Gönülden Gönüle

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Gönülden Gönüle
Font:Smaller АаLarger Aa

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır’da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı.

Babasının vefatı üzerine Sivas’ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul’a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerine Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa’nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.

Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.

Ahmet Refik Altınay’ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.

Oğlunun adı olan M. Turhan Tan’ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.

Cehennemden Selam adlı eseri ile birlikte tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini vermeye başladı. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.

Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Başlıca eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi

ALPLAR VE ABDALLAR

Tam altı yüz sene evvel (728/1328) bir yaz sabahı, Bursa’dan Uludağ’a giden yol üzerinde üç kişinin sessizce yürümekte olduğu görülüyordu. Başlarında beyaz keçeden mamul ve kayık şeklinde kabartmalı sarıkla mestur külah, üstlerinde geniş ve uzun yenli kaftan bulunan bu üç arkadaş, boyunlarında birer kılıç ve ellerinde birer topuz taşıyorlardı. Yürüyüşlerinde bariz, çok bariz bir hususiyet vardı.

Bu hususiyet, adımların genişliğinden mi yoksa geometrik düzen ve ahenk içinde olunmasından mı doğuyordu? Burası tayin edilmemekle beraber onların önlerindeki mesafeyi sihrengiz bir surette kısalttıkları hissediliyordu. Herhangi bir piyade, onlara hempa olabilmek için ne yapıp yapıp koşmalıydı. Hâlbuki onlar koşmuyorlar, yürüyorlardı!

Bu yolcular taşıdıkları başlığın delaletiyle anlaşılıyordu ki Türk’tü. İki seneden beri o diyarı ellerine geçirmiş olan Türkler, göçebe Türkmenlerden temyiz olunabilmek için kırmızı keçe külahı bırakmışlar, beyaz külah giymeye başlamışlardı.

Bursa’dan çıkarılmış ve civar mahallelerde henüz ikamet eden Rumlar, sıra işleme (!) külah taşıyorlar, Türk’ün adil idaresinde para kazanmakla iştigal eden Yahudiler ise -Bizans imparatorlarına has olan- mavi renkte başlık ve pabuç kullanıyorlardı. Bununla birlikte şu yolcuların milliyeti, yüzlerinden, bakışlarından, silahlarının -kol gibi, bacak gibi tabii bir uzuv uygunluğuyla- bedenlerine yakışmasından ve adım atışlarından da belliydi. O tunç çehre, o keskin nazar, o sağlam adım ancak bir Türk’e yakışırdı.

Acaba bu sabah yolcuları, mesafeleri adım adım önlerinden kaçıran bu aslan yapılı ve aslan yürüyüşlü Türkler kimdi? İçindeki kapkara evlerle bir şehre benzemekten ziyade, kalesi haricindeki çadırlarla bir ordugâha benzeyen Bursa’dan böyle sabah erkenden çıkıp nereye gidiyorlardı?

Rumlardan bir harabe hâlinde alınan Bursa, henüz alındığı gibi duruyordu. Bugünkü yeşil ve güzel Bursa, o gün bir yığın enkazdan ibaretti.

Şimdi seve seve temaşa ettiğimiz yüzlerce evabid, henüz Türk’ün filizlenen hayalinde, filizlenen azminde bulunuyordu.

Çekirge’yle Bursa arasındaki şirin ve canfeza kaplıcalar; o boyu güzeller, gönlü ferahlar, hepsi -sıcak yaşlar döken birer çeşmi yetim gibi- sessizce kaynayıp gidiyordu.

Uludağ’a doğru uzanan yolun etrafında ve dağın etekleriyle üst taraflarında bugün görülen rengin buk’alar; insanlığın hayal gücünü geçmiş asırların kucağına sürükleyen abideler de yoktu. “Türk’e şehir içi zindan gelir.” misali Bursa’nın o günkü hâli düşünülürse yerinde darbolmuş gibiydi.

