Read the book: «Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik»
Hamle: Bir de şu noktayı merak ediyoruz. Millî unsurları, motifleri, daha doğrusu millî fikri eserlerine nasıl yansıtıyorlar?
Ercilasun: Bunun muhtelif yolları vardır. En çok kullanılan yol millî hayatı ve memleketi işlemektir. Meselâ Cengiz Aytmatof’un romanlarında âdetler geniş şekilde yer alır. Sıcak ve samimî bir yaklaşımla, şiirli bir dille gelenekler hoş ve sevimli gösterilir. Memleketin insanları, manzaraları, hattâ hayvan (bilhassa at) ve bitkileri duygulu bir anlatımla sevdirilir.
Bir başka yol tarihi ele almaktır. Tarih romancılığı, vaktiyle ortak olarak yaşanmış muhteşem bir millî hayatın özlemlerini aksettirir. Meselâ Özbek romancısı Aybek’in Nevâi romanı hem Temürlüler devrindeki ihtişamlı kültür ve sanat hayatını vermekte, hem de Nevâi’nin Türkçenin istiklâli uğrundaki mücadelelerini ele almaktadır. Yine Özbek Türklerinden Abdullah Kâdiri’nin Geçmiş Günler romanı hanlıklar devrinden canlı parçalar verir. Kazak Türklerinin büyük sanatçısı Muhtar Avezof’un Abay Yolu, büyük şâir Abay’ın hayatı etrafında, geçen asrın kabile yaşayış ve âdetlerini canlı olarak aksettirir.
Millî fikri işlemek için çoğu defa semboller de kullanılır. Meselâ şiirlerde çok geçen lâle, Türk bayrağını temsil eder. Bir romancı, Moskova’dan Büyük Okyanus’a ulaşan meşhur demiryolunu, Rus sömürgeciliğinin sembolü olarak işler. Bir şâir, Rus sömürgeciliğini ve istibdâdını “dar ayakkabı” motifiyle anlatır. (Ahmet Bican Ercilasun. “Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı” Yeni Hamle, 7 Şubat 1983, s. 26-28.)
Türk Dünyasının Aksakalları;
Prof. Dr. Mehmet Kaplan (Işıklar içinde yatsın…),
Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız (Işıklar içinde yatsın…),
Prof. Dr. Rahmankul Berdibayev (Işıklar içinde yatsın…), Prof. Dr. İnci Enginün,
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun,
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya,
Prof. Dr. Fikret Türkmen,
Prof. Dr. Yavuz Akpınar ve çizgileri ile kitaba ve şiire ruh veren
Prof. Dr. Ahmet Ali Aslan
‘a ithaf ediyorum…
ÖNSÖZ
Türk dünyası romanlarından Türkiye Türkçesine aktarılan roman sayısında özellikle 1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra belli bir artış gözlenir. Bu artışın sebeplerinin başında; uzun yıllar birbirinden kopuk yaşayan Türk asıllı halklar ile Türkiye arasında yeniden tesis edilmiş olan bağ gelmektedir. Bu romantik kavuşma, her ne kadar halklar ve hükümetler hazır olmasa da, yeni bir heyecan dalgası yaratmış ve bu dalganın da bir yan gelişmesi olarak edebiyata aksetmiştir. Bu çalışmada, Türkiye Türkçesine aktarılan romanlardan yola çıkarak tarih ve millî kimlik meselesi irdelenmektedir.
Sovyetlerin yirmi sekiz yıl önce bizzat kendisinin “tarih” oluşuyla birlikte bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetlerinde “millî devletler” oluşturma faaliyeti başlamıştır. Bu konuda özellikle Amerika’da yapılmış pek çok çalışma mevcuttur. Bu çalışmalara esas oluşturan teorilerde “millî” bir devletin oluşumundaki en önemli unsurlar 1) ortak bir geçmiş yani tarih; 2) ortak bir ad; 3) ortak bir toprak/vatan; 4) ortak bir dil; 5) ortak bir inanç sistemi veya din; 6) ortak kültür olarak belirlenir. İşte bu noktadan hareketle, Orta Asyalı yazarların “tarihî roman” kategorisine giren romanlarına bakıldığında, satır aralarında Türk halklarının ortak değerlerine doğrudan veya dolaylı olarak atıfta bulunan unsurlar olduğu görülmüş ve bunlar ele alınmıştır.
