Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Hayma Ana»

Font:

BİRİNCİ BÖLÜM
“Tufandan Önce..”

 
Karlı dağların başında
Salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için
Yaşın yaşın ağlar mısın
 
Yunus Emre

‘Koyun yılı; kavgalı olurmuş!’ denilir ya, pek doğru imiş… O yandan, bu yandan gelen haberlerin hepsi de birbirinden kötü idi:

“Yassı yüzlü, yumuk gözlü Yecüc Mecücler, Kaf Dağını tepip geçmişler.”

“Moğol denilen kısa boylu, bodur düşman geliyormuş.”

“Eline düşenin omurgasını kırıyormuş.”

“Gözleri tırmalanıp açılmış gibi Moğollar, sarsılmaz büyük Harezm’i yakıp yıkmışlar, Horasan’a da bu sabah geleceklermiş.”

Bu türden haberlerin duyulmasından beri halkın huzuru kaçmıştı. Gören duyana, duyan duymayana haber verince günden güne Türkmen obalarına da yayıldı. Önceleri gelip geçen kervanlar olurdu, develerin boyunlarındaki çan sesleri yarım günlük yoldan duyulurdu. Artık onların gelmesi kesilmişti. Cüveyn’den katırlı, eşekli kervanlarla tüccarlar da gelmiyordu. Yoksa olan biten bütün haber onlarda idi. Yol kesen eşkıyaların yaptıklarından, tâ Çin padişahına dair havadislere kadar yeni haberleri, obalar bunlardan öğreniyordu. Şimdilerde iki-üç aydır, Yecüc Mecüclerin Harezm’i istila edip yakıp yıktıklarından, Horasan’a gelseler aynı şeyleri yapacaklarından başka bir duyum yoktu.

Bu haberi dibinden bucağından öğreneyim desen bile, ne gelen var ne giden. Ne haber var, ne hatır soran. Tedirginlik ve sessizlik…

Bu sessizlik, tufan öncesi bir sessizliğe benziyordu.

* * *

Kalecik obasının ortasındaki beyaz evin çevresine bağlanan atlar, dışarıda kurulan kazanlar obalılar için yeni bir şey değildi. Çevredeki obaların yaşıuluları, aksakallıları, kethüdaları, hanları, beyleri Türkmenlerin arasında önemli bir mesele olsa bu evde toplaşırlardı. Bazen evin içinden yükselen gür ve hararetli sesler, gecenin bir yarısına kadar işitilir dururdu. Hangi obayı eşkıya basmış? Kimin adamı, kimin malı gitmiş? Bu eşkiyalar nereden gelmişler? Esirleri hangi yolla azat edebiliriz? Hangi obadan kaç yiğit gitmeli? Savaşıp da mı almalı, yoksa takas mı etmeliyiz? Hangi obanın buğdaya, arpaya ihtiyacı var? Kısaca kan meselesi, din meselesi, esir meselesi gibi çözülmesi gereken bütün meseleler bu beyaz evin ocak başında çözülürdü.

Obalılar bu eve, ‘Yasağ Öyi’ diyorlardı. Yasa evinde verilen kararlara, herkes boyun eğmek zorunda idi. Ancak bugünkü görüşmede evin içindeki konuşmaları değil dışarıdakiler, içindeki adamların kendileri bile zor duyuyordu. Fısır fısır yapılan konuşmaların arasını Kaya Alp’in gür ve heybetli sesi kesti:

– “Epey bir vakitten beri kulağımıza gelen duyumlardan hepimiz haberdarız. Öyle anlaşılıyor ki Moğol denilen belâ, at sürüp talan edip gelmektedir. Bent yıkıp su bastırıp aldığı yer de var, kale basıp kan kusturup aldığı yer de. Ben ben diyen koç yiğitlerin omurgasını kırıp, ölenden-gülenden edip bıraktığı yer de var. Gelenden geçenden sorup haber alalım desek, gelen geçen de yok. İrtibat kesildi. İşte, aramızda, daha dün Kalecik’e gelen Derviş Bulunç’tan duyduklarımı söyledim. Kendisinden de duyarsınız diye, sizi bu gün görüşmeye çağırdım. Buyrun, burada görüşelim, tartışalım. Ne yapılması gerekiyorsa, biz de sizinle beraberiz. El ile gelen, düğün bayramdır. Başa geleceği, göz görür. Biz de kuyruğumuza basılıncaya kadar habersiz yatmayalım. Oğuz maslahatını yerine getirelim. Hadi, Bulunç Divane görüp duyduklarını anlat!”

Sırtındaki hırkasının sarkmış yerlerini okşamakla meşgul Derviş Bulunç(*), kendisine yönelen soru dolu gözlerle karşılaştı. Belindeki kuşağı biraz gevşetti. Boynundaki torbayı çıkarıp yayılıverdi. Gözlerini aşağı indirip oturduğu kara keçeyi tırmalamaya başladı. Kendince konuştu:

 
“Divane geldi eşikten,
Su verin dolu meşikten.
Kırklardan, Ciharıyâr’dan dem olsun
Ya Hu! Ya Hak!
Önü haylı dünya, sonu vaylı dünya!
Yığdıklarımız, biriktirdiklerimiz
Canımıza düşman dünya..”
 

