlamışlardı. Bu insanların içlerindeki mezotelyoma korkusu bambaşka bir şeydi, herkes, ölüm sırası acaba bana mı geldi psikolojisinde yaşıyordu. Güçlükle ikna ettik oğlunda bir problem olmadığına, bu değişikliklerin sigara içenlerde görülebileceğine.

Söz konusu hanım tedavi olalı iki yıl dört ay olmuştu. Karnında şişkinlik şikâyeti olduğunu söyledi. Tomografisinde, karnında sıvı vardı. Örnek aldık, mezotelyoma çıktı. Göğüs boşluğunda hiç tümör yoktu, ama karnında tekrarlamıştı. Patoloji sonucunu aldığımda hastaneye çağırdım. Eşine, “Sonuç kötü bey, iyi olsa doktor telefonda söylerdi,” dedi. Sonucu söyledim, ilaç tedavisi ile kontrol altına alınabileceği gibi iyi mesajlar vermeye çalıştım. Üzgün fakat cesur bir ifadeyle, “Ben kendimin gittiğine yanmıyorum, ama benden sonra bu hastalığa yakalanacak gençlere yanıyorum. Herkes benim iyileştiğime inanmıştı,” dedi. Dört ay sonra Stockholm’de vefat etti. Vefatını duyduğumda çok üzüldüm.



Bir yabancı ülkeye gidip iş kurabilmek, yeni bir hayat düzeni oturtmak herkesin cesaret edebileceği bir şey değil. Üstüne zor bir tedavinin altına girmek, iyileşmek için mücadele vermek… Böylesine cesur, zeki bir Anadolu kadını her zaman karşınıza çıkmıyor.

Mr. Quinn

ABD’deki hastanelerde, hastane içinde güçlü bir anons sistemi vardır. Ülkemizde de uygulanmaktadır. Acil durumlarda hekimleri ve ilgilileri olay mahalline doğru yönlendirmek için kullanılır. Mesela code blue – mavi kod, kalp durması; code green – yeşil kod, solunum durması; code red – kırmızı kod, yangın; code grey – gri kod, güvenlik problemi demektir. Eğer serviste birisinin kalbi durursa, hemen code blue, bilmem kaçıncı kat, şu numaralı oda diye anons edilir, hangi bölümlere ihtiyaç varsa ardı ardına sıralanır.



2001 yılında ABD’nin Boston kentinde çalıştığım hastanede nöbetçiydim. Artık kıdemli asistan nöbeti tutuyordum. Benimle birlikte göğüs cerrahisi rotasyonu yapan üçüncü yıl genel cerrahi asistanı da nöbetçiydi. Göğüs cerrahisinin kendine ait yoğun bakımı açılmış, on hasta yoğun bakımda, kırk hasta da serviste yatıyordu. Bir de ünlü hastamız vardı.

O akşam sakin bir nöbet olduğunu hatırlıyorum. Sakin nöbetler pek hayra alamet değildir. Bir ara ünlü hastamızın kalp hızı aşırı artmış, ritim bozukluğu baş göstermiş, ilaçlarla müdahale etmemizin akabinde normale dönmüştü. Gece saat on bir sıralarında bir anons duydum, “Yeşil kod 11C göğüs cerrahisi yoğun bakım” diye. Asistan odası onuncu kattaydı. Fırladım, yukarı çıktım. Tahmin ettiğim gibi yoğun bakımda yatan ünlü aktör Anthony Quinn’in solunumu durmuştu. Hemşireden personele yatak başında beş-altı kişi vardı. Ayrıca aktörün karısı da pencerenin yanındaydı. Mavi veya yeşil kod durumunda doktorlardan birisi yapılması gerekenleri yönetir ve talimatlar verirdi: Hemşireye ilaç yap, çömez doktora kalp masajı yap vb. Benden hemen sonra odaya, bütün hastanedeki yoğun bakım hemşirelik hizmetlerinden sorumlu nöbetçi sorumlu hemşire girdi, “Buradaki kod durumunu kim yönetiyor,” diye sordu. Kıdemli olduğum için benim yönetmem gerekiyordu. O an kafamdan Anthony Quinn ölürse yandım, beni buradan gönderirler, diye geçirdiğimi, karısının sorgular gözlerle bana baktığını, soğuk soğuk terlediğimi, Allah’ım yardım et, diye içimden dua ettiğimi hatırlıyorum. Kimse duymasın der gibi, kısık bir sesle, “Ben yönetiyorum,” dedim.