Çalışmanın Giriş kısmında “tarihî roman nedir?” veya “tarihî roman nasıl olmalıdır?” gibi akla ilk gelen sorulara cevap aranmış ve bu konuda yapılan çalışmalar taranarak mümkün olduğunca farklı görüşlere yer verilmeye çalışılmıştır. Belirlenen romanlar evvela Türkiye’de yayımlanış tarihlerine göre tasnif edilmiştir. Bu tasnif üzerinden yapılacak bir çalışma, eserlerin aktarıldığı dönemlere, yayımlanış sebeplerine ve sonuçlarına göre yapılacak değerlendirmelere yol gösterici olacaktır. Fakat bu çalışmada bu yol takip edilmemiştir. İkinci bir tasnifle romanlar, konu itibarıyla kurgulandıkları tarihî dönemlere göre sıralanmıştır. Bu tasnifte romanlar en eski bilinmeyen destan/efsane dönemi, Gazneliler dönemi, Moğol devri, Timurlular dönemi, 16, 17, 18, 19. ve 20. yüzyıl başı, Birinci Dünya Savaşı ile Sovyetler Dönemi alt başlıkları altında değerlendirilmiştir.
İncelemeler sonucunda ortaya oldukça ilginç neticeler çıkmıştır. Birkaç roman okuyucuyu tarih öncesi masal, efsane ve destanlara götürürken bir iki roman Gazneliler ve özellikle dönemin sembol isimleri Sultan Mahmud ile Türk dünyasının gurur duyduğu ilim adamları İbni Sina ve El Biruni’yi okuyucuyla tanıştırmıştır. Moğollar, Cengiz Han ile romanlara konu olurken onun takipçileri Timur ve Babür de önemli şahsiyetler olarak edebi metinlerde yerlerini almışlardır. Devrin iki önemli ismi, matematikçi ve astronomi bilgini, devlet adamı Uluğbey ile Nevaî de romanlarda ele alınıp işlenmiştir. “Türkî til”de yazdığı kitapları ve şiirleri ile tanınan Nevaî’nin devlet adamlığı yönü de eserlerde vurgulanmıştır. Onun bilhassa “âdil devlet adamı” yönü günümüz yöneticilerine de yol gösterici niteliktedir. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail, Nadir Şah sadece tarihî şahsiyetler değil, romanların da kahramanı olmuşlardır. Nihayet Sovyet dönemi siyasî sîmâları da romanlarda yerlerini almıştır. Romanlar, tarih, kültür ve coğrafyanın en etkili tanıkları ve dolayısıyla önemli bir kaynağı durumundadırlar. Burada incelenen örneklere her geçen gün eklenen yeni eserler, bu tanıklıkları daha da zenginleştirecektir.
Bu çalışma belki daha uzun yıllar bekleyecekti, hatta bekledi de, fakat özellikle Prof. Dr. Emel Kefeli’nin tavsiyesi ve teşvikiyle bir an önce yazmak elzem oldu. Kendisine teşekkür ediyorum. Tabii bu eser ortaya çıkarken pek çok yakın dostumdan görüş ve tavsiye aldım, pek çoğundan maddî ve manevî destek gördüm. Manevî desteğini her zaman yanımda hissettiğim dostum Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz’a, çalışmayı daha tasarı hâlindeyken okuma zahmetinde bulunan ve çok kıymetli tavsiyelerde bulunan Prof. Dr. Nesrin Sarıahmetoğlu’na ve hemen hemen her gün farkında olmadan bana yazma azmi ve moral veren Prof. Dr. Ceval Kaya’ya bilhassa teşekkür etmek istiyorum.