Ben de gördüm desem, yalancıyım. Semerkant’tan döneli üç bahar, üç yaz, üç güz, üç kış geçti. Yola çıkmadan önce de güllük gülistanlıktı. Semerkant’ın pazarında kuş sütünü bile bulmak mümkündü. Çin’den Maçin’den gelen kızıl-ala ipekler dünyaya yeter de artar gibiydi.

Bir ay önce Nişabur pazarında idim. Medet Divane ile karşılaştım. Yenileyin Semerkant’tan gelmiş. Moğol’u görür görmez kaçmış. Derviş, kalender, divane, abdal görseler kuşku duyup ‘Harezm’in, Horasan’ın casusudur’ diyerek dört ata bağlayıp dört parça ediyorlarmış. ‘Yam’(*) denilen casusları, habercileri var diyor. Atları yorulmak bilmiyormuş. Yerin altında yılan sürünse, casusları bilirlermiş. Toprağı bereketli Harezm’i, tıpkı yumurta yuvarlayacak şekilde dümdüz etmişler. Yüzleri de Horasan’a doğru, demişti. Horasan’da da kendini toparlayana saldırıyorlar. Tus’da, Nişabur’da, Merv’de Moğol’a karşılık vermek için eli kılıç-yay tutan, kalkan tutan kim varsa bekleyip duruyor. Gördüğüm de duyduğum da bunlar. Fazlası yalan olur.

Bilmiyorum bu neyin kavgası, neyin mücadelesidir? Bir karış kara toprak, bir gün senin leşine mekân olmayacak mı? Sığmadınız mı desene öz yurduna?

Yâ Hu! Yâ Hakk!.

Karun malı gibi dünyayı yığnayanlar kaygılansın, düşünsün. Ne kaçabilirler, ne de kalabilirler. Kalsalar tutulacaklar, kaçsalar kurtulacaklar. Vah! Malı, dünyayı neylesin? Ömür beş günlük, dibi boş. Giderken götüreceğin iki kulaç kefen bezi, yığdığın Karun malı.

Hey, hey adamlar! Kara toprak döşek, gökyüzü yorgan değil mi? Sizin ipek kumaşlarınızdan kime fayda oldu.

 
Moğol kapıda, bela tepede..
Hu Hak!
Divane geldi eşikten,
Belâ gitsin deşikten…”
 
* * *

Bulunç Divane, torbasını tekrar boynuna astı, yerinden kalktı. Asasına dayanarak evden çıkıp gitti.

Evdekiler birbirlerine baktılar. Haber, duydukları gibiydi. Bulunç Divane’nin son sözlerine yalan diyecek kişi çıkmazdı. Dağların arasında sürü sürü develer, sığırlar, koyunlar, keçiler var; buradan göç etmeye kalksan, hangisini alıp hangisini bırakacaksın?

Evdekileri ağırdan ağıra bir endişe sarmaya başlamıştı. Deli Dovul yumruğunu yere vurdu:

– “Beğler! Düşmandan kaçarak yaşamak olmaz. Gelseler, geldiklerini görürüz. Oğuz neslinin; ‘Namertçe olalım, sağca kalalım’ dediği duyulmamıştır. Biz kaya parçaları gibi buralardan ayrılıp şu katırlı Moğollardan kaçarsak, yurdumuzu – obamızı terk edersek hani bizim Türkmenliğimiz? Oğuz Atamızın şanını yere düşürürsek, atalarımızın ruhu incinmez mi? Bir dervişin; “dümdüz etmiştir!” dediğine inanıp da kaçıvermek olur mu? Kaçmaya kalksak, nereye gideceğiz? Kucak açıp gel diyen mi var? Ölsek de kurt olup ölelim, tilkilenmek bize yakışmaz. Bir karış toprak için ölüne ölüne gelmedik mi? Biz de onlardan biri oluruz.”

“Doğru söylüyorsun Deli Dovul! Bir kara canın olsa da kaçıversen, gidiversen; yurt düzelince dönüp gelsen. Peşinde çoluk çocuk, mal, toprak… Önceleri hangi oyunları oynadıysak, şimdi de aynısını gösteriverelim. Şu dağlara düşman sokmadan yaşamışız bu zamana kadar. Geleni geri çevirdik. Yamyamını da gördük, Moğol’unu da…”

“Bu dağlara onların atı da, katırı da dayanamaz. Onlar bizi bulup öldürünceye kadar biz onlara, kurt avını nasıl avlarmış gösteririz.”

Konuşmalara katılmayan ancak söylenenleri dikkatle dinleyen Sergin Koca söze girdi.

“Biz her derede, her tepede yaşamasını bilen bölük bölük Türkmenleriz. Bizden önce heybetli Harezm’i yıkmış olsalar da, Horasan’ı kırıp geçirmiş geliyor olsalar da; hani bizim şu Selçuklu Devletimiz ne yapıyor? Bilmemiz gerekmez mi! Gelin, eli sopa tutanlar, karşı çıkalım mı diyor? Yoksa herkes başının çaresine mi baksın diyor? Her neyse de devlet var, sultan var! Yok, koruyamayız diyorlarsa, o zaman başka…”

“Doğru söylüyorsun. Sözün haklı. Şimdiki maslahatımız ne o zaman?”

Kaya Alp söze katıldı.

