Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Gönülden Gönüle», page 2

Font:

“Burada savaş yok. Alplarla Abdallar neden birleşiyor?”

Akça Koca cevap verdi:

“Bizim bir kaygımız var. Sizinle hâlleşip kendimize yol çizmek isteriz. İzninle Geyikli’yi de bulalım, önünüzde yüreğimizi açalım.”

“Ha, anladım. Sofranın ayağı aksamasın diyorsunuz, Geyikli’yi de istiyorsunuz. O, Karlık’ta!”

Akça Koca, Murat’la Duğlu’ya baktı. Onlar, bulundukları yerden kendilerine iltihak etmekte tereddüt etmemişlerdi.

Biri o günkü gazasının mahsulü olan yılanları atarak, öbürü hayvancıklarına ruhsat vererek dağın şu yüksek yerine kadar gelmişlerdi.

Abdal Musa, fartı vekar ile müştehirdi. Ne emir ne şehriyar tanırdı. Feleğe boyun eğmez, hiçbir devletliye ehemmiyet vermezdi. Yalnız alplarla -harp oldukça- selamlaşır, Abdallarla da tesadüf ettikçe bir nebze konuşurdu. Gazaya gitmediği zamanlar Kırkpınar balıklarından dersi hikmet alırdı.

Böyle bir adamı; şu kapısız, bacasız, altı çemen, üstü gök olan hücrei itikâfından kaldırmak hayli müşküldü. Birlikte Geyikli’nin yanına gitmek mi yoksa Geyikli’yi ona davet ettirmek mi münasipti?

Akça Koca, bu husustaki tereddüdünü bir bakışla Abdal Murat’a anlattı, o da bir göz işaretiyle sükût tavsiye ettikten sonra tahta kılıcına dayanarak:

“Ya Musa!” dedi. “Bize ‘buyur’ etmedin. Yoksa gelişimiz hoşuna mı gitmedi?”

Abdal Musa, sitemkâr bir lisanla:

“Haşa.” dedi. “Başım üstünde yeriniz var. Lakin buyur diyecek yerimiz yok. Bastığın yeşil kilime oturmak için benden izin mi bekliyorsunuz?”

Abdal Musa bu sözü söylerken ratıp çemenleri işaret ediyor ve henüz ayakta duran beş misafiri, oturmakta teahhur gösterdiklerinden dolayı tahtie etmiş oluyordu. Misafirler, bu ihtar üzerine onun etrafına çevrelendiler ve Abdal Murat bahsi tazeledi:

“Şu yiğitler, bizimle görüşmek istiyorlar. Geyikli bulunmazsa meclis tamam olmaz. Onu bulmak için Karlık’a yücelsek nice olur?”

Abdal Musa biraz düşündü:

“Ahu.” dedi. “Alçak gönüllüdür. Üç alpla üç abdalı ayağına götürmez, kendi lütfedip gelir.”

Ve cevap beklemeden çömezlerden birine emir verdi:

“Şurada kor vardı, biraz getirin.”

Ekmek tabhı için yakılan kömürden üç kızıl parça, iki dakika sonra abdalın önüne getirildi. Koca Musa, hırkasının bir tarafından bir avuç pamuk çıkardı, bir taş parçası üstünde getirilmiş olan ateş parçalarını pamuğun içinde koyarak çömezin diline tutuşturdu:

“Bunu Karlık’a iletin, Ahu Baba’ya verin. Cevap verirse getirin, kendi gelirse ardında yürüyün.”5

Duğlu ile Murat mütebessim, Akça Koca ve arkadaşları mütehayyirdi. O kıpkızıl ateşin pamuğu yakmaması muharipleri hayret içinde bırakmıştı, Abdal Murat’ın tahta kılıçla gösteregeldiği marifetler, şu keramet yanında pek kuru kalıyordu; suyun ateşi söndürmemesi, ateşin de pamuğu yakmaması âdeten muhal olduğuna göre Abdal Musa pek parlak bir hüner göstermiş oluyordu.

Alplar, bu akıl alıcı manzarı irfan önünde küçüldüklerini hissediyorlardı. Onlar; ne dağların heybetli irtifasından ne suların öldürücü dalgalarından ne kalelerden akıtılan kızgın ateşlerden ne zehirli oklardan ne keskin kılıçlardan korkarlardı. Lakin suyun boğacağını, zehrin öldüreceğini, okun deleceğini, kılıcın parçalayacağını, ateşin de yakacağını bilirlerdi.

Ömürlerinde görmedikleri ve işitmedikleri bir hâl olmak üzere, ateşin yakmak, pamuğun da yanmak kabiliyet ve hasiyetini kaybettiğine şahit oluyorlardı. Bu harikai marifet hepsini lal etmiş, ebkem etmişti.

Fakat Abdal Musa, kayıtsızdı. Yaptığı iş alelade bir şeymiş gibi sakindi. Muharipler, onun mütevazıyane sükûnetinden bilhassa mütehayyir oluyorlardı. Başka biri bu işi yapsa gururundan ağzı kulaklarına varır, kendisini takdir ettirmek için bakışıyla herkesi zorlardı. Baba Musa, hiç de oralarda değildi, ne çalım satıyor ne göz süzüyordu.

Muharipleri düşündüren bir nokta daha vardı. Pamuk içindeki ateş, acaba neye delalet ediyordu. Revişi hâle göre Abdal Musa, Geyikli Dede’ye mektup göndermiş oluyordu. Bu garip mektubun meali neydi?

Şu müşahede, alplarla abdallar arasında bir ayrılık daha tespit ediyordu. Alplar, yekdiğerine bu şekilde haber salmaz, salamazlardı. Onlar, düpedüz konuşurlar, anlaşırlardı. Abdallar ise işte başka bir lisan kullanıyorlardı.