Marmara Üniversitesi’nden öğrencim, şimdilerde Kastamonu Üniversitesi’nde başkanlığını yaptığım bölümün asistanı ve doktora öğrencisi olan ve her satırı yeniden okuyup gözden geçiren Ömer Faruk Ateş’e teşekkür ediyorum. Nihayet, yazılarından yararlanmama, zaman zaman olduğu gibi paylaşmama izin veren sevgili öğrencilerim Gülçin Oğuz’a ve Ayşe Yılmaz’a, farklı bakış açılarından her zaman istifade ettiğim isimlerini burada zikretmediğim pek çok genç akademisyen adayı öğrencilerime teşekkürü bir borç bilirim.
Sağ olun, var olun.
Orhan SÖYLEMEZİstanbul, Ağustos 2019
GİRİŞ
“Çünkü roman modern zamanların hafızasıdır.”1
Edebiyat ve tarih, sosyal alanda yer alan, bir biri ile bağlantılı, ancak aynı zamanda farklı iki bilim dalıdır. Aralarındaki fark, bu disiplinlerin etkilerini de vurgulayıcı niteliktedir. Meselâ Orhun Yazıtları, bütün Türk dünyasının ortak “edebî” eseridir. Bu eser aynı zamanda hem Türk dilinin, hem Türk edebiyatının, hem de Türk tarihinin ilk yazılı kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Diğer taraftan Türk yazıtları ve “petroglif” adı verilen kaya yazıları üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmış bir akademisyen, önemli bir çalışmasında daha önce pek dikkat edilmeyen bir noktaya temas etmekte ve şöyle demektedir:
Köl Tigin yazıtının doğu yüzünde 40; güney ve kuzey yüzlerinde 13’er satır Köktürk harfli Türkçe metin bulunmaktadır. Bu metinlerden güney yüzde bulunanlar yazıtın giriş; doğu yüzünde bulunanlar gelişme; kuzey yüzde bulunanlar ise sonuç bölümünü oluşturmaktadır. Metnin hazırlayıcısı (mesajın ileticisi/ vericisi/hatip) Bilge Kağan’dır. Yazıtta Köktürk tarihine ait olaylar, bütün çıplaklığıyla ve eleştirel bir bakış açısıyla Bilge Kağan’ın ağzından nakledilerek gelecek nesillere öğüt verilir.2
Bu durumda Orhun Yazıtları, bir bakıma edebiyatın ilk örneğidir. Hikâye veya roman, “yaşanmışlığı veya yaşanabilirliği mümkün olan edebî metinler” olarak tanımlandığına göre yazıtları da “tarihî hikâye” veya “tarihî roman” olarak nitelemek pekâlâ mümkündür. Yazıtlarda Bilge Kağan’ın anlattıklarının doğruluğu tarihî kaynaklarla tespit edilebilir; ama anlatılanların Bilge Kağan’ın “doğruları” veya “gerçekleri” olduğunu da kabul etmek gerekir.
Edebiyat biliminin esaslarını inceleyen Rene Wellek-Austin Warren, tarih ile edebî eser arasındaki farkı izah ederken; “Tarih, olayların tekrarlanmasından başka bir şey değildir, roman ise uydurma bir tarihtir” diyor.3 Roman sanatı üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen Şerif Aktaş, tarihçilerin belirttiği gerçekler “değişikliğe uğrayarak edebî eserin dünyasına girer” derken roman ile tarihi birbirlerinden ayırır; Aktaş’a göre “En gerçekçi olduğu iddia edilen edebî eserler dahi yaşanmış değil, gerçeğe uygun olanı dikkatlere sunar.”4 Bu çeşit