Acaba şu yolcular da şehrin kasvetli sükûnundan ve çadırların dar ufuklarından sıkılarak Uludağ’ın engin ve güzel yollarında bir gezinti mi yapmak istiyorlardı?

Yürüyüş ve hele o aralıksız sükût, üç arkadaşın gezinti için yola çıkmadıklarını açık açık gösteriyordu. Eğlenmeye gidenler, eğlenerek giderler! Bunlar, derin bir düşünce içinde yol alıyorlar, etrafa değil birbirlerinin yüzlerine bile bakmıyorlardı.

Bu sükûnetli ve heybetli, vakur yürüyüş, uzunca bir müddet devam etti; küme küme meşe, kestane, çam ve ceviz ağaçları sessizce geçildi. Ancak Pınarbaşı mevkisindedir ki üç yolcudan biri ansızın durdu:

“Konur.” dedi. “Abdalları nerede buluruz?”

Çatık kaşlı, sık ve parlak sakallı, son derece sağlam yapılı olan Konur, sert bir sesle şu mukabelede bulundu:

“Bre Koca! Sana yüz yol dedim, benim adımı babam Konur Alp koydu. Bana salt Konur denmez.”

Kıvrık burunlu, dolgun bıyıklı ve Konur gibi güçlü adaleli Akça Koca’nın gözlerinde belli belirsiz bir tebessüm parladı:

“Baban…” dedi. “Çayı görmeden paçayı sıvamış. Kanadın var mı yok mu anlamadan seni alplığa uçurmuş! Alplık, baba ağzından alınmaz, kılıçla alınır!”

“Ya benim kılıcım kör müdür, kesmez mi, eğri Horasan! Yalnız adına ilişiyorum.”

“Aygut Alp, Saltuk Alp, Hasan Alp, Turgut Alp, benden yaman kişiler miydi?”

“Onlar dünyadan el çektiler, gözlerini yumup göçtüler. Ölülere söz, horata olmaz.”

“Ya diri olsalar da seninle şurada yüz yüze gelseler, böyle ilgilenir miydin?”

“Doğru söyleyeyim mi? Onların alplığına Çalap bile hak verir. Sen de bir Saltuk ol, en önce ben elini öpeyim.”

Konur Alp, âdeta müteessir ve öfkeli, haykırdı:

“Benim ne eksiğim var? Gözümü budaktan mı sakındım, kâfir önünden yüz mü çevirdim? Sesimi işiten düşmanda can, yumruğu yiyen kişide derman mı kalır? Bana da alp denmezse kime denir?”

Akça Koca, sesindeki çelik ahengi bozmadan ağır ağır cevap verdi:

“Okla kaplan vurup kuyruğunu bileğine mi taktın, bir atımda yine okla gökten kuş düşürdün de başına sorguç mu geçirdin, kaleler yıkıp atının boynuna altın püskül mü astın? Bileğin boş, başın boş, atın çıplak!”

Konur Alp, bir hakikat ifade eden bu sözlerden son derece müteessir oldu, gözlerinde bulutlar uçuştu, alnı kırıştı, gayriihtiyari dört tarafına bakındı, sanki kahramanlığın şu geleneksel gerekliliklerini oracıkta elde etmek, ana karnında namzetlendiği alplığın zahirî noksanlarını da tamamlamak için vurulacak kaplan, düşürülecek kuş, yıkılacak kale arıyordu.

Akça Koca, silah arkadaşını lüzumu kadar kızdırdığını anladı ve gözlerinde gizlenen tebessümü bu sefer dudaklarına intikal ettirerek:

“Konur.” dedi. “Seni bağırtmak istiyorum da böyle takılıyorum. Yoksa en büyük Alplar bile senden üstün yaratılmadı. Bir alpın yüreği muhkem, kolu demir, atı yörük, yayı sağlam, kılıcı keskin, yurt sevgisi derin olur derler, atalarımızdan böyle işittik. Senin yüreğinden sağlam yüreği Allah nerede yarattı, şu pazıların eşini âdemoğlu nerede gördü? Atının çıkardığı toz bazen bulut olur da güneşi karartır. Kılıcından kan damlamadığını gören yok, yurdunu dinin kadar seversin, sana alp denmez de kime denir?”