Üç muharip, birbirinin yüzüne hayran hayran bakarlarken Abdal Murat:

“Yiğitler!” dedi. “Şaşmayın. Buna dede dili derler, anlayana ne mutlu!”

Abdurrahman dayanamadı:

“Doğrusu ya, biz anlamadık. Acep siz anladınız mı?”

“Biraz!”

“Bize de anlatsanız!”

“Anlatayım: Ateş kuvvettir. Pamuk, yumuşaklıktır. Benim anlayışım doğruysa Ahi Musa, yerinde coşmayı, yerinde susmayı bildiğini söylüyor.”

“Ne çıktı bundan?”

“Onu Geyikli anlar.”

Duğlu, hiçbir şey ifade etmeyen bu tefsir üzerine söze karıştı:

“Attın Koca Murat, attın. Alpları da kandıracaktın. Dede dilini sen bu kadar mı anlarsın!”

Abdal Murat kızmadı:

“Haydi ben yanlış anlamış olayım. Doğrusunu sen söyle.”

Duğlu, kemali ciddiyetle:

“Onu…” dedi. “Ahi Musa bilir!”

Abdal Murat bilaihtiyar güldü:

“Vay ayrancı, vay!” dedi. “Bu akılla mı kervana katılıyorsun? Deredeki balıklar da ancak bu cevabı verir. Ferasetin şu dağdan bile yüksekmiş. Aklınla yaşa.”

Abdal Musa, kendi eseri irfanı hakkındaki münakaşayı işitemiyor gibiydi. Gözlerini yere eğmiş, yün hırkası içinde büzülmüş, düşünüyordu. Abdal Murat’ın iri sesle konuşmaya başlaması üzerine tahayyülatından ayrıldı:

“Bizim çömez.” dedi. “Keklik gibi seker. Neredeyse Karlık’a varmıştır.”

Karlık, malum olduğu üzere Uludağ’ın zirvesini teşkil eden iki sivri tepenin eteğidir. Kırkpınar mevkisi (1800), Karlık (2000) metre irtifadadır. Yaz mevsimleri Bursa’ya kar taşıyan katırlar, buraya kadar gelirler ve hamulelerini bu mürtefi noktadan tedarik ederler. Kırkpınar’dan Karlık’a kadar uzanan mesafe çıplak bir irtifadan ibarettir. Dağın eteğini seyyal bir şerit, oynak bir zincir hâlinde çevçeveleyen Agraslar, Karaoğlanlar, Deliçaylar hep Kırkpınar’dan nebean eder. Karlık’a doğru çıkıldıkça ne çimen ne su görünür. Tedricî bir fazlalıkla yalnız kar kümelerine tesadüf olunur. Yamaçlarında seksen kadar küçük mağara vardır. Vaktiyle İstanbul keşişleri tarafından hücrei riya, hücrei cer olarak kullanılan bu irili ufaklı kaya kovukları Keşiş Dağı’nın Türk elinde ihtidasından sonra kar mahzeni hâline ifrağ edilmişlerdir.

Geyikli Baba, işte bu 2000 metre irtifada bulunuyordu ve Abdal Musa’nın garip davetnamesini orada alacaktı.

Ateşle pamuğu, bir hamlei marifetle imtizaç ettiren Baba Musa, çömezinin seriüsseyr olduğunu söylemekte yanılmamıştı. Alplarla Abdallar gönderilen davetnamenin meali hakkında henüz bir fikri salim edinemeden ve aralarında uzun boylu muhavere cereyan etmeden çömez göründü. Hızlı adımlarla çıplak kayalardan sekerek iniyor ve elinde bir toprak kâse taşıyordu. Çömez, Baba Musa ile misafirlerin oturdukları yere gelince derin bir rükû hareketi yaptı ve elindeki çanağı Abdal Musa’ya uzattı. Çanak, yarısına kadar süt doluydu.

Alpların da iki Abdalın da gözleri dört açıldı. Hayran hayran Geyikli Dede’nin gönderdiği cevaba bakıyorlardı. Gelen cevap da giden mektup gibi tuhaftı. Pamuk içindeki ateşe karşı yarım çanak süt! Mektup çapraşık bir lügat; cevap karışık bir muammaydı.

Abdal Musa, zirveden gelen süte şöyle bir baktıktan sonra:

“Duğlu!” dedi. “Sen sütten iyi anlarsın. Bu ne sütü?”

Ayrancı Baba çanağı aldı, içindeki mayiye göz gezdirmekle beraber burnunu da yaklaştırarak kokladı ve cevap verdi:

“Halis geyik sütü.”

Abdal Musa, bu cevap üzerine bir nebze düşündü ve müteakiben yerinden fırladı:

“Koca Ahu!” dedi. “Bizi haptetti. Kalkın yanına gidelim, gönlünü alıp buraya getirelim.”

İki abdalla üç alp, Baba Musa’ya imtisalen kalktılar, zirve istikametinden yürümeye başladılar. Kırkpınar’daki lâyezal yeşillikle zirvede ve eteklerinde görünen kar, tabiatın rengin bir cilvei tezadı, şuh bir melabei sanatı gibiydi. Yerde, gökte durmadan işleyen o gizli el, burada da zıt işler yapmış, ötede yeşil ve dilrüba bir sahne vücuda getirirken beride beyaz ve soğuk bir köşe resmetmişti.

