Ahmak Wilson'ın Trajedisi

Text
Author:
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Ahmak Wilson'ın Trajedisi
Font:Smaller АаLarger Aa

Editörün Notu

Ahmak Wilson’ın Trajedisi, 1893-94 yıllarında The Century Magazine’de tefrika edilmiş, hemen ardından 1894’te roman olarak yayımlanmıştır.

Mark Twain, Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir. William Faulkner, Twain’den ilk gerçek Amerikan yazarıdır, hepimiz onun varisleriyiz; Ernest Hemingway ise Amerikan edebiyatı onun Huckleberry Finn’i yazmasıyla başladı; ondan önce bir şey yoktu, sonrasında da daha iyisi gelmedi diye söz eder.

Mark Twain’in ününde ince mizahı ve güçlü anlatımı kadar sosyal eleştirilerinin de payı büyüktür. Döneminin en ünlü şairlerinden ve önde gelen aktivistlerinden Langston Hughes, Twain için zenci karakterlerini “insan” olarak sunma noktasında Twain, dönemin tüm Güneyli yazarlarının fersah fersah önünde geliyor, demiştir.

Irkçılık ve kölelik kavramlarının Ahmak Wilson’ın Trajedisi’nde de öne çıktığı dikkat çekmektedir. Türün tüm özelliklerini içinde barındırsa da bu romanın yalnızca bir gizem romanı olarak düşünülmemesi gerektiği eleştirmenler tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Bu kitap, dönemin güçlü tasviri, Twain’in klasikleşen ince mizahı ve sözünü sakınmadan getirdiği eleştirilerle tipik bir Mark Twain romanıdır.

Roman, Mississippi’de bir kasabada geçer. Twain, diğer kitaplarında olduğu gibi burada da doğduğu, büyüdüğü yerlerde yaşanan bir hikâye anlatmayı seçmiştir.

Langston Hughes, kitap için yazdığı önsözde “Okurlar cinayeti kimin işlediğini en başından beri bilirler ve yazar, olayın nasıl çözüleceğine dair pek çok ipucu vermektedir,” dedikten sonra bu romanın barındırdığı önemli bir yenilikten söz eder: Suçlu tespitinde parmak izi kullanımı. Hughes’ün aktardığına göre, o tarihlerde suçluların tespit edilmesinde kullanılan resmi yöntemler arasında parmak izi toplama uygulaması yer almamaktadır.

Bu kitap üzerinde çalışırken Britanyalı bilim insanı Francis Galton tarafından kaleme alınan Finger Prints (Parmak İzleri) adlı kitabı okuyan Twain, parmak izlerinin her insanda farklı olması detayını romanda kilit bir noktaya yerleştirir. Büyük yazarların bu yöndeki vurgularının yanında bu tür detaylar da Mark Twain’in çok önemli ve öncü bir yazar olduğunu ortaya koyar.

Biyografi

Samuel Langhorne Clemens, 30 Kasım 1835’te, Florida’da küçük bir kasabada, John Marshall ve Jane Lampton Clemens’ın 6. çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Samuel, yıllar sonra “Mark Twain” adını kullanmaya başlayacak ve Amerikan edebiyatının sembol isimlerinden biri olacaktır.

1839’da Clemens ailesi, yaşadıkları yerin daha doğusunda yer alan Hannibal’a taşınmıştır. Mississippi kıyılarında, günden güne büyüyen bu liman şehri, St. Louis ve New Orleans’tan gelen buharlı gemilerin uğrak yeridir. Yazar, yıllar sonra yazdığı Tom Sawyer’ın Maceraları ve Huckleberry Finn’in Maceraları adlı kitaplarında mekân olarak da burayı seçmiştir.

Samuel, hayatının ilk yıllarını sağlığının zayıflığı sebebiyle evde geçirmiş ve ailesi dışındakilerden uzak kalmıştır. 9 yaşına geldiğinde hastalıklardan kurtulmasıyla birlikte okula gitmeye ve çevresindeki çocuklarla vakit geçirmeye başlamıştır. 12 yaşındayken babasını kaybetmiş, bu olayın ardından okulu bırakıp bir matbaada çırak olarak çalışmaya başlamıştır. 2 yıl sonra, bir gazetenin yardımcı editörü olmuş ve burada ilk yazılarını kaleme almıştır.

17 yaşındayken St. Louis’e taşınmış ve burada bir nehir pilotunun yardımcısı olmuştur. 1858’te pilotluk lisansını alan Samuel Clemens’ın takma ad olarak “Mark Twain”i seçmesi de bu dönemlere dayanmaktadır. “Mark Twain”, nehir gemicilerinin jargonunda derinliğin 2 yarda olduğunu ifade etmek için kullanılır; diğer bir deyişle “teknenin yüzebilmesi için suyun yeterli derinliğe sahip olduğu” anlamına gelir; bu da “suda yol almak güvenli” demektir.

1861’de patlak veren Amerikan İç Savaşı nehir ticaretini sekteye uğratınca muhabirliğe başlamış ve Amerika’daki pek çok gazete için röportajlar yapmıştır. 1870’te Olivia Langdon’la evlenmiş, bu evlilikten 4 çocuğu olmuş, bu çocukların biri doğumda, ikisi henüz 20’li yaşlarında vefat etmiştir.