Konur Alp’ın yüzü eski rengini aldı:

“Hele.” dedi. “Yüreğim yerine geldi. Lakin yalvarırım sana, bir daha böyle yârenlik etme, içim üzülüyor.”

Akça Koca yine takıldı:

“Sen de Alp’ım diye tepemizde çadır kurmaya kalkışma. Adın Alp olsun ama yine sen alçak gönüllü ol. Düşün ki el elden üstündür, ta arşa varınca!”

“Sen yanlış anlıyorsun Koca! Benim deyişim şu ki babamın koyduğu ada kir getirmiş olmayayım. Yoksa ben haddimi bilirim. Eski Alpların ellerinin eriştiği yere bizim oklarımız erişmiyor.”

O vakte kadar iki arkadaşın konuşmasını sessiz sessiz dinleyen üçüncü yolcu, bıyıklarını parmaklarıyla birkaç kere taradıktan sonra söze karıştı:

“Yaşa be Koca!” dedi. “Bizim Konur Amca’yı Alparslan yapıp çıkardın. Babaların kulağa üfürmesiyle insan alp oluyorsa yarın al, benden de sıra sıra Alpları!”

Konur bu müdahaleyi husumetle karşıladı:

“Hele sen sus! Sekiz-on alpın atını tımar etmeden söze karışma. Kundaktaki miyavlamaların hâlâ kulağımda!”

Akça Koca, kendi açtığı bahsin böyle bir mecraya dökülmesini hoş görmeyerek Konur Alp’ın sözünü kesti:

“Bre Abdurrahman.” dedi. “Konur Alp senin babanla silah arkadaşlığı yaptı, otuz yıl birlikte savaşa girdi. Senin ona takılman töreye uymaz. Küçük, küçüklüğünü; büyük, büyüklüğünü bilmeli. Ben ona takılıyorsam beşiğinin başında kımız içtiğim içindir.”

Abdurrahman mırıldandı:

“Haydi, iki koca el ele verin de beni çocuk yapıp çıkarın. Ata binen, kılıç kuşanan erkek, kimsenin küçüğü değildir. Öyle olmasa on beş senedir yanınızda işim ne?”

“Sana er değilsin demedik, çocuksun dedik!”

“İstersem benim de şimdi çocuğum olur, bana nasıl çocuk dersiniz?”

İki yaşlı Türk gülümsediler. Akça Koca:

“Hele!” dedi. “Tarlayı bul, başağını sonra devşir. Fakat şunu şimdiden bil ki alp yetiştiren tarlalar, Türkistan’da kaldı. Burada bol bol çavdar yetişiyor.”

Abdurrahman, pervasız cevap verdi:

“O, tohuma göredir. Ne ekersen onu biçersin.”

 

Yine Akça Koca mukabele etti:

“Demin adını andın, demek ki beğeniyorsun; bir tarla sahibi olursan, kolunu sıva, Yaradan’a sığın, bir Alparslan yetiştir. Ömrümüz olursa biz de görüp önünde eğilelim.”

Konur Alp:

“Canım.” dedi. “Alparslan’ın adını duymuş; onun neler yaptığını ne bilir ki?”

Abdurrahman saffetle itiraf etti:

“Doğru söyledin. O adamın adını duydum ama işini işitmedim. Rumlara iyi satır atmış diyorlar, daha ötesini bilmiyorum.”

Akça Koca, yanı başında yavaş yavaş bir irtifa ile yükselen dağa doğru gözlerini kaldırdı, mahzun bir sesle:

“Türk’ün…” dedi. “Binbir destanı var. Biri de Alparslan üstüne düzülmüş. Ne yazık ki onu Rum keferesi bizden daha iyi biliyor.”