Altı yoldaş, manzaradaki tahavvüle lakayıt zirveye tırmanıyorlardı. Kuytu yerlerde beyaz bir bohçaya, yamaçlarda lekesiz bir perdeye benzeyen karlar, hiçbirini alakadar etmiyordu. Abdal Musa’dan maadası Geyikli’ye giden mektupla onun gönderdiği cevabın mefhumunu düşünmekle meşgul bulunuyordu.

Abdal Murat, yolun yarısında dayanamadı:

“Hoş gör ya Musa!” dedi. “Bu anlaşmayı biz anlamadık. Ne söyledin, ne söyledi?”

Marifetli ihtiyar, yegâne mameleki olan hırkasının göğsünü kavuşturdu:

“Anlaşılmayacak şey değil ama ağzımdan işitmek istiyorsunuz. O hâlde söyleyeyim. Ben pamuğa ateşi sarıp Geyikli’ye şaka yaptım, şu manayı anlattım: ‘Biz himmeti pir ile insanın ruhuna tahakküm ederiz. Ziyaretimize gelmek şanınıza noksan vermez.’ O bana geyik sütü göndermekle şu cevabı vermiş oldu: ‘Ben vahşi mahlukatı hükmüme ram eyledim, onların sütü ile gıdalanıyorum. Siz benim ziyaretime gelin!’ Zevilervaha ve bilhassa tab’an vahşi olanlara nüfuz etmek cemadata tahakkümden daha yüksek bir iş olduğu için Ahu Baba bizi ilzam etmiş oldu. O sebeple ayağına gidiyoruz.”6

Alplar, hakkalinsaf söylenirse, o muhabere ve şu muhavereden hiçbir şey anlamamışlardı. Onlarca, ateşi pamuğa sarmak bir hüner, geyik sütü sağmak ise alelade bir işti. Koluna güvenen, yerinde aslan sütü de sağabilirdi. İş, ateşi yakmaz bir hâle getirmekteydi. Binaenaleyh Abdal Musa’nın Geyikli’yi yüksek görmesi tuhaflarına gidiyordu. Ruh ve ruha nüfuz meselesi onların düşünmedikleri, düşünemedikleri şeylerdendi. Alplar, harbin silahla kazanılacağını, hastalığın ilaçla geçeceğini bilirler, kuru duaya kulak asmazlardı. Abdallara muhabbet ve hürmetleri onların bilgiçliklerinden, iyi gören ve iyi düşünebilen insanı kâmil olmalarından ileri geliyordu.

Doğrusu abdallar da birer cihangirdi. Kimi Horasan’dan, kimi İran’dan gelen bu zeki Türkler, uzun ömürlerinin her anını bir tecrübe ve bir müşahedei arifaneyle geçirdikleri için görüşlerinde isabet, reylerinde rezanet vardı. Taşıdıkları muharip ruhuyla muhite intibak ettikleri gibi zekâlarındaki yükseklik, tecrübelerindeki genişlikle de hem muhit oldukları insanların fevkinde yükseliyorlardı.

Alplar, işte bu saik altında olanlardan fikir alıyorlar ve onlara itimat besliyorlardı.

Musa Dede’nin gösterdiği hüneri beğenmekle beraber ona verilen manayı ihata edemiyorlardı. Şu kadar ki ince eleyip sık dokumaya da lüzum görmüyorlardı.

Abdal Murat’la Duğlu, bittabi alplar gibi düşünmüyorlardı. Onlar, Baba Musa’yla Geyikli arasındaki dervişane cilvenin inceliğini anlamışlar ve Geyikli’ye de hak vermişlerdi. Bütün hüneri, tahta kılıcıyla Rum kafası parçalamaya ve iri yılan öldürmeye inhisar eden Abdal Murat iki dedenin şu mücavebesine hayran ve Duğlu da aynı suretle gıptakârdı. Binaenaleyh Musa’nın verdiği izahatı dinledikten sonra her ikisi boyun kırarak mırıldanmışlardı:

“Geyikli haklı. Hepimiz elini öpsek yeri var.”

Ahu Baba, üç abdalla üç alpı, karlı bir sahada ve bir sürü geyik arasında kabul etti; elini öpenlerin omuzlarını okşayarak iltifatta bulundu ve içlerinden Abdal Musa’yı muhatap ittihaz ederek:

“Ne dersin ya Ahi!” dedi. “Nice demdir ararım, bir kar kurdu bulamadım.”

“Bir zayıf mahluk için bu zahmet neden?”

“Şu büyük suyu geçip karşı yakada mızrak parlatacak ilk yiğit için arıyorum.”

“Ne olacak?”

“Kurdu bir çanak kımıza koyacağım ve onu o yiğide sunacağım. Yeryüzünde kimse öyle bir kımız içmedi.”

“Tat mı verir?”

“Hayır; soğutur fakat Kevser gibi soğutur!”

Alplar yekdiğerinin yüzüne bakıştı. Geyikleri yerinde at, yerinde inek gibi kullanan, taşıdığı altmış okka sıkletindeki kılıçla, kütle kütle Rum halkının rüyasını yıldırımla dolu mahşerlere çeviren bu bahadır dedenin, uzun günlerini bir kar kurdu bulmak için şu soğuk tepede geçirmesine apaçık izharı hayret ediyorlardı. Mahaza, onun, bu bilgisi yüksek ve bileği çelik adamın o kurdu bir muharibe hediye vermek için araması da hoşlarına gidiyordu. Suyu Kevser gibi soğutacağını söyleyen şu kurt, bir nevi zafer mükâfatı oluyordu.