“Öyleyse biz obadan 4-5 yiğidi Cüveyn’e gönderelim. Bilgi edinsinler. Dostum Yakup Ağa’nın evinde kalırlar. Cüveyn, büyük bir kaledir. Sebzevar’dan, Nişabur’dan, Tus’tan, Merv’den, Belh’den gelenler vardır. İşlek bir yol üstüdür. Oğlum Süleyman ile ağabeyimin oğlu Tanatar da bizden gider. Guycuk Mergen ile Örcen Böke de gitsin. Yanlarına Miriş’i alıp gitsinler; o, yolları iyi bilir.”

Ak saçlı kocaların, genç alplerin konuşmaları dinlendi. Bundan sonraki gelişmeleri ve kararı Cüveyn’den gelecek olan haberlere bıraktılar. Konuşmaları Kaya Alp toparladı. Eşiğin başında oturan oğlu Süleyman’a baktı.

– “Dinleyip anladın mı oğul! Yiğitleri topla, şafak söker sökmez yola çıkın. Sizden gelecek habere göre obaların ne yapacağı belli olacaktır. Yakup Ağa’ya da selamımı söyleyin. Bu görüşmemizi anlatın. Onu da dinleyelim, fikrini alalım. Onun bilgisi ve aldığı haberler bize göre daha çoktur. Hadi yola hazırlanın yiğitler..”

Süleyman, babasının sözünü dikkatle dinledi. Tek başına oturduğu yerden kalktı. Birlikte gideceği yiğitlere haber verdi. At yatağına vardı. Karayel, sahibini tanıdı, kişnedi. Süleyman, atının boynunu, başını okşadı; otunu, yemini verdi. Kulağına usulca seslendi:

“İlk defa uzak yolda yoldaş olacaksın, Karayel’im! Hani, yoldaş yolda tanınırmış ya, yoldaşlığını bir görelim. Yurdun geleceği, bizim getireceğimiz habere bağlı.”

At yine kişnedi, sanki “Ben yola hazırım!” der gibi başını eğdi. Süleyman atının eyerini, çulunu yerleştirdi. Şimdi gidip hazırlansa, şafak söker sökmez yola çıkıverecek gibiydi.

Evlerine geldiğinde, annesi Aysenem’nin yol hazırlığına giriştiğini gördü. Evin dış kapısında oturan ve onu bekleyen yaşlı Burla nine;

“Balalarımın balası, Süleyman ile Tanatar’ım! İkiz kartallarım sağ gidip esen gelsinler. Yoldaşlarının arasında yol – iz bilen var mı ki? Kaya Alp’im ilk kez babasıyla gitmişti de;” İki dağın arası aşılması pek zordu, üç gece-dört gündüzde varabildik.” demişti. Cüveyn’in kaleleri, sarayları ta uzaktan görünüyormuş. Alp oğlum! Gözü açılmadık gencecik delikanlıları tutuyorlar. Allah korusun dosttan çok düşman var. Allah, balalarımı görünür görünmez beladan, kötülükten korusun. Aysenem gelin! Yiyeceği, içeceği bolca koy. Üşüseler, ateş yakarlar. Açlık zordur yollarda, at üstünde acıkırlar…” derken; dilekleri arasında gelinine buyruklar da veriyordu.

Süleyman içeri girdi. Yaşlı ninesinin alnından öptü.

– “Nine! Biz artık aşık oynayan çocuklar değiliz. Yiğit çıktık, er yetiştik. Babam bir iş buyurdu, başım üstüne giderim. Bizim aramızda yolları iyi bilen var. Hiç kaygı etme. Allah’ın izniyle sağ esen gidip geliriz.”

“Oğul! Tanatar’ım senden büyük de olsa delibaşlıdır. Sürekli arkasında ol. Kafası kızıverse; “Hayt!” deyiverir. Nasipse, dönüp geldiğinizde Akçauzun’un kızı Yazçiçek’in boynuna alaca ip(*) takıp sana isteyeceğiz. Boyunla boydaş, ay gibi kız. Tanatar’a da Kumru Eley’in küçük kızına söz keseceğiz.”

“Ninem! Tanatar’dan yana hiç kaygılanma sen. Giderken de gelirken de peşinden ayrılmam.”

Süleyman, ninesinin söylediklerinden utandı. İlk defa onunla evlenmek konusunda söz açılmıştı. O ne Akçauzun’u, ne de kızı Yazçiçek’i görmüştü. Görmek şöyle dursun adlarını bile duymamıştı.

Yol hazırlığı gören Aysenem, oğlunun yüzünün kızarıp gittiğini görünce, yavaşça gülümsedi. Hoşuna gittiğini dışa vuruşunu, anlamamazlıktan geldi.

– “Yazçiçek, iyi kız. Akçauzun’a çekmiştir; alımlı, becerikli. Benim de gözüm onda. Süleyman’ın ninesi, şu kızı bir alabilsek..”

“Alabilsek ne demek? Sarı çizmelim sağ olsa, kendisi sallanıp gelirdi. Süleyman gibi oğlumuz olur da, sözümüz geri döner mi? Hani, gitsinler, gelsinler sağ esen. Mogol denen belanın yüzü ters dönsün de gerisi kolay! Hadi yat, köşeğim!(*) Gece de yarılandı. Yat da uykunu al, uzak yola çıkacaksınız.’’