tanımları çoğaltmak mümkündür. Özellikle son tanımda dikkati çeken nokta “tarihçilerin belirttiği gerçek,” “en gerçekçi olan” ve “geçmişteki gerçek” gibi ifadelerdir. Öyle ise tarihçilerin yazdığı gerçek veya geçmişteki gerçek denilen “gerçek” nedir? Hakikaten böyle bir gerçek var mıdır? Bu soruların cevabı ayrı bir tartışma ve inceleme konusudur. Richard Lee, “History is but a fable agreed upon: the problem of truth in history and fiction” başlıklı yazısında tarihî romanın okuyucuyu nasıl geçmişe götürdüğünü ve tarihin tozlu sayfalarında kaybolmuş olan değerleri onlara nasıl hissettirdiğini şöyle açıklıyor:
Bu da tarihî romanın yaptığı şeydir. Bir kahraman olarak, aksi takdirde ölü olacak veya bizim için kayıp sayılacak şeyi hissettirir. Bizi geçmişe taşır. Ve en iyi tarihî roman geçmişin ‘GERÇEK’iğini bize sunar ki bu da tarih kitabının gerçeği DEĞİLDİR, fakat daha büyük gerçek, daha önemli bir gerçek—KALBİN gerçeğidir.5
Pek çok örnekten birisi olarak Özbek yazar Aybek’in Nevai romanı burada zikredilebilir. Eser, bilinen tarihî gerçeklikle büyük bir uyum içindedir. Roman kişilerinin hemen hemen tamamı aynı zamanda tarihî şahsiyetlerdir. Yazar, en küçük teferruatlarda bile tarihe sadâkat içinde kalmaya dikkat etmiştir. Mesela; Nevâî’den intikâl eden resmî yazılarda isimlerin altına mühür basılması gibi küçük bir âdet bile romanda işlenir. (Nevai: 127-128)6 Dildâr ve Arslankul gibi başından aşk macerası geçen kahramanların dahi, şifâhî kültürün folklorik kahramanları olabileceğini düşünmek gerekir. Gerçi edebî eserlerin kahramanları her ne kadar tarihten çekilip alınsalar da öncelikle edebî kahramanlardır. Bu konuda Rene Wellek-Austin Warren “Bir romandaki A karakteri, tarihî veya gerçek hayattaki bir kişiden farklıdır. Bu karakter yalnızca onu niteleyen veya yazarın onun ağzına koyduğu cümlelerden yapılmıştır; o ne bir geçmişe, ne bir geleceğe, bazen ne de bir hayat sürekliliğine sahiptir.” demektedir.7 Çünkü bir eseri edebî yapan şey; hakikate uygunluktan ziyâde kurgusallık, icat ve hayal gücüdür.8 Fakat Aybek’in Nevâi romanında takip ettiği tarihî hassasiyet, inceleme yaparken bu hususları da göz önünde bulundurmayı zarurî kılar. Şunu da belirtmek gerekir ki yazar, unsurları alırken ne kadar tarihe sadakat içinde kalmışsa bu unsurların terkibinde ve işlenişinde de o kadar tarihten uzaklaşmıştır. Mesela; hemen her tarih kitabının hakkında destanlar yazdığı Sultan Baykara, romanda Mecdiddin’in tesirinde, vezirinin kötülüklerine ortak bir insan olarak karakterize edilir. Daha genel bir ifadeyle roman, Nevâi’yi destanlaştırmak için yazılan bir medhiye mahiyetinde olduğundan tarihî gerçeklik üzerinde bazı tasarruflarda bulunduğu gibi – hepsinden önemlisi – romanın olmazsa olmaz nitelikleri üzerinde de ciddî tasarruflarda bulunmuştur.