Alplar ani bir hâhişi ruh içinde o mükâfata nefislerini namzet yapıvermişlerdi. Üçünün de yüreği, büyük denizi geçen ilk yiğit olmak için titriyordu. Dünyada kimsenin içmediği o bir çanak kımızı içmekle, içebilmekle ünlerinin bir parça daha yükseleceğini düşünerek âdeta sabırsızlanıyorlardı.

Bir alp için bu, gayet tabiiydi. Harple zaferle alakadar olan her şey, onları tahrik ve tahriş ederdi. Şimdi de Geyikli Dede’nin kar kurdu ile soğutacağı kımıza imreniyorlardı. O şarabı millîyi, işitilmemiş şekilde soğutulmuş olarak ve hakkı zafer hâlinde içmek için İstanbul sahillerine geçmek mi lazımdı? Onlar, senelerden beri zaten bu emelle bikarar bulunuyorlardı. Bakacak’tan, birkaç saat evvel ayrılırken bile aynı hülyanın takatşiken tazyikini ruhlarında hissetmişlerdi. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün mutlaka bu işe teşebbüs edecekler, atlara yol vermeyen o durgun ve derin dereyi nasıl olsa geçeceklerdi.

Akça Koca ile arkadaşları bu düşünce ile bulundukları yerden Boğaz istikametine gözlerini çevirmişlerdi. Küme küme bulutlar, alaca renkli turna sürüleri gibi Bursa’nın üzerinde uçuşuyor, ufuktan uzaklaşmak isteyen güneşin göğsünden dökülen kıvrak hatlar, İstanbul’un ve Gelibolu’ya kadar Boğaz’ın üstünde oynaşıyordu. Cenuptaki Kütahya, şarktaki Söğüt Dağları, boyunlarını kaldırarak Boğaz’dan geçecek ilk Türk dilaverini güya seyre hazırlanıyordu.

Geyikli Baba, alpların bakışındaki ateşli iştahı, hasretengiz heyecanı anladı:

“İmrendiniz, değil mi?” dedi. “O hâlde ölmeye, çabuk kakırdamamaya bakın. Şu suyu aşın; karşıda at oynatın. O vakte dek ben de bir kar kurdu bulur, kımızı hazırlarım. Kevser’i yeryüzünden içmek daha tatlı olur!”

Duğlu sordu:

“Kar kurdunu çocukluktan beri duyar dururum. Lakin ne kendini gördüm ne bulanı tanıdım! Acemlerin Hüma’sı gibi bu da ismi var cismi yok bir şey olmasın?”

Geyikli, yüzünü ekşitti, o nadide kılıcını dizleri üstüne uzatarak ağır ağır cevap verdi:

“Ben boşuna mı çığlara parmak atıyorum. Kar kuyularını karıştırıyorum. Kurdun varlığına inanmasam onu bir yiğite adar mıyım?”

Duğlu, tarziyekâr bir sesle hemen atıldı:

“Celallenme kardeş!” dedi. “Sözümde dokunacak bir şey yok. Ben kar kurdu görmedim, göreni de görmedim. Öğreneyim diye sordum. Nicedir o mübarek?”

Alplar, muhavereyi can kulağıyla dinliyorlardı. Kurt, Türk’ün çok iyi tanıdığı bir hayvandı. Millî şarkılarda, millî destanlarda, bozkurdun ismi daima zikrolunurdu. Hatta kurdun millî hikâyelere bu kadar karışmış olmasına hürmeten Türkler, yemişlere ve ağaçlara musallat olan kurtlara böcek demeyi tercih ederlerdi. Atılgan, yerine göre hassa ve pençesine mutemet cesur bir mahlukun, bir kiraz tanesinin dar ve kapalı kucağında miskince tagaddi eden yahut bir ağaç kabuğunda yuva tutan cılız, renksiz ve kıymetsiz hayvancıklarla hemnam olmasını hoş görmezlerdi.

Bu nükteyi, birçok Türk’ten daha iyi bilen Geyikli’nin, kar yığınları arasında gayri meri ve hatta meçhul bir hayat yaşayan bir böceği kurt olarak tarif etmesi, ona müstesna bir mahiyet izafe ederek günlerce ele geçirmeye uğraşması ve hele onu en şerefli bir iş görecek olan bir Türk muharibine adaması meraklarını tahrik ettiğinden verilecek izahatı sabırsızlıkla bekliyorlardı.

Geyikli Dede, üç alpın ve üç abdalın bariz bir merak içinde kar kurdu için malumat beklediklerini görünce tatlı tatlı anlatmaya koyuldu:

“Aradığım kurt, Kudretullah’tan garip bir numunedir. Ulu Tanrı, o küçük mahluka ne süs ne kuvvet vermiştir. Bilseniz şaşarsınız. Bu kurdun esrarını ne Ebu Ali Sina ne Eflatun anladı. Gelip geçen hükema, ulema ve bütün dehriler (filozoflar) kar kurdunun bir âlem, akıllara hayret veren bir âlem olduğunu söylerler!”

Akça Koca esnedi. Diğer alplar da ellerini ağızlarına götürdüler. Abdal Murat:

“Görüyorsun ya Geyikli.” dedi. “Kar kurdu masalı uyku getiriyor. Ulemayı, hükemayı bırak da şu böcek nicedir, onu anlat.”

Geyikli, iri gözlerini hiddetle açtı ve derakap tehevvürünü yenerek mırıldandı:

“Men lem yezük, lem ya’rif!”

Duğlu, iki elini havaya kaldırarak bağırdı:

“Âmin!”

Abdallar gülüştü, alplar mütehayyirane bakıştı. Kar kurdu mevzusu bahsolunurken Geyikli’nin birdenbire dua okuması, Duğlu’nun âmin demesi ve sonra gülüşmeleri hayretlerini mucip oldu. Bu ağırbaşlı bilgiçler, bu çelik yürekli ihtiyarlar, dağ başında şakalaşmaya mı girişmişlerdi?