Yabancı diliniz ne kadar iyi olursa olsun, insan beyni anadilinde düşünür. Yabancı bir ülkede önce Türkçe düşünür, sonra beyninizde yabancı dile çevirir, akabinde konuşursunuz. Böyle zor durumlarda çok hızlı düşünüp emir yağdırmak gerekir.



Allah’tan o akşam cerrahi servisinin kıdemli nöbetçisi, şimdi Vanderbilt Üniversitesi’nde karaciğer ve pankreas nakli programının başında olan Dr. Seth Karp’tı. Çok sakin kararlı bir yapıda olan Seth’le iyi arkadaştık, kod anonsunu duyunca o da gelmişti. Sıkıntıda olduğumu görünce bana, “Hasan ne düşünüyorsun, akciğere pıhtı mı attı? Entübe (soluk borusuna tüp yerleştirme işlemi) mi edeceksin,” diye sordu. Hastanın entübe edilmesi kararını verdim. Daha sonra solunum cihazı desteğiyle kanındaki oksijen seviyesi düzeldi, durumu toparladı.

Anthony Quinn 1999 yılında akciğer kanserine yakalanmıştı. Ünlü aktörü Boston’da çalıştığım göğüs cerrahisi kliniğinin patronu, her ikisi de hocam olan Prof. Dr. Sugarbaker ile Prof. Dr. Swanson birlikte ameliyat etmişlerdi. Tümör ileri aşamadaymış. Nitekim iki yıl geçmeden tekrarlamış, kliniğe yattığında artık hastalığın son dönemlerine yaklaşmıştı. Anthony Quinn entübe olduktan bir hafta sonra kansere bağlı solunum yetmezliğinden öldü.



Çağrı filmindeki Hz. Hamza rolü nedeniyle Anthony Quinn’i ülkemizde ve Müslüman memleketlerde tanımayan yoktur. Hz. Hamza rolünü daha iyi oynayabilecek ikinci bir aktör çıkar mıydı acaba?

İlahiyat Profesörü

ABD’deki üst ihtisasımın kıdemlilik dönemindeydim. Yedi-sekiz aydır tek başıma nöbet tutuyordum. Cerrahi yoğun bakımda Harvard İlahiyat (Divinity) Fakültesi profesörlerinden biri yatıyordu. Sorunu, her iki akciğerinde oluşmuş apselere bağlı solunum yetmezliği ve soldaki apsenin zaman zaman kanamasıydı. Hasta solunum destek makinesine bağlıydı, arada bir balgamla birlikte kan geliyordu.

O gün çok ameliyata girmiştim. Dr. Swanson ile akciğer kanseri ve aynı zamanda koroner arter hastası olan bir hastayı ameliyat etmiştik. Hastanın ameliyat sonrası nabzı tansiyonu bir türlü toparlanamadı, başından ayrılamıyordum. Sonunda hastada endomiyokardiyal enfarktüs dediğimiz, kalp kasının içinde olan nadir bir enfarktüs tipi teşhis ettik.

Akşam vizitinde baş asistanımız Dr. Michael Chang, “Yoğun bakımdaki profesöre dikkat et, kanarsa sol akciğerden kanıyor,” dedi. Ayrıca sol ana havayolunu tıkayabilmek için kullanacağımız küçük balonun hastanın başında olduğunu söyledi. Dr. Michael Chang çok çalışkan, iyi niyetli dikkatli bir baş asistandı. Enfarktüs geçiren hastanın başında iken bir çağrı geldi, “Acil 7C yoğun bakıma gelin,” diye.

Hızla çıktım, yoğun bakıma girdim. Hemşire, profesörü solunum cihazına bağlayan boruları gösterdi. Hastanın trakeostomisi vardı (gırtlak bölgesinden soluk borusuna açılan delik). Borular tamamen kanla dolmuştu. Hasta aktif kanıyordu. Bu kadar kanı gördüğünüzde heyecanlanmamak mümkün mü?

Hemen aspirasyon (sıvıları emmek için kullanılan tabir) sondası istedim. Tüpün içerisindeki kanı aspire edecekken hasta öksürdü ve üstüm başım kan oldu. Trakeostomiden kanı aspire ettim, fakat gelmeye devam ediyordu. İki arada bir derede Dr. Swanson’ı arayıp durumu anlattım, hastanın kritik olduğunu söyledim. “Hasan, o hastanın soluk borusunun sol tarafına balonu yerleştirmek zorundasın. Bu acil durumları hallet diye tek başına nöbet tutuyorsun,” dedi telefonda.