Mark Twain, ilk öyküsü The Celebrated Jumping Frog of Calaveras County’nin (Calaveras Şehrinin Ünlü Zıplayan Kurbağası) 1865 yılında New York Saturday Press’te yayımlanmasıyla adını duyurmaya başlamış, ilk kitabı The Innocents Abroad ise 1869’da yayımlanmıştır. En çok bilinen yapıtlarından Tom Sawyer’ın Maceraları 1876’da, Huckleberry Finn’in Maceraları ise 1885’te yayımlanmıştır. Twain yaşamı boyunca 28 kitap ve sayısız öyküye imza atmıştır.

Twain, iyi bir yazar olmasının yanında iyi bir konuşmacı olarak da bilinir. Yaşamı boyunca, pek çok ünlü kulüpte mizah içerikli konuşmalar gerçekleştirmiştir. Kalabalık topluluklar karşısında yaptığı esprili konuşmalar, günümüzde stand-up olarak bilinen gösteri türüne çok benzer.

Zekâ dolu yergileriyle eleştirmenlerin ve okurların dikkatini çeken Twain, hayattayken de geniş çevrelerce tanınan ve saygı gören bir yazar olmuştur. Yazmaya esprili ve kolay okunan metinlerle başlayan yazar, ilerleyen zamanlarda yazdıklarında insanın açgözlülüğü, ikiyüzlülüğü ve vahşi edimlerine sıkça yer vermiştir.

Twain’in hayatında dikkat çeken noktalardan bir diğeri de bilime olan merakıdır. Dünya tarihinin en önemli bilim insanlarından Nikola Tesla’nın çok yakın bir dostu olması nedeniyle onun laboratuvarında çok fazla zaman geçiren Twain, 3 ayrı icadın patentini almıştır ve bu icatlardan bir tanesi olan kendinden yapışkanlı koleksiyon defteri 25.000’in üzerinde bir satış rakamına ulaşmıştır.

Yazar, yaşamının son yıllarını koyu bir emperyalizm karşıtı olarak geçirmiştir. Amerikan Antiemperyalistler Birliği’nin başkan yardımcısı olduğu dönemde, organizasyon için pek çok el ilanı metni hazırlamış; yine bu dönemde kaleme aldığı antiemperyalist metinler, ölümünden yıllar sonra, 1992’de kitap haline getirilmiştir.

Kadın haklarına yönelik çalışmaların da önemli bir destekçisi olan Twain’in kadınların oy kullanması konusunda yaptığı bir konuşma, tarihte bu konuda yapılmış en ünlü konuşmalardan biridir.

Twain, 1907’de Oxford Üniversitesi tarafından fahri doktoraya layık bulunmuş; 21 Nisan 1910’da ise vefat etmiştir. Çocukluğunu geçirdiği ev ölümünün ardından müze haline getirilmiştir.

Twain’in dünyaya gelişi, Halley kuyrukluyıldızının görünmesinin hemen ardından gerçekleşmiştir. Yazar, kuyrukluyıldızın bir sonraki ziyaretinden 1 yıl önce, “1835’te Halley’le birlikte geldim. Önümüzdeki yıl (1910) yine gelecek ve ben de onunla birlikte gitmeyi bekliyorum. Eğer onunla birlikte gitmezsem bu, hayatımın en büyük hayal kırıklığı olur. Yüce Tanrı’nın şöyle dediğinden eminim: ‘Bu iki anlaşılmaz ucube birlikte geldiler ve birlikte gitmeliler,’” demiş; gerçekten de beklediği gibi kuyrukluyıldızın ziyaretinin başlamasından bir gün sonra vefat etmiştir.

Okuyucuya Bir Fısıltı

Ne kadar iyi ve nazik olursa olsun hiçbir kişilik yoktur ki -zayıf ve aptalca bile olsa- hicivle alt edilemesin. Mesela, merkep: Karakteri mükemmeldir, gösterişsiz hayvanlar içinde en mütevazı olanıdır ama bir de hiciv yüzünden başına gelene bakın. Biri bize merkep dediğinde bunu iltifat olarak görmek yerine şüpheye düşeriz.

Ahmak Wilson’ın Takvimi

Hukuk meseleleri hakkında bilgisiz bir kimsenin, bir mahkeme sahnesini kalemiyle resmetmeye çalışırken hata yapması kaçınılmazdır. Bu nedenle, kitapta yer alan hukukla ilgili bölümlerinin bir avukat tarafından sıkı ve yoğun bir kontrol ve düzeltmeden geçirilmeden basılmasını istemedim. Bu bölümler artık her ayrıntısına kadar doğrudur. Zira William Hicks’in sıkı gözetimi altında tekrar yazılmıştır. Hicks, otuz beş yıl önce Güneybatı Missouri’de hukuk okumuş ve ardından sağlığı için Floransa’ya gelmiştir. Halen egzersiz olsun diye Macaroni Vermicelli’nin at çiftliğindekilere yardımda bulunmakta ve burada kalmaktadır. Burası Piazza del Duomo çıkışındaki köşeden döndüğünüzde karşınıza çıkan sokağın hemen yukarısındadır. Hani Piazza del Duomo’nun önünde bir ev vardır. İşte oradaki taşa altı yüz yıl önce Dante otururdu. Yine böyle bir gün Giotto’nun çan kulesinin yapılmasını izliyormuş, ancak Beatrice geçtiği sırada artık seyirden yorulmuş. Beatrice, okula ulaşamadan Ghibellino İsyanı çıkması ihtimaline karşı kestaneli pasta almak üzere yola çıkmış. Hâlâ aynı yerde aynı pasta satılmaktadır ve tıpkı eskiden olduğu gibi hafif ve güzeldir ki bu bir iltifat değildir, hatta tam tersidir. Hicks’e gelince, hukuk bilgisi biraz körelmişti, ama bu kitap için bilgilerini tazeledi. Böylece kitaptaki iki ya da üç hukuk bölümü şimdi düzgün bir hale gelmiş oldu. Kendisi öyle söyledi.