Abdal Murat, onları hayrette bırakmamak için anlatmaya lüzum gördü:

“Ben Geyikli’ye ‘Sözü kısa kes.’ dedim. O da gençliğinde ders görmüş ya, o günleri hatırladı, hocasından aldığını bize sattı, Arapça bizi azarladı.”

Akça Koca sordu:

“Ne dedi?”

“ ‘Sağır, davuldan ne anlar.’ dedi.”

“Ya Duğlu, niçin âmin okudu?”

“Türk meclisinde Arapça yakışmaz, demek istedi.”

Geyikli, altmış okkalık kılıcını, hafif bir sopa gibi sağdan sola çevirdi:

“Bu soğuk horata yeter.” dedi. “Dinleyecekseniz söyleyeyim yahut siz söyleyin ben dinleyeyim.”

Alplar bir ağızdan yalvardılar:

“Hele sen söyle!”

“Kar kurdu, bazı bilgiçlerin dediğine göre dut tırtılı (ipek böceği) gibi kırk ayaklıdır. Sırtında kırk benek vardır, her benek ayrı bir boyadadır. Böyle bir deri ne kaplanda ne yaban kedisinde ne de başka bir hayvanda görülmüştür. O çeşit çeşit beneklerin bu küçük cüssede parlaması akıllara şaşkınlık verir, gözleri kamaştırır.

Kurdun gözleri de acayiptir. Zümrüt taşı gibi yeşildir, pırıl pırıldır. Lakin bazen görülür, bazen görülmez. Var mıdır, yok mudur, fark edilmez. Ama vücudu gayet mevzundur.”

Akça Koca sordu:

“Bu hayvancık salt su mu soğutur?”

“Hayır! Onun hassaları çoktur. Suyu Kevser gibi soğutmasına gelinceye kadar daha neleri var neleri!”

“Söyleyin de biz dahi öğrenip şad olalım.”

“Bu kurdun en büyük hassası piri, civan etmesidir. Bir adam erkekliğini tüketse, amelden kalsa; bir hatun hayzü feyzden kesilip işe yaramaz olsa bu kurdu yemekle biemrillâh tazeleşirler, çiftleşmeye, döl alıp vermeye derman bulurlar. Gençler, kar kurdunu yeseler, pazıları çelik, bilekleri demir kesilir; kolları bükülmez, sırtları yere gelmez olur. Sizin anlayacağınız bu mübarek kurt değil, iksiri azamdır. Sönmüş yürekleri ateşlendirir, kurumuş kaynakları yeni baştan canlandırır. Onun gözleri keskinleştirdiği de rivayet olunur.”7

Abdal Murat gülümseyerek:

“Öyleyse.” dedi. “Pirin yardımcı, bahtın açık olsun. İnşallah bir değil, birkaç tane kar kurdu bulursun da birisini bizim Duğlu’ya verirsin. Aşağıda acı acı dert yanıyordu, akça pakça bir nesne görürse içine baygınlık geldiğini söylüyordu. Şu kurttan bir tane yutarsa civanlaşır, sürüsüne bakacak çobancıklar üretir!”

Geyikli:

“Sen eğlenegör.” dedi. “Ben bir kurt bulursam yapacağımı bilirim. Şimdi siz anlatın bakalım. Buraya niçin geldiniz?”

Bu suale Abdal Murat cevap verdi:

“Alçak gönüllülük edip bize yoldaş olursan Kırkpınar’a ineriz. Bir iki lokma alırız, sonra alpları dinleriz. Onlar tan yeri ağaralı taban tepip yürürler, bizimle dertleşmek isterler.”

Geyikli, yine Arapça bir muvafakat cümlesi savurdu:

“Allere’si vel’ayn!”

Duğlu da ayağa kalkarken mırıldandı:

“Âmin, âmin, âmin!”

ALPLARIN DERDİ

Ay, fezada dolaşmaktan yorulmuş da şânı âsümanisile mütenasip bir tevakkuf noktası arıyormuş gibi Uludağ’ın zirvesine yaklaşmış, o mualla noktada gümüş bir top gibi parlamaya başlamıştı. Şen ruhlu abdallar ve vakur alplar Dede Musa’nın misafiri sıfatıyla Kırkpınar’a inmişler, bir dere kenarına gelişigüzel oturmuşlardı. Çömezler, yeşil çimenler üstüne demet demet kül pidesi, bir çanak tereyağı ve bir külek taze bal koyarak mehtap altındaki kır sofrasını ikmal etmiş bulunuyorlardı. Geyikli Baba’nın sürüsündeki mevzun boyunlu, dilber bakışlı geyikler de uzandıkları yerde geviş getirerek o güzel sahneye tam bir dağ çeşnisi veriyorlardı.

Muhtasar lakin iştihaâver olan yemek yenilip buz gibi sular içildikten sonra o bezmin riyaset mevkisinde bulunan Geyikli Baba müzakereyi açtı:

“Dileğiniz nedir yiğitler? Kulağımız sizde.”

Akça Koca bir-iki öksürdü:

“Üçümüzün de tasası başka. Yaşça ben bunların büyüğüyüm. Önce kendi yüreğimdekini söyleyeyim: Ben yapılan işleri beğenmiyorum!”

Geyikli, Karlık’ta kar kurdu arayan ve bu muhayyel böcek hakkında yarı mizahi malumat veren latifeci adam vaziyetinden çıkmıştı. Gayet abus, bir hâkim gibi abus idi. Diğer abdallar da yüzlerine tunçtan bir örtü almış gibi ağır ve pür vekar bulunuyorlardı.