Türkiye’de de çok rağbet gören tarihî veya tarihsel roman üzerine önemli bir çalışma olan Tarihsel Roman Üzerine adlı eserinde Turgut Göğebakan, Walter Scott’tan beri gelişen tarihsel romanın gelişimini teorik açıdan incelemiştir. Göğebakan, Alman yazar Alfred Döblin’in “Tarihsel roman her şeyden önce romandır, tarih değildir” sözüyle başlar. Bu tespit doğrudur; zira roman, romandır, tarih metni değildir. Göğebakan, romanın tarihle olan ilişkisinin Antik Yunan’a kadar götürülebileceğini belirtir. Bu açıdan bakıldığında, yukarıda da belirtildiği gibi Dr. Alyılmaz’ın değerlendirmesinden hareketle Türk edebiyatında tarihsel romanı da 8. yüzyıla götürmek mümkündür. Göğebakan, Lukacs’ın tarihî roman tanımını da “Tarihsel roman, Döblin’in imlediği roman niteliği başta gelmek üzere, herhangi bir tarihsel dönemi ya da olayı gerçeğe yakın, ama sanatsal bir biçimde aktaran bir roman türüdür. Tarihsel roman yazarı, tarihsellik ilkesinin olduğu kadar, eylemin yazınsal boyutunun da bilincindedir” diyerek kendisi formüle eder.9 Göğebakan çalışmasında, Sadık Tural’ın “konunun tamamlanmış, zaman mührünü yemiş olması gerekiyor. Yani tarihsel olayın yazınsal bir malzeme hâline geldiği tarihte mutlaka tamamlanmış olması gerekiyor” şeklindeki tarihî roman tanımını da verir. Nitekim Tural’ın vurguladığı nokta, bu çalışmada ele alınan hemen hemen bütün romanlara uymaktadır. Çünkü ele alınan eserler içinde konusunu en yakın tarih olan Sovyetler Birliği döneminden alanlar çoğunluktadır ve Sovyetler Birliği de dağılıp tarihe karıştığına göre, incelenen romanların tarihîliği veya tarihselliği tartışma konusu olmanın dışında kalmaktadır.
Tarih meselesi veya tarihî kimlik, 20. yüzyılın son on yılında bağımsızlığını kazanan Orta Asya halkları ve kısmen bağımsızlığını kazanan diğer Türk asıllı halklar için oldukça önemlidir. Millî kimliğin oluşmasında “ortak bir geçmiş”e sahip olmanın vazgeçilmezliği, teorisyenler tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Sovyetler Birliği içinde yaşayan halklar kendi kimliklerini koruyabilmek için büyük çaba sarf etmiştir. Aydınlar ve yazarlar bu meseleyi gündemde tutabilmek için -satır aralarında bile olsa- eserlerinde işlemiştir. Bundan maksat halkta bir “tarih” şuuru oluşturmaktır.
Burada sorulması gereken soru şudur; “Niçin yazarlar tarihî malzemeyi alıp işlerler?” veya “Niçin Orta Asya ve Kafkasya’daki Türk asıllı halkların yazarları tarihin derinliklerine giderek eserlerini yazdılar?” Bu soruların cevabı tarih ve tarihe bağlı olarak gelişen millî kimlikte yatmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmada, Türk dünyasının romanları taşıdıkları tarihî özelliklerine göre geniş bir tahlile tâbi tutulacak, tarihsellikleri veya tarihe uygunlukları tartışılacaktır. Diğer taraftan, romanların devirlere göre tahlillerinin yapılmasından sonra, özellikle Sovyetler Birliği dönemini ele alan eserler incelenirken “millî kimlik” ile alakalı noktalara temas edilecek ve bu kimliği oluşturan unsurlara dikkat çekilecektir. Son bölümde ise “millî kimlik” ile alakalı konular daha genel hatları ile ele alınacak ve değerlendirmelerde bulunulacaktır. Elbette bütün bunlar yapılmadan önce eldeki malzemeyi göz önünde bulundurarak çeşitli tasniflere gitmekte fayda vardır.
Bu çalışmada üzerinde durulacak olan malzeme, Türkiye Türkçesine aktarılmış ve okuyucunun ulaşıp kullanabileceği Türk dünyası romanlarıdır.