Tarih, 2 Ocak 1893. Floransa’nın 5 km gerisinde Villa Viviani, Settignano köyünde bulunmaktayım. Burası dünyanın en güzel manzarasına sahip. Bunun yanı sıra, bütün gezegenler ve hatta bütün güneş sistemlerindeki en büyüleyici ve rüya gibi günbatımları burada yaşanıyor olmalı. Bulunduğum binanın bu geniş odasında Cerratani senatörleri ve diğer asilzadeler bana onaylayarak bakmaktalar, tıpkı bir zamanlar Dante’ye baktıkları gibi. Sessizce benden onları aileme almamı istiyorlar. Bunu zevkle yaparım; zira bu cübbeli ve ihtişamlı antikaların yanında en eski akrabalarım bile yumurtadan yeni çıkmış civciv gibi kalır. Üstelik bu altı yüz yıl benim için muhteşem ve tatmin edici bir yükseliş olacaktır.

Mark Twain

“Ahmak” İsmini Alır

İster doğruyu söyle ister icat et; ama kozu gör.

Ahmak Wilson’ın Takvimi

Bu olayın yaşandığı yer, Mississippi’nin Missouri tarafında kalan St. Louis’in aşağısındaki Dawson’s Landing kasabasıdır ve vapurla yarım gün uzaklıktadır.

 

1830 senesinde burada, beyaz duvarları gül, hanımeli ve gündüzsefalarıyla örtülü bir iki katlı mütevazı evler vardı. Bu şirin evlerin her biri bahçeliydi. Bahçeler beyaz çitlerle çevriliydi ve gülhatmiler, çuha çiçekleri, kına çiçekleri, amarant çiçekleri ve başka eski moda çiçeklerle süslenmişti. Evlerin pencerelerinde ise güllerle terakota1 saksıların bulunduğu ahşap kutular vardı. Saksılarda yetişen sardunyaların koyu kızıl çiçekleri, güllerle kaplı evin ön cephesine baskın olan pembe rengin içinde sanki bir alev gibi görünüyordu. Saksı ve kutuların dışındaki çıkıntıda kedi için de bir boşluk vardı. Hava güneşliydi, kedi oradaydı, iyice gerindi, uykulu ve mutluydu, tüylü karnını güneşe vermiş ve patilerinden birini burnuna götürmüştü. İşte ev o zaman tamamlandı ve içindeki huzur ve mutluluk, su götürmez bir kanıt olan bu simgeyle aşikâr hale geldi. Kedisiz bir ev -iyi beslenmiş, iyi bakılmış ve sevgi gören bir kedi- mükemmel bir yuvaya işaret edebilir belki; ama evin bu unvanı gerçekten hak ettiğini söyleyebilir miyiz?

Sokaklar boyunca her iki yanda, tuğla kaldırımların dış kenarlarında, gövdeleri ahşap kutularca korunan salkım ağaçları vardı. Bu ağaçlar yaz sıcağı için gölge sağlarken bahar aylarında tomurcuklarından tatlı kokular yayılırdı. Nehirden bir blok ötede, nehre paralel uzanan ana cadde, civarın tek işlek caddesiydi. Altı blok uzunluğundaydı. Her blokta iç içe geçmiş küçük çerçeve dükkânlarının üzerinde yükselen üç katlı ve tuğla duvarlı birkaç mağaza vardı. Rüzgârda sallanan tabelalar caddeyi boydan boya inletiyordu. Çizgili direk -ki bir zamanlar Venedik’in saraylarla çevrili kanallarında bir soyluluk göstergesiydi- Dawson’s Landing’in ana caddesindeki mütevazı berber dükkânına işaret ediyordu. Diğer bir köşede ise baştan aşağı teneke kaplar, tavalar ve bardaklarla kaplı, boyasız ve uzun bir direk duruyordu. Baş tenekeci, o köşedeki dükkânında çalışmaya devam ettiğini, her rüzgâr estiğinde tüm dünyaya gürültülü bir şekilde ilan ediyordu.