Konur Alp hemen atıldı:

“Bilmezlerse ayıp, o destan Rumların derisine yazıldı.”

Akça Koca, yirminci asrın Dempseylerine parmak ısırtacak kadar güçlü olan yumruğunu Abdurrahman’ın omuzuna vurdu:

“Bre çocuk!” dedi. “Sözü neden buraya çevirdin de bana babamı, dedemi hatırlattın? Gözümün önünde şimdi onların güleç yüzleri uçuyor! Hey, dünya hey! Horasan’da doğ, Ahlat’ta öl! Dedem bunu rüyada görse inanmazdı. Babam da bizim aşiret çadır bozduktan, yurdunu yad ellere bırakıp yola çıktıktan sonra gözünü dünyaya açmış, beşiği at sırtı olmuş! Elifi elifine tam yüz yıl oluyor. Yüz yıl! Dile kolay ama bir de onu yaşayanlara sor. Her gün savaş, her gün boğuşma… Bu yüz yıl içinde babalarımızın şu dağlarda, şu ovalarda attıkları okları bir yere toplasan, içine gün girmez koca bir orman olur. Her neyse; babam da yeni yurtta durmadan didişti. Vurdu, vuruldu. En sonunda can verip gitti. Bakalım ben nerede uyuyacağım!”

Abdurrahman:

“Emmi.” dedi. “Sözü asıl sen sapıttın. Alparslan’ı anlatacaktın, deden için ağlamaya koyuldun.”

“Anlatayım oğul, anlatayım. Oğuz Destanı’nı nasıl bellemişsen bunu da öyle öğren, yüreğinde sakla!”

Şimdi Koca’nın sesi değişmiş, muhip bir tını hasıl etmişti, ağır ağır anlatıyordu:

“Her Türk bir alptır; Alparslan, alpların alpıdır. Bu adamın yaptığı işleri yeryüzünde kimse işlemedi. Atları gün doğan yerde çayırlarsa sürüleri gün batıda otlardı. Bir elini sağa, bir elini sola uzatmış, yeryüzünü sanki kucaklamıştı. Arap, onun önünde diz çökerdi. Acem, onun buyruğuyla yatar, kalkardı. Ulu Hakan’ın önüne en sonunda kim çıksa beğenirsin! Rumlar! Tavşanların aslana el kaldırdığı görülmemiş ama Rum sürüleri bu işe yeltendi. Büyük tekfur, on kere yüz bin çeri düzüp Hakan’la savaşa hazırlandı. O tekfurun adı Romanos’tur. Lafı uzatmayalım. Alparslan bu hazırlığı işitince güldü: ‘Sürgün avı çok yaptık, bir de sinek avlayalım!’ dedi. Tekfuru karşıladı. Ulu Hakan’ın bayrakları görünür görünmez tekfurun aklı başına geldi ama iş işten geçmişti. Kaçmakla değil uçmakla bile kurtulmaya imkân yoktu. Alparslan o derme çatma kâfir alayını görünce hemen yere sıçradı, atın kuyruğunu kendi eliyle kesti, zırhını çıkarıp beyazlar giyindi. Yayını, okunu atıp sade kılıç kuşandı, eline gürzünü aldı, tekfurun üzerine saldırdı. Yarım saat mi geçti, bir saat mi geçti, orası bilinmez ancak iki tarafın boğaz boğaza gelmesinden biraz sonra Rum askeri içinde tekfurdan maada sağ kişi kalmadı. O da Türk çerisinin çevrelediği ulu meydanda Ulu Hakan’ın ayağını öpüyordu!”1

Abdurrahman bilaihtiyar Akça Koca’nın sözünü keserek heyecanla sordu:

“Sonra?”