İki de genel cerrahi asistanı vardı yanımda, birisi Jasleen Kukreja, şimdilerde University of California San Francisco’da öğretim üyesi, diğerini hatırlamıyorum. Hastanın trakeostomisinden bronkoskopu (soluk borusunun içini görebilmek için kullanılan ucu ışıklı alet) yerleştirdim. Trakeostominin yanından da balonu ilerlettim. Hastanın kandaki oksijen düzeyi gittikçe düştü, nabzı da düzensiz hale geldi. Neyse zor bela balonu sol tarafa ittim ve şişirdim. Bu sırada hastanın kalbi durdu. Cerrahi asistanları hızlı bir şekilde resüsite ettiler, hasta geri döndü. Sağ sisteme dolan kanı temizledim, hasta nispeten istikrarlı duruma geldi. Her tarafım kan olduğu için, sanki savaş cerrahisi yapan bir doktora dönmüştüm.

Beş-on dakika sonra yoğun bakıma Dr. Swanson geldi. Hastaya baktı, “Aferin, iyi iş yapmışsın, hastanın hayatını kurtardın,” diye ekledi. Hemşirelerin ve öteki cerrahi asistanlarının gözünde itibarım çok yükselmişti.

İlahiyat profesörü apse tedavisini takiben yoğun bakımdan çıktı. Genel durumu düzeldi ve taburcu oldu. Klinikte çalışmamın yanı sıra, pazartesi günleri Dr. Swanson ile poliklinik yapıyordum. Hasta bir gün polikliniğe eşiyle birlikte yürüyerek geldi. Dr. Swanson hastayı gördüğünde espri ile karışık, “Nasıl yaptığını bilmiyorum ama bu hastayı sen kurtardın,” dedi.



Cerrahinin en güzel yönü budur. Yaşadığınız bütün yorgunluğa veya strese rağmen, yaptığınız iş başarılı olduğunda veya hasta iyileştiğinde her şeyi unutursunuz. O moralle daha uzun saatler çalışabilirsiniz.

Stres altında iş yapmak, hızlı karar vermek bizim işin rutinlerinden. Hızın yanında doğru karar verme oranınız arttıkça, kurtulmasına vesile olduğunuz hasta sayısı da artar.

Kalbi Delen Kurşun

Yorucu bir ameliyat günüydü. Sabah sekizden akşam beş buçuğa kadar sürmüştü. Oğlumu servisten alabilmek için bir an önce yola çıkmalıydım.

Yan odamızdaki acil ameliyathanesine Sultanbeyli taraflarından getirilmiş altmış yaşlarında bir erkek hasta alınmıştı. “Hocam durumu çok iyi değil bir de siz bakar mısınız,” diye çağırdılar. Hastanın sağ göğsünün ortasından girip sol dalak tarafından çıkmış bir kurşun yarası vardı, bir de sağ böğürden girmiş bir başka kurşun. Genel cerrahlar batını açmışlar, karaciğerdeki yaralanmayı onarıyorlardı, ama batında hayati tehlike oluşturacak bir yaralanma görülmüyordu.

Bizim odaya ameliyat esnasında hastanın haberi gelmişti. Acil ameliyat odasına gönderdiğim asistanım hastanın sağ göğüs boşluğuna bir hortum yerleştirmişti. Hastadan yaklaşık 700 cc kan gelmiş olduğunu gördüm. Hastanın nabzı hızlı tansiyonu düşüktü. Bu hayra alamet bir durum değildi. Acaba kalp yaralanması olmuş olabilir mi diye düşündüm. Kalp yaralanması olan kişiler genellikle olayın gerçekleştiği mahalde ölürler, hastaneye dahi yetiştirilemezler. Hastanın göğüs kemiğini by-pass ameliyatı yapar gibi açmaya karar verdim. Halk arasında iman tahtası olarak da adlandırılan göğsün ortasındaki kemiği yukarıdan aşağıya kestim. Kalbi ve büyük damarları ortaya koydum.