Küçük köyün ön kısmı, hafif bir eğimle geriye doğru uzanan büyük nehrin berrak sularıyla yıkanıyordu. Tepeler boyunca evler dizilmişti. Baştan aşağı ormanlarla kaplı yüksek tepeler, kasabayı yarım ay şeklinde sarıyordu. Vapurlar her saat başı gelip gidiyordu. Küçük Kahire ve Memphis hattına bağlı vapurlar orada daima dururdu; büyük Orleans gemileriyse ara sıra, mola vermek veya yolcu ve yük bırakmak için dururdu ve “transit” gemiler de böyleydi. Bu gemiler, Mississippi’de yaşayanların isteyebileceği her türlü konfor ve ihtiyaçla donatılmış bir şekilde, onlarca nehri -Illinois, Missouri, Yukarı Mississippi, Ohio, Monongahela, Tennessee, Kızıl Nehir, Beyaz Nehir vs.– ve dondurucu St. Anthony şelalelerinden dokuz iklimi geçerek yakıcı New Orleans’a kadar gelirdi. Dawson’s Landing, köle sahiplerinin yaşadığı bir kasabaydı ve kölelerin çalışarak ürettiği hububatlar ve hayvanlar sayesinde zenginleşmişti.

Kasaba uyuşuk, rahat ve halinden memnundu. Elli yıllık bir kasabaydı ve yavaşça, hatta çok yavaşça gelişiyordu; yine de büyüyordu.

Kasabanın baş sakini York Leicester Driscoll’du, kırk yaşlarındaydı ve yerel mahkemenin hâkimiydi. Virginia’nın köklü ailelerinden geldiği için çok gururluydu. Resmi ve görkemli tavırlarıyla ailesinin geleneklerini devam ettiriyordu. Kibar, adil ve cömertti. Bir beyefendi olmak, üstelik lekesiz ve şaibesiz bir beyefendi olmak onun için en kutsal amaçtı ve bu amaca daima sadıktı. Saygı ve itibar görüyor, herkes tarafından seviliyordu. Varlıklıydı ve zenginliğini giderek daha da artırıyordu. Driscoll ve karısı mutluydu; ama bir çocukları olsa daha da mutlu olabilirlerdi. Yıllar geçtikçe çocuk özlemleri daha da büyüdü; ama dilekleri bir türlü gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyecekti.

Hâkim’in dul kız kardeşi Rachel Pratt de onlarla birlikte yaşıyordu ve onun da çocuğu yoktu. Çocuğu olmadığı için her daim kederliydi ve teselli bulamıyordu. Her iki kadın da iyiydi ve herkes gibilerdi, görevlerini yerine getiriyorlardı. Vicdanları temizdi. İnsanların takdirini kazanmışlardı. Presbiteryendiler. Hâkim, özgür düşünceli biriydi.

Bekâr ve neredeyse kırk yaşında olan Pembroke Howard avukattı ve soyunun “İlk Aileler”e2 dayandığı kanıtlanmış bir başka Virginia asiliydi. Nazik, cesur ve haşmetli biriydi. Virginia prensiplerine uygun şekilde yaşayan bir beyefendiydi, dindar bir Presbiteryendi, “kanun” konusunda otoriteydi ve eğer herhangi bir fıkra veya kelime sizde şüphe uyandırıyorsa, onu size dilediğiniz şekilde açıklamak için elinden geleni yapardı. Halk arasında çok popülerdi ve Hâkim’in en sevgili dostuydu.

Sonra Albay Cecil Burleigh Essex vardı, o da Virginia’nın İlk Aileleri’nden geliyordu fakat onunla ilgilenmiyoruz.

Percy Northumberland Driscoll, Hâkim’in kardeşiydi ve ondan beş yaş küçüktü, evliydi ve dünyaya gelen tüm çocuklarını kızamık, kuşpalazı, kızıl humma gibi hastalıklar nedeniyle kaybetmişti. Bu durum doktora, Nuh Tufanı döneminden kalma etkili yöntemlerini kullanma şansı verdi, bu nedenle de beşikler boş kaldı. Varlıklı bir adamdı, vurgunculuktan anlardı ve serveti giderek büyüyordu. 1830 senesinde, 1 Şubat’ta, evinde iki tane erkek çocuğu dünyaya geldi. Biri onun oğluydu, diğeri ise köle kızlarından Roxana’nın çocuğuydu. Roxana yirmi yaşındaydı. Aynı gün ayaklanıp yeniden çalışmaya başladı, en nihayetinde her iki bebeğe de o bakacaktı.

Bayan Percy Driscoll aynı hafta içinde öldü. Roxy çocuklara bakmaya devam etti. Dilediğini yapabiliyordu, zira kısa süre sonra Bay Driscoll vurgun işleriyle uğraşmaya geri dönmüş ve Roxy’yi kendi haline bırakmıştı.

Aynı ayda Dawson’s Landing yeni bir vatandaş kazandı. Bu yeni vatandaş, anne babası İskoç olan David Wilson adlı genç adamdı. Talihini aramak için memleketi New York’tan kalkıp bu uzak bölgeye gelmişti. Yirmi beş yaşındaydı, üniversite bitirmiş ve üniversite sonrasında da doğudaki hukuk okullarından birinde öğrenim görmüştü.

Cana yakın, çilli, kumral ve genç bir çocuktu. Zeki mavi gözlerinde dürüstlük, arkadaşlık ve hoş bir gizli pırıltı vardı. Talihsiz bir söz etmiş olmasaydı, Dawson’s Landing’de başarılı bir kariyere sahip olacaktı hiç şüphesiz. Fakat köyde geçirdiği ilk gece o vahim sözü söyledi ve susturuldu. Bir grup vatandaşla henüz tanışmıştı ki görünmez bir köpek havlayıp ulumaya başladı. Durum iyice nahoş bir hal alınca genç adam, düşüncelerini sesli bir şekilde dile getirdi:

“Keşke şu köpeğin yarısı benim olsaydı.”