Süleyman başını yastığa koyar koymaz uzun yolculuğun endişesiyle uyuyakaldı. Buna karşılık evdekilerin hiçbirinin gözüne uyku girmemişti. Aysenem ile Kaya Alp, ilk defa oğullarını uzağa gönderiyorlardı. Yaşlı Burla nine ise tan atıncaya kadar fısır fısır dualar etti. Süleyman’ın kız kardeşleri gümüş giysili, yüzü duvaklı Yazçiçek’i evlerinin başköşesinde görmeyi arzulayıp yataklarına uzandılar.

İlk horoz öttüğünde Süleyman, atına yol eşyalarını yüklemişti bile.

“Yolu, at ile yenersiniz. Yol uzaktır. Bunun için atı üzmeyin, yormayın. Kendi keyfince sürün. Koşturup, kızdırıp birden suya sokmayın. At şişer, yola dayanamaz. Yol boyunda obalar vardır. Bulursanız taze yonca verin. Yola çıkmadan önce okşayın, sevin. Gün aşırı yelesini tarayın, endamını kaşıyın. At denen hayvancağıza sevgiyi, şefkati eksik etmeyin. İnsan gibi duyguludur o. Gündüzleri yürüdüğünüz yol sizindir. Gece her ışık yanan yere girmeyin. Yol kesen olur, eşkiya olur. Bu akşam Korkut Dağı’nın eteğindeki obada, Çakır Bayat’ın evinde kalın. Ertesi gün de inşallah Derbent’e erersiniz. Derbent’te kervansarayda kalırsınız. Gün uzundur bu günler. Yürürseniz, yol aşarsınız. Cüveyn’de dört-beş gün kalsanız, beklemeden dönün. Yakup Ağa adlı kadim bir dostum vardır. Sizi misafir eder. Her şeyi anlatırsanız, kendisi gerekeni yapar. Biz de en çok on beş gün sonra yolunuzu bekleriz. Sağ gidin, esen gelin.”

“Düşmanın yüzü ters olsun. Atınız, ayağınızın altında aksamasın. Görene, sorana-sual edene selam söyleyin. Allah, yârınız olsun. Çahrıyarlar hemdeminiz olsun. Yiğitlerim! Sizi birbirinize, hepinizi de Allah’a emanet ediyorum. Yolunuzu Hak açsın. Ak yoldan güle güle gidin, güle güle gelin.”

Başı heybetli yiğitler atlarını dehleyip Kalecik’ten ayrıldılar. Kesedağ’ı geçerek yüzlerini doğan güneşe çevirip yola koyuldular. Gölgeliklerden, derelerden uygun yerini seçerek at sürseler de bazen önlerine çıkan yalçın kayalıklar yollarını uzatıyordu. Yollara alışkın olan rehber Miriş bile bazen yolunu bulamayarak durup bekliyordu.

“İşte bu yola ‘avcı izi’ diyorlar, işte şu suya ‘ceylan suyu’ diyorlar, işte şu yola ‘tavşan patikası’ diyorlar, dereye varır” dese de, yolları dik kayalıklara varıp dineliyor, geçmeye yer kalmıyordu.

Arkadaşlarının uzak yolu yeğleyerek, gülüşüp; “Avcı, tavşan yolunda ceylanı kovalayacak olsa, kayadan uçar.” demelerine rağmen Miriş, yol ustalığı iddiasından geri adım atmıyordu. Dağın tepesine çıktıklarında, karşıdan görünen dağa kadar ilerlemek kolay gibiydi. Ancak iki dağın arasındaki yolları, dik kayalıkları ve uçurumlu dereleri geçinceye dek bir hayli yorulmuşlardı.

Gün batımından az önce, Miriş’in dediği gibi, Korkut Dağı ta uzaktan göründü. Obaya yaklaşmışlardı. Gökyüzünde yıldızlar adeta göz kırpıyordu. Obadaki köpekler ‘konuk habercisi’ olarak ürümeye başladılar. Çakır Bayat’ın evini sormaya gerek olmadan buldular. Diğer evlerin arasından seçilen, hemen fark edilen altı kanatlı beyaz evin kapısına gelen atlıların karşısına, yüzü-gözü nurani, iri yarı bir adam çıktı; selamlaşıp, güler yüzle karşıladı. Süleyman’ın tekrar tekrar arkasına vurarak;

– “Görmeyeli uzun zaman olmuştu. Maşallah, er yetişmişsin. Kaya Alp’in babası Ataman mı çıkıp geldi diye düşündüm az önce. Dedene benziyorsun, gayretin de ona çeksin, oğul! Ataman Alp gibi bir adam, Türkmen’e verilen Tanrı payıdır. Yaşın benzemesin yiğidim!”

Çakır Bayat, misafir yiğitleri ak çadıra aldı. Geliş sebeplerini, Cüveyn’e gidiş amaçlarını öğrendi. Yaraları depreşmişti. Gelenden geçenden türlü haberler aldığını, gelip geçen kervanların azaldığını, Moğolların Horasan’a gelecekleri dedikodularını işittiğini bir bir anlattı. Öğrendiklerini kendisine de iletmelerini isteyerek, dönüşlerinde bir gece daha misafir olmalarını söyleyip erkenden yola saldı. Korkut Dağının arka tarafına ulaşıncaya kadar peşlerinden bakıp bekledi..