İlk gördüğüm, kalp zarının şiş üstüne sağ yanında bir delik olduğuydu. Kalbin her atışında delikten bir miktar kan göğüs boşluğuna boşalıyordu. Herkese verilecek serumları, dikişleri hazır etmelerini söyledim. Böyle durumlarda kalp zarını açtığınızda ani olarak kan boşalır kalp durabilirdi. Karşımda genel cerrahiden uzman bir arkadaş vardı, göğüs cerrahıydım, kalp eğitimim sınırlıydı. Kalp zarını açtık. Kurşun sağ kulakçıktan girip, sağ karıncığı boylu boyunca yırtmıştı. Ne hikmetse, yırtık düz ve aralıklı olduğu, sadece sağ taraf yaralandığı için kanama sınırlı kalmıştı. Sağ tarafta basınç daha düşüktü. Normalde solda büyük tansiyon on ikiyken sağda iki-üç olur. Sol karıncık yaralansa, damarlardaki kan hızla boşalacağı için hasta bir-iki dakikada ölürdü.

Kalp zarını açıp hastanın kalbini elimle yakaladım. Atan bir kalbi ellerimin arasında tutmak çok garip bir histi. Kanayan bölgeleri iki parmağım arasında sıkıştırıp cerrah arkadaşıma dikişleri atmasını söyledim. Önce karıncığı diktik. Daha sonra kulakçığa dikiş attık ama kalbin duvarı lime lime olmuştu. Bir-iki dikiş daha attıktan sonra kulakçıktaki yırtığı yeteri kadar onaramayacağımızı anladık. Beş yüz metre ötedeki kalp hastanesinin cerrahlarına haber vermelerini söyledim. Gazlı bezi basıp beklemeye başladık. Bu arada hastanın tansiyonu kalp hızı iyi gidiyordu. Şansa bakın ki belki on yıldır görmediğim kalp cerrahı arkadaşım çıkageldi. Kulakçıktan giren kurşun sağ koroner damarı yaralamıştı. Hasta kalp krizi geçirmeye, sağ karıncık duvarı parçalanmaya başladı. Kalp cerrahı arkadaş çok hızlı bir şekilde kanamaları onardı, hasta kanaması durmuş hale geldi.

Hazır kanama durmuşken, “Bu hastayı hemen kalp hastanesine alıp by-pass altında sağ tarafı tekrar dikmek gerekir,” dedi. Saate baktım, yedi olmuştu. Sonradan öğrendim ki hastayı o akşam by-pass ile tekrar onarmışlar. On gün kadar sonra hasta yürüyerek taburcu olmuş. Meğer eski bir milli futbolcuymuş. Vücudun bu kadar travmaya dayanabilmesi için temelin güçlü olması gerekir, diye düşündüm.



Gençliğinde milli yüzücü olan yetmiş sekiz yaşındaki bir hastaya akciğer kanseri ameliyatı yapmıştım. Akciğerin bir parçasını ve üç kaburgasını çıkarmıştık. Son elli yıldır her gün iki paket sigara ve alkol almasına rağmen bir hafta sonra taburcu olmuştu. Gençlikten kalan sportif bir vücut hastanın hep yararına olmuştur.



Kalbi delen her kurşun kişinin hayatına mal olmuyor, günde yaklaşık yüz bin kez atan kalbimiz, hayat devam edecekse yorulmadan atmayı sürdürüyor.

Yaklaşım Farkı

ABD’de yaklaşık kırk milyon, orta Amerika ülkelerinden göçmen vardır. Bu yüzden metrolarda veya öteki ortak alanlarda İspanyolca afişler görmek mümkündür.



Servise orta Amerika kökenli bir hasta yatmıştı, ilk adı, Antonio idi. Sağ akciğerin üst bölgesinde kanser gelişmiş, kemoterapi ve radyoterapi görmüştü. Hastalığın üzerinden dört yıl geçmişti. İyileştiğini düşünürken, bu kez akciğerin içinde, kanser olan bölgede bir apse boşluğu gelişmişti. Böyle boşlukların içerisinde Aspergillus adlı bir mantar ürer. Hastalığın adına da Aspergilloma denir. Boşluğun içi damarlanmadığı için, ilaçla kurutmak mümkün olmaz. Son derece dirençli bir enfeksiyondur, kanserin yanı sıra tüberkülozu olan hastalarda da gelişir. Bu enfeksiyon, dokuları peynir gibi bir kıvama getirir.