“Neden?” diye sordu biri.

“Çünkü kendi yarımı öldürürdüm.”

Gruptakiler merakla, hatta endişeyle Wilson’ın yüzünü inceledi ama hiçbir ışık göremediler ve okuyacakları bir ifade bulamadılar. Gizemli bir şey gibi hakkında konuşmak için ondan uzaklaşıp bir köşeye çekildiler. İçlerinden biri şöyle dedi:

“Aptal olmak ne kötü.”

“Olmak mı?” dedi bir diğeri. “Olması, diyecektin sanırım.”

“Köpeğin yarısı benim olsaydı dedi, aptal,” diye lafa girdi bir üçüncüsü. “Kendisindeki yarıyı öldürünce köpeğin diğer yarısına ne olacak sanıyor ki? Yaşar mı sanıyor sizce?”

“Öyle düşünmüş olmalı, dünyanın EN aptal insanı değilse tabii; çünkü öyle düşünmemiş olsa, köpeğin hepsini isterdi, yarısını öldürdüğünde diğer yarısının da öleceğini bilirdi ve kendisindeki yarı yerine tamamını öldürmüş gibi olurdu. Siz de böyle düşünmüyor musunuz beyler?”

“Evet, doğru. Köpeğin bir yarısı onun olsaydı böyle olurdu. Köpeğin bir ucu onda, diğer ucu bir başkasında olsa yine aynı olurdu. Bilhassa bu, ilk durum için geçerli; çünkü bir köpeğin yarısını öldürürseniz, o yarının kime ait olduğunu söyleyecek tek kişi bulamazsınız. Fakat köpeğin bir ucu onda olursa, belki kendindeki ucu öldürürse ve…”


“Hayır, öyle de yapamaz. Yapamaz ve diğer yarı ölürse sorumlu da olmaz. Bence bu adamın aklı yerinde değil.”

“Bana kalırsa, aklı yok bu adamın.”

Üç numaralı dedi ki: “Yani, salağın teki işte.”

“Aynen öyle,” dedi dördüncüsü. “Saf, salak bir eşek.”

“Evet, tam bir aptal. Ben de artırıyorum ihaleyi,” dedi beşincisi. “Dileyen farklı düşünebilir, ama ben böyle düşünüyorum.”

“Size katılıyorum, beyler,” dedi altıncısı. “Tam bir budala, evet ve ileri gitmiş sayılmazsam eğer, ahmak bence. Bu adam ahmak değilse ben de hâkim değilim, başka da bir şey söylemeyeceğim.”

Bay Wilson, herkesin aklında böyle kaldı. Bu olay bütün kasabada anlatıldı ve herkes tarafından ciddi şekilde tartışıldı. Bir hafta içinde ilk adını kaybetti; bunun yerine “ahmak” anlamındaki “Pudd’nhead” geçti. Zamanla sevildi, hem de çok sevildi ama bu takma ad üzerine çoktan yapışmıştı ve öyle de kaldı. O ilk gün hakkında verilen hüküm onu ahmak yaptı ve artık bunlar hiç yaşanmamış gibi davranmak ve bu adı değiştirmek mümkün değildi. Bu ad, zaman geçtikçe sert veya kötü bir his ifade etmemeye başladı ancak yine de olduğu gibi kalacak ve neredeyse yirmi yıl daha bir yere gitmeyecekti.

Driscoll, Kölelerinin Canını Bağışlar

Âdem, yalnızca bir insandı. Bu her şeyi açıklıyor. Elmayı, yemek için değil, yasak olduğu için istemişti. Asıl hata, yılanı yasaklamamış olmaktı. Çünkü o zaman onu yemek isteyecekti.

Ahmak Wilson’ın Takvimi

Ahmak Wilson buraya geldiğinde bir miktar parası vardı ve şehrin en batı ucunda küçük bir ev satın aldı. Wilson’ın eviyle Hâkim Driscoll’un evi arasında çitlerle çevrili çimenlikli bir avlu vardı. Şehir merkezinde küçük bir ofis kiraladı ve üzerinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela astı:

DAVID WILSON
AVUKAT VE HUKUK DANIŞMANI
İNCELEME, FERAGATNAME VS

Ancak o amansız görüşleri şansını yok etmişti, en azından hukuktaki şansını. Hiç müşteri gelmiyordu. Bir süre sonra tabelasını indirdi ve hukukla alakalı sözcükleri çıkarıp kendi evine astı. Sunduğu hizmetler, kadastro ve muhasebe uzmanlığı gibi mütevazı becerilerdi. Ara sıra kadastro işi alır, bazen de bir tüccarın hesaplarını düzenlerdi. İskoç sabrı ve sebatla, itibarını geri kazanıp hukuk alanında çalışmaya devam etmeye karar verdi. Zavallı adam, bunu başarmanın oldukça uzun zaman alacağını öngörmüştü.