* * *

Yiğitlerin yola çıkışlarından bu yana bir hayli zaman geçmiş, yeni ay tıpkı bir orak gibi doğmuştu. Şimdi herkesin gözü yolda idi. Obanın çocukları, sabahtan akşama kadar yer dinlemeye başladılar. Burla ninenin at sesini duyana hediyesi olacaktı. Büyüklerin keyifleri de kaçmaya başlamıştı.

Dolanıp duran kara bulutlardan fırsat çalarak ara sıra yağan yağmurlar, üç günden beri artıyordu. Sonunda kara bulutlar yarıldı, ğöğün gazabı da diğer yandan. Yıldırım çakması ve göğün gürüldemesiyle ortaya çıkan sesin dağlarda yankılanması çok şiddetli oluyordu. Obadakiler, başlarına dağ yıkılacak gibi, korku içine ellerini başlarında tutup kalıyorlar; kadınlar yetişebildikleri kadar evlerinin açık yerlerini kara keçelerle kapatıyorlardı.

– “Tövbe Allah’ım! Eğer bu haliyle akşama kadar yağarsa, dünyayı sel alır. Yiğitler sağ-salim bir gelseler, Allah rızası için, erlerin pirlerin yoluna, Baba Kızıl Evliya’nın yoluna yedi kapıya yedi sofra paylarım..”

Aysenem gelin:

“Vay, Süleyman’ın ninesi! Siz şimdi on beş günden beri teknede, sofrada çörek koymadan dağıtırsınız ha! İnşallah gelirler. Kaygı etmeyin. Siz daralsanız, bizim elimiz, ayağımız gevşer..” diyerek, yaşmak altından fısıldadı.

“Amin! Gelirler. Dua edin yine de. Yarın şafak atar atmaz, yağmur durmazsa hamur yoğuruverin. Ziyaretine gittiğim Derviş Ata’nın yoluna yedi çörek sözü vermiştim.”

Burla nine gelinlerinin her birine bir iş buyurup, kendi işine koyuldu. Hünerli elleri işe koyulsa da ne yapıp ne ettiğini pek bilmiyordu. Aysenem, Kalecik’in çevresindeki yollara gidip geldikçe yorulmuştu. Tek düşüncesi on beş gündür yolunu beklediği oğlu Süleyman’dı. Gelmesi gereken gün geçtikten sonra, gece it ürüse koşup dışarı çıkan Aysenem’nin aklına kötü kötü düşünceler geliyordu.

“Neden yatmıyorsun?”

“Gelmediler de! Yüreğim sızılıyor. Hayrolsun.”

“Gelirler. Süleyman ile Tanatar önceleri de ava giderlerdi. Yanındaki yoldaşları yol iz bilmeyen kişiler değil. Cüveyn uzakta değil. Bak görürsün, onlar mutlaka kesin bilgilere erişmek için Nişabur’a kadar uzanmışlardır. Veya dağ dere yağmurlu yağışlı diyerek Çakır Bayat da yola salmamış olabilir. Kadir kıymet bilen dosttur o.”

“Memleket esenlikte olsa, başı dik olsa aylarca gelmese de kaygılanacak değiliz ya.”

“Memleketin ferahlık devri mi var Aysenem? Git yat, inşallah gelirler.”

Kaya Alp, kethüdaların kendisiyle görüşmek için bekleyip durduklarını biliyordu. “Cüveyn’den kesin bir haber alamadıklarından Nişabur’a mı gitmişler ki? Yoksa gelmeleri gereken süre çoktan geçti. Eğer yarın da gelmezlerse, peşlerinden bir adam salmamız gerekir.” diye içinden geçirdi. Aysenem, onun düşüncelerini okumuş gibi;

“Daha olmadı peşlerinden adam göndersen!”

“Olur. Sabaha bir çıkalım. Allah yol verirse, yarına kalırsak, yapacağım o…”

* * *

Şafak vakti, atların ayak sesleri obada duyuldu. Kaya Alp’in kapısına gelen dört kişi atlarından indiler. Kaya Alp, alaca karanlıkta onların kim olduklarını seçemese de, Süleyman’ın atının sırtının boş olduğunu görüp tedirgin oldu. Atın yanına giderek yularını tutup boynunu kucakladı.

– “Hayt, hayvancağız! Sahibini nerelerde koydun? Süleyman? Yiğitler! Hani Süleyman?”

“Kaya dede! Süleyman gelmedi mi? İki gün oldu, biz onu kaybettik. Çakır Bayat’ın evinden çıkıp geriye döneceğimiz sıra, gün kuşluk vakti yağmur durdu. Derelerden gelen sellerden kaçıp hepimiz tepenin üzerine çıktık. Nuh Tufanından daha da beterdi! Su gelmeyen dere, sel akmayan çay kalmamıştı. Bir yer bulup yattık orada. Sabah kalktığımızda Süleyman yoktu. Uzağa gitmiştir desek, atı Karayel, dışarıda duruyordu. Dışarılar geçilecek gibi değildi. Şimdi gelir diye bekledik. Sular çekildikten sonra etrafı dolaştık. Yağmur-yağış yüzünden iz de yok. Bir yerde obaya taraf batıp giden izleri görüp vazgeçip dönmüştür, diyerek geldik. Gelmediyse nereye gitmiş olabilir! Onun bizi bırakıp, Karayel’i bırakıp gitmeyeceğini düşündük ama.. Nerede ki! Ne yapsak ki!?”