Akça Koca’nın sert ve müşteki bir sesle ortaya attığı mevzu üzerinde dört abdalın gözleri mütecessisane açıldı. Geyikli’nin ağzından mütehayyir bir sual fırladı:

“Neyi beğenmiyorsun ve niçin beğenmiyorsun?”

“Dili dilimize, dini dinimize uymayan ne idiği belirsiz çocuklardan çeri düzülmesini beğenmiyorum. Ha tavşandan tazı çıkarmak, ha Rum’dan çeri yapmak! Sonra ortada bir sürü ayrılışlar, büyüklükler, küçüklükler, karmakarışık işler var.”

“Peki bu işleri beğenmiyorsun. Ne yapmak diliyorsun?”

“İşin biçimsizliği işte orada ya! Hem beğenmiyorum hem ağız açamıyorum.”

“Neden açamıyorsun? Akça Koca’yı dinlemeyecek Türk yurdunda kulak mı var? Sen sesini çıkar, irili ufaklı herkes kulak kesilir.”

“Belki öyledir. Fakat benim görüşüm yanlışsa, bu çeri işi hayırlıysa o vakit ters söz söylemiş olmaz mıyım?”

“Demek ki Çandarlı’nın yaptıklarını hoş görmüyorsun.”

“Kendim için değil, bizden sonra gelecekler için hoş görmüyorum. Can çıkmadıkça huy değişmez derler. Ya kan değişir mi? Koca Çandarlı hiç oralarda değil. Her gün bir ‘yasa’ düzüyor. Başı büyüktür, bilgiçtir filan ama şu çeri işinde adımı ters attı sanıyorum. Aslan yuvasına böcek dolduruyorlar, yarın bizim çocuklarımız bunlarla nasıl bağdaşır?

Bu iş bana ağır geliyor. Sizin görüşünüz keskindir. Beni kandırın. İçimden şu üzüntü gitsin. Yarın öbür gün savaşa gideceğiz. Tanrı biliyor ya, şu çeri işini düşündükçe elim ayağım eksiliyor, isteğim azalıyor. Eğer benim görüşüm doğruysa söyleyin. Çandarlı’yla da Alettin’le de göğsümü gere gere karşılaşayım. Yaptıkları işi yine kendilerine bozdurayım. Ben yanlış görüyorsam yine söyleyin içim ferahlasın, güle güle savaşa gideyim.”

“Bu kadar mı?”

“Evet.”

Geyikli, Konur Alp’a döndü:

“Yiğit yoldaş, senin dileğin ne?”

“Benim sıkıntım da aşağı yukarı Akça Koca’nınkine benziyor. Ben de Rum kızlarının Türk erlerine, hem de alp oğlu alplara nikâhla avrat oluşuna içleniyorum. Kendi kavmine, kendi kabilesine yâr olmayan bu eksik eteklerden Türk’e ne hayır olacak sanki? Çok düşündüm, bu sırra aklım ermedi. Bir patavatsızlık etmemek için sesimi kısıyorum. Lakin yüreğim yanıp duruyor. Bir Türk’ün Rum kızı aldığını işitince içime ateş düşüyor. Bence yılanı gebe etmek, Rum kızlarından döl almaktan daha iyi. Hiç olmazsa onun rengi belli, zehiri belli. Bunların her şeyi karışık! Sizden akıl alırsam belki içim rahatlaşır. Ya bu işte hayır var der susarım yahut Rum kızı alınmasını yasak ettirmek için uğraşırım.”

“Bu kadar mı?”

“Evet.”

Geyikli şimdi Abdurrahman’a soruyordu:

“Ya sen babayiğit, neden huylanıyorsun?”

“Benim huylandığım filan bir şey yok. Ben artık evlenmek istiyorum. Bana kimi yakıştırırsanız zahmet edip dünür olun diyeceğim.”

“Âlâ. Şimdi biz anlaşalım. Ne dersin bakalım Ahi Musa?”

Abdal Musa, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, tab’an filozoftu. Hikmeti eşyayı tamik etmekten zevk alırdı. Bütün ömrünü müteselsil “niçin”ler içinde geçirmişti. Alpların zahiren safdilâne, hakikatte milliyet perverâne olan kaygılarını can kulağıyla dinlemiş, derin derin düşünceye dalmıştı.

Geyikli’nin suali üzerine ağzını açmadı. Parmağıyla Duğlu’yu gösterdi.

Ahu Dede, onun iptida küçükten başlanarak fikir toplamasına taraftar olduğu zehabıyla sualini Duğlu’ya tevcih etti. Hâlbuki, o düşünmek istiyordu, silsileimeratip kaydında değildi.

Duğlu, kendine ciro edilen suali kabul ederek:

“Akça Koca da Konur da.” dedi. “Yanılıyor, yapılan işler doğrudur.”

“Neden doğru?”

“Atıldığımız yol, hem geniş hem uzun. Bu yolda gelişigüzel yayılırsak izimizi kaybederiz, sesimizi birbirimize duyuramayız. Yeniçeri düzmek o sebeple lazımdır. Bu çeriler bizim izimizi doldururlar. Onların asıllarını düşünmek boş şey. Benim hayvancıklarım, Geyikli’nin ahuları söz anlar olduktan, asıllarını unutup bize ısındıktan sonra devşirmeleri adam etmek güç mü?

Konur Alp tasası büsbütün hava! Mahsulü yetiştiren tohumdur. Tarla, çorak olmasın da ne olursa olsun. Mesele tohumun temiz olmasıdır.”