Stalin sonrası Kazak ve Özbek romanlarını inceleyen araştırmacı akademisyen Timur Kocaoğlu, yazarların sıklıkla kullandıkları konular arasında tarihin yerinin önemini vurgular. Araştırmacıya göre genç Kazak ve Özbek yazarlar, Parti sansürüne takılmadan geçebilecek şekilde, okuyucularının dikkatlerini millî tarihinin belirli dönemlerine çekmeye çalışırlar. Özellikle 1960 ve 1970’li yıllarda yazılan eserlerde yazarlar, halkın millî şuurunu güçlendirmek ve geliştirmek gayreti içinde eserler yazarlar. Mesela Kazak yazar İlyas Esenberlin’in tarihî üçlemesi ve Özbek yazar Adil Yakuboğlu’nun romanı Uluğbey’in Hazinesi (1973) bu dönemde yazılmıştır. Esenberlin, Köşpendiler adlı üçlemesinde Kenesarı’yı sadece Rus işgaline karşı çıkan bir lider olarak değil, aynı zamanda Kazakları bir arada tutmaya çalışan millî kahraman olarak da tasvir eder. Sovyet kaynakları ise Kenesarı’yı “feodal bir despot” olarak kaydeder. Bu durumda konunun inandırıcılığı sorgulanırken okuyucunun kime inanacağı sorusu da akla gelmektedir. Bu üçlü roman henüz Türkiye Türkçesine aktarılmamıştır.10
Tarihî roman, okuyucuyu geçmişe götürerek o zamana ait tarihî bilgiler vermekle kalmaz, aynı zamanda o dönemde yaşayan ve tarih biliminin konusu olmayan insanların hayat tarzları, duyguları, düşünceleri ile de ilgilenir. Tarih, olayları sebepleri ve sonuçları ile inceleyen bir bilimdir. Oysa roman, bunların içinde insan gerçeğini, insanın duygularını, düşünce dünyasını da ele alır. Bu bakımdan tarihî romanlar hem tarih öğreten hem de kendilerine ait fikrî hedefleri olan eserlerdir.
2010 yılı itibariyle değerlendirmeye alınacak ve tespit edilebilen ellinin üzerinde roman söz konusudur. Konusunu tarihten alan, yani “tarih roman” veya “tarihî roman” sayılabilecek bu eserleri; “I. Türkiye’de yayınlandıkları tarihe göre”, “II. Konu aldıkları tarihî dönemlere göre” olmak üzere iki ayrı biçimde gruplandırmak mümkündür.
I. Türkiye’de Yayımlandıkları Tarihe Göre
Türkiye’de yayımlanış tarihine göre yapılan ilk tasnife göre ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
Kırım Tatarlarından olan, İkinci Dünya Savaşı’nı bizzat yaşayan ve savaş sırasında Almanlara esir düşen, daha sonra önce İtalya’ya oradan da hâlen yaşamakta olduğu Londra’ya iltica eden Cengiz Dağcı’nın romanları ilk sırada belirtilebilir. 1956’da yayınlanan Korkunç Yıllar bu listenin ilk romanıdır. Yurdunu Kaybeden Adam (1957), Onlar da İnsandı (1958) ve Ölüm ve Korku Günleri (1962), O Topraklar Bizimdi (1966) ve Kolhozda Hayat (1966). Ardından Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana (1965) ve Kopar Zincirlerini Gülsarı’sı (1969), Ayaz İshaki’nin Üyge Taba’sı (1967) 60’lı yılların romanları olarak yer almaktadır. 1970 yılında üç roman birden yayımlanmıştır. Bunlar Sadriddin Aynî’nin Buhara Cellâtları, Dağcı’nın Badem Dalına Asılı Bebekler ve Aytmatov’un Beyaz Gemi romanlarıdır. İlk Kazak romanı Tahavi Ahtanov’un Boran’ı 1972’de yayımlanır. 1974 tarihî romanlar açısından önemli bir yıldır. Kıbrıs harekâtıyla birlikte Özker Yaşın’ın Kıbrısta Vuruşanlar romanı basılır.
Aytmatov’un en çok okunan ve ilgi gören romanı Gün Olur Asra Bedel için Türkiye okuyucusu 1985’e kadar on bir sene beklemek zorunda kalır. Bunun başta ekonomik ve siyasî olmak üzere, muhtelif sebepleri vardır. Ekonomik sebepler içinde, Kıbrıs harekâtından sonra ABD tarafından uygulanan ambargonun tesirinin dikkate alınması gerekir. Diğer taraftan Sovyetler Birliği içinde ihtilâl sayılabilecek Gorbaçov’un “açıklık ve yeniden yapılanma” adını verdiği siyasî reformların başlangıcı bu dönemdedir. Bu nedenle siyasî ve edebî ilgi bir anda yeniden Orta Asya tarafına döner. Gün Olur Asra Bedel de bu ilgiye yeterince cevap vermektedir. Sovyetler dağılmadan önce yayımlanan son iki roman yine Aytmatov’a aittir: Bu romanlar, Dişi Kurdun Rüyaları veya orijinal adıyla Kıyamet (1990) ve Cengiz Hana Küsen Bulut’tur. (1991) Özellikle son romanın yayımlanışı Sovyet baskısının ortadan kalktığının göstergesidir.