Tanatar’ın sesi daha ezik ve cılız çıktı. Örcen Böke kızgın kızgın kılavuz Miriş’in yüzüne baktı.

– “Ayak izleri obadan yana gidiyordu dedin ya! Çoban çocukların ayak izleri olmasın! Bu iz, Hatap ustanın diktiği çarığın izidir, demedin mi?.O da bizi arayıp yola düşmüştür, demedin mi!”

Kaya Alp, delikanlıları sakinleştirmek için;

– “Eğer, Korkut Dağından bu yana geçmiş olsa, inşallah gelir. O dağlara, o yollara alışkındır koçum. Ayak izini gördüyseniz, tan atmadan kalkıp dumanın içinde kalmıştır. Döner gelir.”

Dese de, dedi ama içinde kopan sıkıntı, içinde depreşen tufan dünkü tufanın işi değildi. Dışına vurmak istemese de evdekiler, yiğitlerin konuşmalarını duyup ağlaşmaya başladılar. Burla ninenin sesi, onların seslerini bastırdı:

“Bırakın artık. Niçin kötüye yoruyorsunuz? Önceki tufanda biz oturduğumuz yerde komşudan haber alabildik mi? Selden, sudan dolaşmıştır; kayadan, dağdan geçmiştir. Duydunuz ya, yaya kalmış. Gelir yiğidim. Bu dağları ilk defa görmüyor ki o. Dağda doğmuş kartalımdır o benim. Bakın, görürsünüz; laçin kuş gibi sabaha kadar gökyüzünden iner gelir. O yoldaşlarından ayrı düştü diyerek ağlayacaksak, o zaman bu obanın haftalardır, aylardır evine gelmeyen avcı yiğitlerinin annesinin, bacısının gözyaşlarını ne yapacağız! Süleyman dağ koçudur. Kalkın haydi, yiğitlere sıcacık süt verin. Haberini bekleyelim..”

Burla ninenin söyledikleri sadece evdekilerin değil, Süleyman’ın yoldaşlarının da, Kaya Alp’in de yüreğini genişletti. Herbiri içinden;

“Doğru söylüyor. Süleyman dağda doğmuş, dağda yetişmiş yiğittir. Böylesi yağışı ilk defa görmüyor ki! Bir yerden çıkar gelir.” diyordu.

Delikanlılara, kara kazanda kaynamakta olan kaymaklı sütten taslara koyup getirdiler. Yolda aç susuz kalan delikanlılar, birbirleriyle yarışırcasına süt dolu tasları başlarına diktiler. Önlerine konulan sarı yağı adeta görmezlikten geldiler! Karınlarını doyurduklarında, karşılarında bağdaş kurmuş oturan Kaya Alp’in onları dikkatle seyrettiğini görerek, yaptıklarından utandılar. Bir-iki günün açlığına dayanamayarak Süleyman’ı bırakıp gelmiş gibi yürek yakıcı bir düşünce içlerini kavurmaya başlamıştı. Burla nine yine sıcak çörek uzattı. Kimsesinin eli çöreğe uzanamadı. Başlarını öne eğerek öylece durup kaldılar.

“Hadi yiğitler! Artık yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun. Gördüğünüzü, duyduğunuzu anlatıverin. Hem de baştan sona. Kimi gördünüz, neler duydunuz? Bulunç Divane’nin söylediklerinde gerçek payı var mı? Doğru mu? Yurtta neler konuşuluyor?”

“Sizin tarif ettiğiniz üzere, obadan çıkıp akşama Çakır Bayat’ın evine vardık. Geceyi burada geçirdik. Çakır Bayat, bizi söylediğinizden daha da iyi karşıladı. Ertesi gün yola düştük. Çoğanlı denilen geniş bir vadiden geçerken, önümüze Selçuklu’nun üç askeri çıktı. Yolda tutup sorguya çektiler. Seferimizin sebebini belirttik. Bulunç Divane’nin anlattıklarını onlar da bir bir anlattılar. Askerlik için adam topladıklarını, eğer istersek bizim de katılabileceğimizi söylediler. Onlardan duyduklarımızla yetinip dönelim dedik. Ancak Süleyman, Cüveyn’e varmadan dönersek olmaz deyince, yola devam ettik. İkindi yaklaşırken Derbent’e yettik. Derbent’e kervansarayda kalmak niyetiyle varmıştık. Kervansarayda kalmak şöyle dursun, çevresinde bile yer yoktu. İki aydan beri gelip geçmeyen kervanların yolunu gözleyen yolcular bekleşip duruyordu. Sanıyorum onlar nereye gideceklerini kendileri de bilmiyordu. Harezm’i Moğol alırsa Şam’a, Şirvan’a gidiverelim diyenler de var, Rum diyarına gitmek gerek diyenler de. Biz de obada Derbentli Merdan denilen bir adamın evine misafir olduk. Merdan, önceleri Selçuklu’da tımarlı sipahi olarak devlete hizmet ediyormuş. Yaşlanınca Derbent’e gelmiş. Cüveyn’in en kestirme yolunu geceleyin tarif etti. Sabah erkenden de obadan çıkıncaya kadar uğurladı.”