“Abdurrahman’ı evermek için kimi münasip görürsün?”

“Kendi gibi ünlü bir yiğidin kızını.”

Geyikli, Abdal Murat’a eğildi:

“Sen ne dersin kardeş?”

“Ben şu iki yiğide hak veririm. Aslan izinde tavşan yürüyemez, kaplan koynunda kurbağa yakışık almaz. Cinsi cinsine, dengi dengine. Bu sözüm Abdurrahman’a da cevap!”

“Sıra sende ya Musa!”

Abdal Musa, zeki gözlerini açtı, alplarla abdalları ayrı ayrı süzdü:

“Bilmem dedi, hiç rast geldiniz mi? Bazı adamlar kırmızıyı tanımaz, siyahı görmez, yeşili seçmez.8 Bizim alplar o adamlara benziyorlar. Yalnız beyazı görüyorlar, başka boya tanımak istemiyorlar. Kendileri kâhil olduğu için biraz da haklıdırlar. Ağaç ihtiyarlayınca aşı tutmaz olur. İnsanlar da kâhil olduktan sonra yenilikleri kolay kolay kabul edemezler.9 Hâlbuki şu çeri işi ve yapılan öbür işler, Zeyd’in, Amr’in, Ali’nin, Veli’nin ela gözünün hatırı için değil, milletin hayrı için yapılıyor. İşte burasını unutmamalı. Sonra da şunu bilmeli ki renk bir değildir. Çeşit çeşittir. Her rengin yakışık aldığı yer vardır. Ayağa yeşil, başa sarı yakışmaz, insanların yaşayışı da tıpkı renkler gibidir. Yerinde değişmelidir.

Biz Türkler yeryüzünde büyük bir değişiklik yapıyoruz. Temeli sarsılmış, sıvası dökülmüş, çatısı eğilmiş bir evi çökmekten kurtarmaya savaşıyoruz. Bu çürük çatı ‘rub’u meskûn’dur, şu geniş toprağın üstüdür. Eğer başladığımız büyük işi kendi başımıza başarmak istersek çabuk yoruluruz, çabuk tükeniriz. Çünkü iş büyük, ırgat az. Hâlbuki yıkılmaktan kurtarmak istediğimiz büyük yapı salt bizim değil. İçinde yüz türlü millet var.

Konur Alp’a da nice din ulularının, nice ulu hakanların kendi asıllarından olmayan kadın aldıklarını, onlardan çocuk yetiştirdiklerini söyleyeceğim. Daha dün, Gazan Han’a büyük Rum tekfurunun kızı nişanlanmadı mı, o kız da Hakan’a güvenip bize çalım satmadı mı? Daha evvel Abak da Hülâgu Han da tekfurun kızına nişanlanmamışlar mıydı?10

Abdurrahman’ın kaygısı öbürlerinden büyük iken kimse aldırmadı. O dava sudan geçildi. Hâlbuki evlenme işi yaman iştir, baştan savma cevapla o işe karar verilmez. Bana kalırsa çok düşünmek lazım. Zira gönüle uyup, hevâ ve hevese kapılıp bir dişiyi eve kapamak başka, düşüne taşına evlenmek yine başkadır. Orhan gibi, Kara Ali gibi Rum kızı almak var, çadır ardında sadak (ok torbası) hazırlayacak, at sırtında yay taşıyacak hatun almak var!

Gelişigüzel kız almak, onu beğenmeyince bir daha ve bir daha almak, sonra topunun ayağındaki bağı çözüp yerine yenilerini getirmek bize kolay görünür. Hâlbuki bu, hüner değildir, erlik de değildir. Alınan kadın, döşekte kendisine yer verilen kadın teneşire yatıncaya dek bırakmamak gerek. Kısır olana sözüm yok. O gibisi salt kaşık düşmanıdır. Öyleyken o da kovulmaz, sürülmez. Köşeye oturtulup duası alınır. Şimdi soruyorum: Abdurrahman’a ne çeşit kadın yakışık alır?”

Abdallar bu suale cevap vermediler. Evvelce fikirlerini söyledikleri cihetle bu bahis üzerinde tekrar ağız açmayı istemiyor gibiydiler. İki alpsa bu meselede bitaraf bulunuyorlardı. Kendileri yaşlarını, başlarını almışlar, unlarını eleyip eleklerini çengele asmışlardı. Artık harpten başka bir şey düşünmüyorlardı. Abdurrahman’ın kendilerini dinlemeyip bulacakları kızı almaya razı olmayıp abdallara müracaat etmesine de biraz kızıyorlardı. Onun gibi bir yiğidin yine kendisi gibi yiğit kızı almasını -Duğlu’nun da söylediği veçhile- gayet tabii buluyorlardı.

Geyikli, alpların da abdalların da sükût ettiklerini görünce yine kendisi söze başladı:

“Eski bir kıssayı hatırladım. Horasan’da bu kıssayı çok söylerler. Baba, oğlunu evermek isteyince yiğit oğlan sormuş:

‘Baba çün meni everim dersin. Mene layık kız nece olar?’

Baba cevap vermiş:

‘Sen yerinde durmadan durmuş ola; sen karakoç ata binmeden evvel o binmiş ola; sen kâfir eline varmadan o varmış, sana baş getirmiş ola!11 Bizim yiğit yoldaş için işte böyle bir hatun bulmalı, hemen kutlulayıp baş göz etmeli.’ ”

Abdurrahman, geniş bir tebessümle:

“Öyleyse.” dedi. “Yaya kaldım. Böylesi kadın bizim elimize değil düşümüze bile girmez.”