Sovyetlerin son yılında Azerbaycan edebiyatından yayımlanan ilk roman Anar Rzayev’in Ak Liman’ıdır. Fakat eser, Aytmatov’un gölgesinde kalarak dikkatlerden kaçmıştır.
1970’de yayımlanan ilk Özbek romanı Buhara Cellâtları’ndan sonra aradan yirmi üç yıl geçer ve 1993’te üç Özbek romanı birden yayımlanır: Bunlar Abdullah Kadiri’nin Ötken Künler romanı ve Adil Yakuboğlu’nun Uluğbey’in Hazinesi ile Köhne Dünya romanlarıdır. Yakuboğlu’nun Adalet Menzili de bir yıl sonra 1994’te çıkar. Azerbaycanlı yazar Yusuf Samedoğlu’nun Kıyamet Günü romanı 1995’te basılır.
Karaçay edebiyatının Türkiye Türkçesine aktarılan ilk ve tek temsilcisi Halimat Bayramuk’un 2 Kasım 1943 romanı ile yine Özbek edebiyatından Musa Taşmuhammedoğlu Aybek’in Nevai romanları aynı yıl okuyucuya ulaşır. 1996 yılında dört roman birden yayımlanır. Bunlar, Özbek yazar Nur Ali Kabul’un Unutulan Sahiller, Azerbaycanlı yazarlar Mevlüt Süleymanlı’nın Göç ve Elçin’in Ölüm Hükmü, Türkmen yazar Tirkiş Cumageldi’nin Kara Yıldırım romanlarıdır.
Aytmatov’un son romanı Kassandra Damgası ile birlikte Elçin’in Mahmut ile Meryem’i ve Kazak yazar Muhtar Avezov’un Abay Yolu I-II romanları 1997’de basılır. Böylece Türkiye okuyucusu ikinci Kazak yazarı ve ikinci Kazak romanını okumak için yirmi beş yıl beklemiş olur. 1999’da ise yine Elçin’in Ak Deve romanı çıkar. 2001 yılı ise Türkmen edebiyatından aynı yazarın dört romanının birden yayımlandığı bir yıl olur. Bunlar, Annaguli Nurmemmed’in Çark-ı Felek, Âlem Cihan, Nuh Tufanı, Büyük Göç ve Oğuz Kağan isimli romanlarıdır.
Tablo: Romanların Türkiye’de yayımlanma tarihine göre dağılımı (Haz. Orhan Söylemez)
Bu eserler tarih roman veya tarihî roman olmanın ötesinde yayımlanış tarihleri ve yayımlanış sebepleri ile de önemli kitaplardır. Cengiz Dağcı’nın romanları İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan eserler olarak savaşa girmemiş Türk halkına cephe ve cephe gerisini anlatır. Aytmatov’un romanları, Stalin’in ölümünden sonra yayımlanmış olması ve romanlarda onu eleştiren küçük küçük hikâyelerin olması yüzünden büyük ilgi görür. Sovyetlerin dağılmasından sonra yayımlanan tarihî romanlarda büyük bir yoğunluk olduğu gözlemlenir. Bu durum, Türk okuyucusuna Dağcı ve Aytmatov dışında başka yazarların da olduğunu gösterir. Elçin’in üç romanının son iki-üç yılda yayınlammasında muhtemelen Azerbaycan Hükümeti’nde Başbakan yardımcılığı görevinde bulunuyor olmasının da etkisi vardır. Diğer taraftan şu günlerde yeni bir romanı çıkacak olan Annaguli Nurmemmed ise Türkmenistan’ın Türkiye Büyükelçiliği görevini hâlen yürütmektedir.