– “Cüveyn, anlatıldığı gibi uzaktan bacaları, minareleri görünen bir kale imiş. Kervansarayları hınca hınç doluydu. Çeşitli dillerde konuşan insanlar, kelli-felli tüccarlar yiyip içip yatıyorlar. Dini yönleri de güçlü, beş vakit namaz kılıyorlar, ağızları dualı. Geceyi gündüzü bilmeden sarhoş sarhoş yürüyenler de var.”

– “Dostunuz Yakup Ağa altı ay önce vefat etmiş. Ailesine yük olmayalım diyerek, güç bela kendimize yatacak bir yer bulduk. Belh’ten gelen bir seyyah ile tanıştık. Adının Abdullah bin Belhi olduğunu söyledi. Bize çok şeyler anlattı. Harezm’de, Moğol’un kan dökmediği bir kale kalmamış. Harezm şahı Alaettin Muhammed, şehri terk edip gitmiş. Nereye kaçtığını oğlu Celalettin ile hanımı Ayçiçek’ten başka bilen yokmuş. Celalettin, Moğollar ile savaşıyormuş. Moğolların sayısı çerden-çöpten çokmuş. Harezm’in sıcak havası börtü-böcek dolu, çölü de. Aç kurtları onları korkutamıyormuş. Başlarında Cengiz Han denilen biri varmış. Abdullah bin Belhi, onu yakından görmese de, hakkında çok fazla şeyler duymuş. Savaşçılıkta aç kurt gibi, hilekârlıkta kuyruksuz tilki gibi, zekilikte ise iki kat pay verilmiş gibi, diyordu. Harezm’i aslında Cengiz Han değil, taht kavgası yıktı desek daha doğru olur, dedi.”

“Ne bileyim, Alaettin Muhammet Şah’ın ‘Şeytana ders veren annesi’ Türkan Hatun’un Moğollara yardım ediyor olması muhtemel, dedi. Harezm’i alan Moğol niyetini sürdürürse Horasan’a da gelir, dedi. Selçuklu Devleti, paralı asker toplamaya başlamış. Bunlara ‘ecri har’ deniliyormuş. Harezm’den kaçanlar, başka yol bulamayıp şimdi bu paralı askerlere katılıyorlarmuş. Selçuklular başı Belh’te, ayağı Şam’da uzak uzak yerlerden toplanmasalar, bu belanın önünde durulacak gibi değil, diyorlar. Devletin Türkmen Gücü denilen askerleri var. Onlar da asker topluyormuş. Beş gün gelenden, geçenden haber aldık. Moğollar kara bulut gibi yaklaşmaya çalışıyorlar Kaya dede..”

“Dönüşümüzde Çoğan vadisinde atlı askerleri, eğitim verilen yerleri gördük. Halkı telaşa salmamaya gayret etseler de durum hayra alamet değil. İki gün sonra yine Çakır Bayat’ın evine yettik. Yolumuzu gözlüyormuş. Size anlattıklarımızı ona da söyledik. Göç etmek veya kalıp savaşmak gerekir, bizi habersiz bırakmayın, dedi. Kaya Alp’e söyleyin, birleşelim, dedi. Sabah kalktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Çakır ağa havanın bozulduğunu görerek, bizi yola salmak istemedi. Ancak Süleyman yerinde duramayıp; “Herkesin gözü yoldadır, bizi beklerler, dedi.”

“Korkut’tan ağıp Kesedağ’a yettiğimizde tuttu yağmur, bastı tufan. Sel bir yerden, yel bir yerden yüklendi. Biz de yüksek bir yere çıkarak, bir haneye sığınıp yatıverdik. Yağmur dindikten sonra kımıldamak mümkün olmadı. Şarıldayıp gelen selin gürültüsünü işiterek sizden yana kaygılandık. Dünyayı sel alıyor sandık. Yattığımızda Süleyman henüz uyuyamamıştı.”

– “Erken kalktığımızda Karayel’in kişnemesiyle doğrulduk. Dışarı baktığımızda her yer dümdüz, sis, duman. Süleyman civarda bir yerdedir diyerek, bekledik. Gelmeyince, seslendik. Ses veren olmadı. Ateş yakalım desek kuru ot yok. Sis duman dağıldıktan sonra, ateş yaksak belki dumanını görür gelir, dedik. O gece de bekledik, gelmedi. Sonunda dolanıp yürürken Miriş, Sülgürt’te çarık izini gördü. Bir iki adım göründü ancak yağış izleri silip süpürmüştü. Obaya dönüp gelmiştir, diye tahmin ettik, işte.. Şimdi ne yapsak ki!?..”

Anlatılanları dinleyen Kaya Alp, derin bir nefes çekti. Ocağın başında oturan Aysenem’in ağlamaklı sesi işitildi.

“Sel sularına mı kapıldı ki? Kurtlara, kuşlara yem mi oldu ki? Gittiğinden beri yüreğimin başı cız edip duruyor, dediydim. Kim beni dinliyor! Şahin balam, sağ salim gelse; Baba Kızıl Evliyanın yoluna, yedi kapıya aş paylayacağım. Aç susuz mu ki? Obaların birinde mi ki?”