Boş zamanı boldu; fakat canı hiç sıkılmazdı. Zira fikir evrenine giren her yeni şeyle ilgilenir, bu yenilikleri öğrenir ve evinde denerdi. O dönemki heveslerinden biri el falıydı. Diğer hevesineyse ne bir ad vermiş, ne de ne işe yaradığını izah etmişti, sadece eğlence deyip geçmişti. Aslında bu heveslerin ahmak unvanına katkıda bulunduğunun farkındaydı ve bunlardan söz ederken daha ihtiyatlı davranmaya başlamıştı. Adlandırmadığı bir diğer hevesi, insanların parmak izleriyle ilgiliydi. Paltosunun cebinde oluklarla dolu küçük bir kutu taşıyordu. Olukların içinde ise on üç santimetre uzunluğunda ve sekiz santimetre genişliğinde cam şeritler vardı. Her şeridin alt ucuna bir parça beyaz kâğıt yapıştırılmıştı. İnsanların ellerini saçlarından geçirmelerini (böylece saçlarındaki doğal yağ parmak uçlarında birikecekti) ve ardından cam şeride sırayla bütün parmaklarını bastırmalarını istiyordu. Bu belirsiz yağ izlerinin altına, beyaz kâğıt parçasına şöyle bir not düşüyordu:

JOHN SMITH, sağ el

Sonra, günün tarihini yazıp Smith’in sol eli için bir başka cam şerit kullanır, bu şeride de ad ve tarih ekleyip “sol el” notuyla kaydederdi. Bu şeritler, oluklu kutuya konur ve Wilson’ın kayıtları arasındaki yerini alırdı.

Sık sık bu kayıtlar üzerinde çalışır, gece yarısına kadar bunları inceler ve üzerine düşünür; bulduklarını -eğer bir şey bulduysa- hiç kimseyle paylaşmazdı. Bazen parmak ucunda kalan yoğun ve ince şekli kâğıda kopyalayıp eğri çizgiler ağını kolayca inceleyebilmek için pantografla büyütürdü.

1830 yılı Temmuz ayının ilk günü, bunaltıcı bir öğle sonrası, boş arazilere bakan çalışma odasında birbirine girmiş muhasebe defterleriyle uğraşıyordu. Dışarıdan gelen bir konuşma sesiyle dikkati dağıldı. Bağrışmalar duyuluyordu. Belli ki konuşmayı sürdürenler birbirine yakın değildi.

 

“Heyyyy, Roxy, bebeğin naaapıyo?” diye sordu uzaktan gelen ses.

“İyi. Sen naaapıyon, Jasper?” Bu ses yakından gelmişti.

“Fena değil. Yuvarlanıp gidiyoz işte. Sana kur yapmaya geldim Roxy.”

“Seni gidi siyah çamur kedisi! Tabii ya! Senin kadar kara zencilerle konuşcam mı sanıyon? İşim var benim, hadi! Bizim Bayan Cooper’ın kölesi Nancy istemedi seni, di mi?” dedi Roxy, umursamaz bir başka kahkahayla.



“Sen beni kıskanıyon Roxy, kesin öyle. Tabii ya! Hemen anladım bak, görüyon mu?”

“He yaa. Yakaladın. Kibirden ölcen Jasper. Kölem olsan seni satıverirdim; çünkü haddini bilmiyon. Sahibini görünce anlatcam ona da.”

Bu boş ve amaçsız konuşma böylece sürüp gitti. İki taraf da bu dostane düellodan keyif alıyor ve nüktedanlıklarından memnuniyet duyuyordu; onlar bunu gerçekten nüktedanlık olarak görüyordu.

Wilson, birbirine sataşan bu tipleri görmek için pencereye gitti. Gevezelikleri sürerken çalışması mümkün değildi. Boş arazide genç, kömür karası ve muhteşem yapılı Jasper’ı gördü. Yakıcı güneşin altında el arabasına oturmuş, başlamadan önce bir saat dinlenerek çalışmaya hazırlanıyordu. Wilson’ın verandasının önündeyse Roxy duruyordu. El yapımı bebek arabasında bakmakla yükümlü olduğu iki çocuk, yüzleri birbirlerine dönük halde oturuyorlardı. Roxy’nin konuşma şeklini duyan bir yabancı, onu siyah sanırdı. Ama siyah değildi. Sadece on altıda bir oranında siyahtı ve bu on altıda birlik kısım belli bile olmuyordu. Harika bir vücudu ve endamı vardı; tavırları gösterişliydi, adeta bir heykel gibiydi. Mimik ve hareketleri de bir asalet taşıyordu. Çok açık tenliydi. Kırmızı yanakları sağlıklı olduğunu gösteriyordu. Karakteristik bir yüzü vardı. Gözleri kahverengi ve berraktı. Yine kahverengi, ince ve yumuşak saçları vardı; fakat başı ekose bir mendille bağlı olduğu için saçları gözükmüyordu. Yüzü şekilli, zeki ve alımlı, hatta güzeldi. Kendi sınıfından insanlar arasındayken bağımsız bir duruşu ve “küstah” bir tavrı vardı ama beyazların yanında uysal ve mütevazıydı.