Geyikli, vakarını muhafaza ederek ağır ağır cevap verdi:

“Ben böyle diledim fakat hüküm bahtındır. Biz ne dersek diyelim, ezelde nasibin neyse önüne o çıkar.”

Duğlu, kemali heybetle bağırdı:

“Kengeş (müşavere) bitti. Artık yârenlik başlayacak.”

Alplar da abdallar da gülüştüler ve başka şeylerden bahse başladılar. O günün en mühim mevzusu, yurdu genişletmek ve her gün biraz daha genişleyen yeni yurda yerleşmek meselesiydi. Oğuz Türkleri’nin yeni yurda verdikleri ehemmiyet pek büyük olmakla beraber, her yeni alınan yer, şarkta, göz görmez el ermez uzaklıklarda kalan asıl yurdun hicranını tazeleyen bir vesile oluyordu.

Babalarından, dedelerinden eski yurdun melali ziyamı tevarüs eden alplar ve abdallar, aziz bir hayal hâlinde şarkı düşünmekten hâli kalamazlardı.12 Bu hayal ve bu tahayyül, kendi aralarında millî efsanelerin, millî vakaların sık sık yâd olunmasını intaç ederdi.

Ay, zirveden ayrılarak Kırkpınar kaynaklarında yıkanmak ister gibi o sahaya temayül etmişti. Kendisi suya girmekten ürküyor gibi yüksekte duruyor ve ancak aksini derelere, membalara atarak çeşit çeşit cilvei raks, cilvei ziya yaratıyordu. Yedi Türk; süslü, canfeza bir serinlik içinde ve bu dilrüba işvei mahitap altında yâdı mazi ile gönül eğlendiriyordu.

Söz ebesi Abdal Musa’ydı ve eski Türk’ün yüksek vatanperverliğini anlatarak Hunların ilk emiri meşhur Mete’yi misal getiriyordu:

“Mete yurt için, yurdun çiğnenmemesi için neler çekti ne ağular yuttu. Düşmanlar onun yurduna saldırmak için bahane arayıp duruyorlardı. İptida Mete’nin göz bebeği kadar sevdiği atını istediler. Bu at saatte bin fersah -dört bin kilometreden fazla- yol alırdı.

Mete, tek Türk’e zarar gelmesin diye atını feda etti. Düşmanlar işi azıtarak Mete’ye ‘Karını gönder.’ dediler. Bütün beyler, bu edepsizliğe kızdılar, kurultayda tolgalarını atarak bağırdılar.

‘Harp, harp!’

Mete gözünün yaşını yüreğinin ateşinde kuruttu, yüzünün sarartısını tolgasının gölgesinde sakladı, beylere cevap verdi:

‘Ben yurdumu aşkım için çiğnetemem. Varsın karım da yurduma feda olsun.’

Yurt için yurttan atılan kadın düşman sınırının kenarında kendine kıydı, orada yine kendi yurdunun bir köşesine gömüldü, düşman bu sefer Türk toprağından bir parça istedi. Kurultay, harp olmasın diye razı oldu.

5.Müverrih Hammer de bu hadiseyi Abdal Murat gibi tefsir ediyor ve aynen şu satırları yazıyor: “Abdal Musa pamukla ateş toplatmıştır. Bu hâl onun kuvvet ve hilimden ibaret iki hassai hakîmesine bir telmihi serairengizidir.” (Türkçe tercümesi, C. I., s. 161)
  Hammer’in tevilinde ve tefsirinde isabet olmadığı biraz sonra anlaşılacaktır.
6.Zübdetülvekayi – [Fatih] Millet Kütüphanesi- yazma nüsha bu hadiseyi aynen şöyle anlatıyor: “Bir cemre dâhiline ateşle pamuk koyup Geyikli Baba’ya göndermişler. O dahi bir kâseye bir miktar lebeni ham vazile cevap düzmüşler. Cemadı teshirden ahuyu ram eylemek müşkül ¡düğüne telmihtir.”
  Aynı tafsilatı Evliya Çelebi Seyahatnamesi (C. 2. s. 46) Güldestei Riyazi İrfan (s. 220) Şekaik tercümesi (s. 31) Tacüttevarih’de (C. 2, s. 401) de görüyoruz. Hammer, yalnız Neşri ile Âli’yi mehaz gösterir.
7.Evliya Çelebi merhum, bütün efsaneler gibi bu masala da inanmış görünmektedir. Seyahatname’sinde (C. 2. s. 46) böceğin evsafını bizim naklimiz gibi yazmaktadır.
8.Abdalın bu sözü, “Amayı elvan, Achromatopsie” namıyla felsefeye giren ve bilhassa “idrak-perceptioıı” bahsiyle alakadar olan haleti mahsusaya kuvvetle temas eder.
9.Koca Musa, bu izahıyla da bugünkü felsefenin “adaptasyon-intibak” ve “adultekâhil” bahsine temas etmektedir.
10.Bizans İmparatoru Andronikos Paleolog, anasının piçi ve kendisinin gayrimeşru hemşiresi olan Mari’yi, Gazan Han’a teklif etmişti. Gazan Han’ın vefatında bu kız Hüdabende’ye arzolunmuştur.
  Elli sene evvel de Hülâgû ve Abaka Hanlara kezalik bir Rum prensesi takdim kılınmıştı. Rumlar, Türk savletini tevkif için ancak ve ancak bu yolu, kadın kuvvetine dayanmak yolunu bulmuşlardı. Hilkî sülliyetlerinden başka türlü ilham alamıyorlardı.
11.Kitab-ı Dede Korkut, s. 96.
12.“Türk nereye gitse asıl yurdu unutmazdı.” Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp, s. 138.

The free excerpt has ended.