Aysenem’in fısır fısır çıkardığı, agu katılmış acılı sesi evdekilerin hepsi işitirken, bu sefer ona Burla nine de hiçbir şey diyemedi. Anne yüreği dolup dolup taşmıştı. Ağlayıp rahatlamasa olacak gibi değildi. Ağlasın da içini boşaltsın dercesine, Kaya Alp ile yiğitler dışarıya çıktılar. Evdeki ses, güçlenerek sürdü. Burla ninenin;

– “Tövbe deyin, kötüye yormayıverin” diye yankılanan sözleri, uzun bir süre dışarıdan da duyuldu.

* * *

Şu vakte kadar, gün kuşluğa kalıncaya yatıp duran Süleyman’ın sanki kafasına kum dökülmüş gibiydi. Başını yastıktan kaldırası gelmedi. Yattığı yerde güçlükle başını sağa sola çevirdi. Bulunduğu yerin kendi evi olmadığını anlayıp kalkacak oldu.

Bu olanlar da neydi? Başına gelenleri hatırlamaya çalışsa da başaramadı. Ara sıra aklına düşen şey; kaçışan geyikler, kayalar, kartal ve kendi yoldaşlarının sesi. Bu her ava gittiklerinde tekrarlanan şeyler olsa da Süleyman, dünkü hadiseleri hatırlayacak gibi oldu. Her ne kadar gözlerini yumsa da değişik bir şeyler göremedi. İçini yakayım dercesine kapı da açılmıyor, bir kişi bile gelmiyordu. Güçlükle yerinden doğrulmaya çabaladı. Ancak uzun bir tahta parçasının ayaklarına sarılmış olduğunu fark etti. Ayağını sarıp sarmalamışlar. Demek ki ayağım zarar görmüş, diye mırıldandı.

– “Ses verin! Kimse yok mu?”

Kendi sesini sadece kendi işitebildi. Halsizlikten olacak ki sesi de zor çıkıyordu. Alacakaranlık çadırda yattığı yerden çevresine göz gezdirmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Üstelik ayağının ağrısı da artıyordu. Kaşlarını çatarak, yattığı yerden, yeri yumrukladı. Yan taraflara asılmış otları, bitkilerı görerek, burasının bir tabip evi olduğunu düşündü.

Vaktin ne kadar geçtiğini anlayamadı. Çünkü yarı uyur-yarı uyanık yatıyordu. Birden kapının yavaşça açıldığını hissederek, gözlerini açıp başını çevirdi.

“Gözümüz aydın. Kalktınız mı?”

“Evet. Ben neredeyim? Siz kimsiniz?”

“Oğul! Telaş etme. Ayağa kalktığında tanışır, bilişiriz”

Yaşlı adam kapıyı açtı, eşik serpisini(*) gerdi. Kara çadırın gözeneklerini araladı. İçeriye ılık bir yaz havası hücum etti.

Süleyman:

“Dışarıda böyle iyi bir hava vardı ise beni niçin bu temiz havadan mahrum ettiler ki!” diyerek kaşlarını çattı.

“Dön bakalım, arkandaki yaraya bir merhem çalalım..”

“Arkamda yara mı var?”

“Sen en iyi, neremde yara yok desene yiğit!”

“Bana ne oldu?”

“Bunu sen söylemezsen, ben ne bileyim. Ben seni Ballıkaya’nın eteğinde buldum. Ya ot-ilaç toplamaya gelmişsindir ya da kuş avlamaya. Kayadan düşmüşsündür desem; diken batar, her yerin kulak gibi şişerdi. Kaplan dalamıştır desem, pençe yok, tırnak izi yok. Sel suyuna kapılmış olmalısın ki bütün vücudun balçıktı. Kurt tabip de gelip gördü. İki güne kadar ayağa kalkar, dedi. Hadi şimdi şu sıcacık keklik çorbasını iç, kendine gel. De bakalım, sen kimsim? Nerden gelip, nereye gidersin?”

“Ben iki gün mü yattım? Siz kırık-çıkık tabibi misiniz?”

– “Ay, iki gün daha yatarsan, ben de tabip olurum. Hadi, sen bir dayan yeter ki.”

Süleyman’ın, yoldaşlarıyla dağ başında yağmur altında kaldığında onları yatırıp kendisinin uykusuzluk çektiği aklına düştü. Tan vaktine yakın, sel biraz olsun yavaşladı mı ki diyerek çevreyi dolaşırken, ayağı kayarak dereye yuvarlanıp gittiğinden ve sele gark olup telaşlandığından başka bir şey hatırlamıyordu. Sel suları Süleyman’ı uzağa alıp götüremese de sisin-pusun içinde bir hayli yatmıştı. Bir süre kulağına arkadaşlarının sesleri gelmiş, zamanla kesilmişti. Orada ne kadar kaldığını, buraya kimin getirdiğini, burada ne kadar yattığını bilmiyordu.

– “Seni bizim köpeğimiz Alabay bulmuş. Ürkmüş, konuşacak gibi olmuş hayvancağız. Torunumla seni eşeğe bindirip güçlükle getirdik buraya. Bugün ikinci gün değil, üçüncü gün oluyor yatışın. Hadi, şimdi otur. Kurt tabip; yaşı kaç ise, yaşı kadar yatarsa iyileşir, dağ ilacından içiversin, demişti.”