Aslında Roxy, herkes kadar beyazdı; ancak on altıda birlik kısmı, diğer on beşlik kısmına baskın gelerek ona bir zencinin yaşamını uygun görmüştü. Bir köleydi ve satılabilirdi. Çocuğu otuzda bir oranında siyahtı. O da köleydi, kanunların gözünde ve geleneğe göre bir zenciydi. Yanındaki beyaz arkadaşı gibi mavi gözleri ve sarı bukleleri vardı ama beyaz çocuğun babası bile, onlarla çok az ilgilenmesine rağmen, çocukları giysilerinden ayırt edebiliyordu. Çünkü beyaz bebek, kabarık Amerikan bezinden yapılmış giysiler giymişti ve boynunda mercan bir kolye vardı. Diğer bebeğe ise kaba kumaştan ve dizlerini açıkta bırakan bir gömlek giydirilmişti. Kolyesi de yoktu.

Beyaz çocuğun adı Thomas à Becket Driscoll, diğerininki ise Valet de Chambre3 idi. Soyadı yoktu, çünkü köleler bu ayrıcalığa sahip değildi. Roxana, bu tabiri bir yerlerde duymuştu ve ad olduğunu zannedip bebeğini böyle çağırmaya başlamıştı. Tabii ki bu ad, çok geçmeden “Chambers” olarak kısaltılacaktı.

Wilson, Roxy’yi sima olarak tanıyordu. Nüktedanlık düellosu başlayınca, biraz dinlemek için dışarı çıktı. Jasper, dinlenmek için ayırdığı süre içinde izlendiğini hissedince hızlıca işine döndü. Wilson, çocukları inceleyip sordu:

“Kaç yaşındalar Roxy?”

“İkisi aynı, efendim. Beş aylık. Şubat ayının ilk gününde doğdular.”

“Pek yakışıklı yumurcaklar. Biri, öteki kadar yakışıklı üstelik.”

Tatlı bir gülümsemeyle kızın beyaz dişleri göründü ve şöyle dedi:

“Sağ olasınız, Bay Wilson. Hah, ne güzel dediniz! Bir tanesi sadece zenci değil, ‘kaliteli küçük bir zenci.’ Hep böyle diyom, çünkü benim evladım.”

“Üstlerinde giysi yokken ikisini nasıl ayırt ediyorsun, Roxy?”

Roxy, cüssesine uygun bir kahkaha attı ve şöyle dedi:

“Ben ayırıyom da Bay Wilson, her iddiasına varım Sahip Percy ayıramaz bu bebeleri.”

Wilson, bir süre sohbet etti ve koleksiyonu için cam şeritler vasıtasıyla Roxy’nin parmak izlerini, -hem sağ hem de sol elinin parmak izlerini- aldı. Bunları etiketleyip tarihi de not etti. Sonra iki çocuğun da kayıtlarını alarak bunlara da aynı işlemi uyguladı.

İki ay sonra, Eylül ayının üçünde bu parmak izlerini tekrar eline aldı. Çocukluk dönemi süresince çeşitli aralıklarla bir “dizi”, iki veya üç “alım” gerçekleştirmek istiyordu. Birkaç senede bir bu işlem tekrarlanacaktı.

Ertesi gün, yani Eylül ayının dördünde, Roxana’yı derinden etkileyen bir şey oldu. Bay Driscoll yine küçük bir miktar para kaybetmişti, yani bu olay yeni bir şey değildi, daha önce de olmuştu. Esasen, öncesinde üç kez daha yaşanmıştı. Driscoll’un sabrı tükenmişti. Köleler ve diğer hayvanlarla kendi ırkının hatalarına karşı son derece insanca yaklaşan bir adamdı. Ancak hırsızlığa katlanamazdı ve belli ki evinde bir hırsız vardı. Muhakkak zencilerden biriydi bu hırsız. Sıkı önlemler alınmalıydı. Hizmetçilerini çağırdı. Roxy dışında üç hizmetçisi daha vardı: Bir adam, bir kadın ve on iki yaşında bir oğlan çocuğu. Akraba değillerdi. Bay Driscoll şöyle dedi:

“Hepiniz uyarılmıştınız. Ama uyarılar hiçbir işe yaramadı. Bu sefer size dersinizi vereceğim. Hırsızı satacağım. Bunu kim yaptı?”

Bu tehdit karşısında hepsi tir tir titredi, çünkü iyi bir evleri vardı ve yeni evlerinin daha kötü olması muhtemeldi. Hepsi suçu inkâr etti. Kimse bir şey, en azından para çalmamıştı. Biraz şeker, kek, bal ya da “Sahip Percy’nin önemsemeyeceği” bir şey belki, ama kimse tek bir kuruş para çalmamıştı. İtirazlarını etkili bir şekilde dile getiriyorlardı ancak Driscoll inanmıyordu. Hepsine müsamahasız bir tavırla “Hırsızın adını söyleyin!” diye karşılık veriyordu.

Aslında Roxana dışında herkes suçluydu. Kız, diğerlerinin suçlu olduğundan şüpheleniyordu; ancak emin olamıyordu. Kendisinin de suçlu olmaya ne kadar yakın olduğunu düşününce dehşete kapılmış, bundan tam da zamanında, siyahilerin Metodist kilisesinde, iki hafta önce “dinle tanıştığı gün” yaşadığı uyanış sayesinde kurtulmuştu. O güzel tecrübenin ertesi günü, tarzındaki değişim henüz yeniyken ve arınmış durumundan ötürü biraz da kibirliyken, sahibi masasının üzerinde birkaç dolar bırakmıştı. Roxy, toz alırken parayı gördü ve içinden şeytana uymak geçti. Artan bir kızgınlıkla paraya baktı ve birden bağırdı:

“Tanrı cezasını versin böyle uyanışın be! Yarına kadar beklese ölür müydü?”