Antonio’nun Aspergilloma’sını iyileştirmek için hastanın göğüs duvarının ön yüzünden bir iki kaburgasını çıkardık, boşluğu göğsün dışına ağızlaştırdık. Her gün açık pansuman yaptık. Fakat boşluğun olduğu yer ana damarlara çok yakındı. Her an damarların duvarları eriyip patlayabilirdi. Açık pansumanlar bir ay kadar sürdü. Boşluğun iyice temizlendiği kanaatine varınca, içerisine kas veya yağ dokusu koyarak hastayı göndermeyi amaçladık. Ameliyathaneye aldık. O gün Dr. Swanson iki ameliyathanede çalışıyordu. Daha önce pansumanlarını sıklıkla ben yaptığım için Antonio’nun ameliyatına girmemi istedi.

Hastanın hazırlığını, örtülmesini takiben serviste yaptığımız gibi boşluğun içini temizledim, ışıklı boru ile içerisine bakıp ölmüş dokuları küçük küçük çıkardım. Boşluğun sonunda kötü görünümlü küçük bir doku daha vardı. Onu biraz kaldırmak istememle birlikte bütün boşluk hızlı bir şekilde kan doldu. Kanama, akciğere giden ana damar olan pulmoner arterden geliyordu. Parmağımı bastım ve hemen, “Doktor Swanson’ı çağırın,” dedim. Bu arada soluk borusuna yerleştirilen tüpten de kan gelmeye başladı. Çok becerikli bir anestezist olan Dr. Steven Lisco, kanama havayolunun öbür taraflarına bulaşmasın diye sağ akciğerin üst bölümüne giden hava yolunu bir balonla tıkadı.

Dr. Swanson hızla odaya girdi, ne olduğunu sordu. Hastanın yüksek debili kanaması olduğunu söyledim. Yıkanıp geldi. “Parmağını çek,” dedi. Çekmemle birlikte kanın çok hızlı bir şekilde dolduğunu gördü ve boşluğa hızla gazlı bez yerleştirdi. Kalp cerrahisinden Etiyopya asıllı cerrah Dr. Lishan Aklog’un çağrılmasını söyledi. Lishan Aklog gelince benim ameliyattan çıkmamı, öteki odaya yardım etmemi istedi. Hasta ile çok uğraştılar, göğsün ortasındaki kemiği kestiler. Fakat bir türlü kanama kontrol altına alınamadı, çünkü dokular dikiş tutmuyordu. Sonunda kanamayı kontrol altına almak için sağ akciğere giden ana damarı, perikard dediğimiz kalp zarının içinden kestiler, yani sağ akciğeri tamamen almış gibi oldular. Hastanın akciğer fonksiyonları çok kötü olduğu için, bu işlemden kırk sekiz saat sonra hayatını kaybetti.

Hastanın hayatını kaybettiğini duyunca çok moralim bozuldu. Sonuçta hasta benim yüzümden kanamıştı. Ertesi gün Dr. Swanson beni odasına çağırdı. Çok tedirgindim, beni klinikten çıkaracak, sonra da hızlı bir şekilde Türkiye’ye gönderecek diye düşünüyordum. Tam tersi oldu. Üzülmemem gerektiğini, bunların olabileceğini, daha dikkatli olmamı, bazı işlerde şüphedeysem kendisine haber vermemi ve çalışmaya devam etmemi söyledi.

Olaydan birkaç gün sonra göğüs cerrahisi kliniğinin eğitim toplantısında yanıma yaklaşan kliniğin kıdemli hocalarından Dr. Steven Mentzer, “Bu hastanın damarı kimin elinde patlayacak diye merak ediyorduk, kısmet sana çıktı,” diye takıldı.

Bu tam bir Anglosakson yaklaşımıydı. Benzer durumlar bizim ülkemizde yaşandığında genellikle suçlanacak kişi aranır ve sıklıkla da sorumlu merdivenin en alt basamağındaki veya konuyla en az ilintili kişi olurdu. Daha sonraki zamanlarda Dr. Swanson, “Hasan, istemeden de olsa mutlaka hata yapacaksın, hastanı kaybedeceksin. Hepimiz bunları yaşadık ve yaşıyoruz,” diye beni teselli etti.



O gün asgari hata düzeyine inebilmek için tecrübemi artırmaya ve beraber çalıştığım kişileri zor duruma düştüklerinde yalnız bırakmamaya karar verdim. Steven Spielberg’in Golden Globe ödül törenindeki konuşması gibi: “Ustam bana şunu söylemişti. Senin başarılarınla gurur duyacağım, alkışlayacağım ama her şeyden önemlisi, zor duruma düştüğünde yanında olacağım.”

$1.21