“Alparslan, Romanos’un ayağını yalamasına bir zaman ses çıkarmadı ve sonra ayağını hızla çekip tekfurun başına koydu, kendi yoldaşlarına bağırdı:

‘Bakın! Şu başa ve ona basan ayağa iyi bakın. Bundan geri, Türk’ün kuvvetli ayağı bu korkak kavmin başından kalkmayacaktır!’ İşte o gün bugün, Rum keferesi Türk’ün sillesini yer durur.”

Konur:

“Hey kurnaz Koca!” dedi. “Yine taşı gediğine koydun. Alparslan’ı anlatırken bana pay çıkardın. Öyleyse kulağını aç, sözümü belle: ‘Bir tekfurun başına da ben ayağımı koymazsam yuh bana!’ ”

Koca, ciddiyetini bozmadan cevap verdi:

“Dedim ya, her Türk bir alptır. Tekfurun dediklerini de boy boy, sürü sürü sözünü yerine getirmezsen benden yana da yuh sana!”

Yine yürümeye, kayın ağaçları arasından yukarıya doğru yükselmeye başlamışlardı. Oraya kadar bir kaplan çevikliğiyle yol alan kahramanlar, şimdi -süzüle süzüle bulutların fevkine yükselen- bir akbaba tavrı takınmışlar gibiydi.

Adım atışlarında bir uçuş, havayı dalgalandıran bir kanat darbesi seziliyordu. Ağaçların kademe kademe süslediği o dolambaçlı yol, bazen dikleşiyor, bazen düzleşiyor fakat yolcuların pervazındaki cazip ahenk hiçbir suretle bozulmuyordu.

Laleler, sümbüller, reyhanlar, güller, ağaçların köklerinde emin birer köşe bularak kokularını, çemenlerin yeşil göğüslerine akıtıyorlardı. Dağın eteğinden hafif bir nefes gibi çehrelere temas eden rüzgâr, buralarda sert bir ahenkle aralıksız nağmeler yaratıyor ve çemenlerin göğsünden topladığı kokuları avuç avuç fezaya savuruyordu.

Yolcular, ne ağaçların şurada -birbirlerine bir şeyler hikâye eder gibi- sarmaş dolaş durmalarına ne beride -yekdiğerine küskün gibi-dallarını kendi gövdelerine sarıp somurtmalarına ehemmiyet veriyorlardı. O renk renk ve boy boy çiçekler; o, daima raksan çemenlere hiç bakmıyorlardı. İri ve kuvvetli ağaçları titreten rüzgâr, onların tunç yüzlerinde bir buse tesiri bile uyandırmıyordu. Harp içinde doğmuş ve harp içinde yaşayıp büyümüş olan bu dilaverler, tabiatın şu zarif lakin zayıf cilvelerine kapılmaya tamamıyla ilgisizlerdi. Onların zevki harp, emeli ve hedefi harpti. Şimdi de dağın zirvesine doğru uçar gibi çıkarlarken zihinlerinde hep harp hatıraları dolaşıyor, gözlerinin önünde hep kanlı ve canlı sahneler oynaşıyordu. Bu hayalin ve bu temaşanın zevkini kaçırmamak içindir ki yine susmuşlar, birbirlerinin varlığını bile unutmuşlardı.

Sekiz yüz metrelik bir irtifa bu pervazımsı yürüyüşle kısa bir zaman içinde alınmış, Gazi Yaylası’na gelinmişti. Yolcular, basit bir yürüyüş yapmışlar gibi dinç ve tersizdi. En küçük bir yorgunluk bile hissetmedikleri yüzlerinden, heykelleşmiş vaziyetlerinden anlaşılıyordu.