Ardından, bir kitapla onu baştan çıkarmaya çalışan paranın üstünü kapadı ve parayı mutfak çalışanlarından bir başkası aldı. Bu fedakârlığı dini nedenlerle yapmıştı. Sadece şu an böyle davranması gerektiğini düşünüyordu, ama ilerde bu şekilde davranmayacaktı. Hayır, dindarlığı bir iki hafta sonra geçecek ve yine akılcı davranacaktı. Bir dahaki sefere açıkta bırakılmış iki dolarla teselli bulacaktı ve bu teselliyi kimin sağlayacağını biliyordu.

Kötü biri miydi? Kendi ırkından olanlara göre daha mı kötüydü? Hayır. Hayat muharebesinde adaletsiz bir muamele görüyorlardı ve düşmandan faydalanmayı günah saymıyorlardı. Bu, yalnızca küçük ölçekte bir faydalanmaydı. İmkân bulduklarında kilerden yiyecek, yüksük, biraz balmumu, zımpara, iğne, gümüş kaşık, bir dolar, küçük giysiler ya da çok değerli olmayan herhangi bir şey aşırırlardı. Bu tür misillemeleri günah saymaktan o kadar uzaklardı ki ceplerine doldurdukları ganimetlerle kiliseye gidip en yüksek ses ve en büyük samimiyetle dua ederlerdi. Bir çiftlikte etlerin fümelendiği yerin sımsıkı kilitlenmesi gerekirdi; yoksa siyahi diyakozun4 kendisi bile Yaratıcı’nın lütfuyla orada tek başına asılı duran ve kendisini sevecek birini arayan pastırmaya dayanamazdı. Fakat gözü önünde yüzlercesi asılı dururken diyakoz iki tanesini almazdı, yani aynı gecede almazdı. Kırağılı soğuk gecelerde sinsice dolaşan merhametli zenci, tahtanın bir ucunu ısıtıp ağaca tünemiş tavukların ayaklarının altına koyardı. Uykulu bir tavuk, rahat tahtaya basar, minnettarlığını hafif bir gıdaklamayla belirtirdi. Zenciyse tavuğu torbasına tıkar, sonra da midesine indirirdi. Bunu yaparken, her gün kendisinden paha biçilmez bir hazineyi -özgürlüğünü- çalmakta olan adamdan böyle önemsiz bir şeyi alarak mahşer gününde Tanrı’nın hatırlatacağı bir günah işlemediğinden tamamen emin olurdu.

“Hırsızın adını söyleyin!”

Bay Driscoll, aynı sert tonla dördüncü defa söyledi bunu. Peşinden de şu korkunç sözleri ekledi:

“Size bir dakika veriyorum,” diyerek saatini çıkardı. “Eğer bu süre sonunda itiraf etmezseniz, dördünüzü de satmakla kalmayacağım, SİZİ NEHRİN AŞAĞISINA göndereceğim!”

Onları cehenneme mahkûm etmekle eşdeğerdi bu! Hiçbir Missouri zencisinin bundan şüphesi yoktu. Roxy’nin başı dönmeye başladı, yüzü de bembeyaz kesildi. Diğerleri vurulmuş gibi diz çökmüştü. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, yalvaran ellerini yukarı kaldırmışlardı ve üç cevap aynı anda geldi.

“Ben yaptım!”

“Ben yaptım!”

“Ben yaptım! Merhamet edin sahip, biz zavallı zencilere merhamet edin!”

“Çok güzel,” dedi sahipleri, saatini yerine koyarak, “Sizi burada satacağım, gerçi hak etmiyorsunuz ya, neyse. Aslında nehrin aşağısında satılmanız lazım.”

Suçlular, minnettarlığın coşkusuyla yere kapanıp Driscoll’un ayaklarını öptüler. Bu iyiliğini hiç unutmayacaklarını ve yaşadıkları müddetçe ona duacı olacaklarını söylediler. Samimiydiler, sonuç olarak kudretli elini bir tanrı gibi uzatıp cehennem kapılarını kapatmıştı onlara. Asil ve güzel bir şey yaptığını kendisi de biliyordu ve gösterdiği yüce gönüllülük nedeniyle memnundu. O gece bu olayı günlüğüne geçirdi ki yıllar sonra oğlu okuyabilsin, böylelikle de babasının nezaket ve insanlık eylemlerinden etkilensin.

1Pişmiş kil bazlı, kahverengimsi kızıl renkli, mat seramik. (e.n.)
2First Families of Virginia: Soyları, 17. yüzyılda Virginia’ya yerleşmiş olan İngiliz koloni kurucularına dayanan varlıklı aileler. (ç.n.)
3Valet de chambre (fr.): Uşak, oda hizmetçisi. (e.n.)
4Diyakoz Katolik, Anglikan ve Ortodoks kiliselerindeki 3 yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı olan diyakozluk rütbesini haiz kişidir. Diğer 2 rütbe ise sırasıyla papazlık ve piskoposluktur. (e.n.)