Bilmeyiz ki aziz okuyucularım, şu tafsilatımda mübalağaya zahip olurlar mı? Bizim yürüyüşümüzü, adım atışımızı, dağlara tırmanışımızı, Akça Koca ve arkadaşlarının yahut o ayarda kahramanların meşyi muhibiyle, aslan gibi heybetli yürüyüşleriyle mukayese edersek aldanırız. Böyle bir mukayese, zaaf ile kuvveti hatta sükûn ile hareketi karşılaştırmak gibi bir şey olur. Şurası unutulmamalı ki fikrî hayat ve medeni anlayış itibarıyla ecdadımızdan ne kadar ileriysek bedenî nitelik ve hamasi tabiatlarımız itibarıyla da kendilerinden o kadar geriyiz. Bizim yorulduğumuz yerde o kudretli insanlar hatta terlemezlerdi.

Biz, kasıtlı olarak tafsilatımızla hep bu hakikati göstermek istiyoruz. Avrupa, öfkeli Roland’ın şarkılarını hâlâ bir yiğitlik destanı olarak anlatıyor. Roland kimdir ve ne yapmıştır? Bu sualin en doğru cevabı “Hiç!”tir. Şarlman’ın yeğeni olduğu bile henüz layıkıyla tevsik edilmeyen bu efsanevi adamın bıyığından kılıcına kadar her şeyi için bir neşide, bir şarkı vücuda getirilmiş ve bunlar on asırdan beri koca bir kavmin dilinde gezmekte bulunmuştur. Hâlbuki bizim alplarımız, bizim kahramanlarımız ne uydurmadır ne hayal ürünüdür! Kocaeli vilayetimiz, Akça Koca’nın ölümsüz bir heykeli hâlinde yanı başımızda duruyor. Daha düne kadar Abdurrahman Gazi’nin ismini taşıyan Kartal kazası, o büyük kahramanın birçok hatıratını köylerinde muhafaza ediyor. Bizim için onların yüksek hareketlerini ispat etmek değil, o hareketlerin bu asırda da milletimize şeref getirecek kısımlarını yapmaya çalışmak lazımdır.

Şimdi hikâyemize geri dönüyoruz. Kesif bir kestaneliğin yanı başında dalgalana dalgalana uzanan yayla, açık bir tarih sayfası gibi yolcuların gözlerini cezbetti. Üçü de orada yakın, çok yakın bir mazinin rengin safhalarını okumak ısrarına kapıldı.

Evet; Akça Koca’nın “Her biri bir alptır.” dediği Türklerin şu yeni yurda geldikleri günden beri ele geçirmek için en çok uğraştıkları şehir, “Bursa” olmuştu. Aktemir’le Balaban, tam on sene bu büyük kalenin önünde çarpışmışlardı. Akça Koca, Konur Alp hatta onlara nispetle pek genç bulunmasına rağmen Abdurrahman, birçok defa şiddetli çarpışmalara iştirak etmişti. Atranus’un düşmesinden sonra Bursa’yı ne yapıp yapıp almak azmiyle Uludağ’da toplandıkları zaman işte bu yaylada şehrin krokisi çizilmiş, hücum noktaları tespit olunmuştu. Mevkinin Gazi Yaylası unvanını alması da alpların oradaki şu içtimasından ileri gelmişti:

Üç yolcu, iki buçuk sene evveline ait olan şu hatırayı yaylanın dalgalı sinesinde satır satır ve aynı hassasiyetle okumuşlardı. Akça Koca derin derin içini çekerek gür sesiyle hayale dalmış arkadaşlarını ikaz etti:

“Geçmişi bırakalım da geleceği düşünelim. Küffar elinde dağ da çok, bağ da. Bizim borcumuz o bağların üzümünü yemek, o dağların her birinde bir Gazi Yaylası yaratmak.”

Ve müteakiben Konur Alp’a sordu: “Hani ya alp, babalardan kimse yok!” “Belki Bakacak’tadırlar.”

“Yücelelim mi?”

“Hemen.”

“Haydi!”

Hep o mühip yürüyüşle Bakacak’a doğru yürüyorlardı. Yine sessiz, yine vakurlardı. Sobran mevkisini durmadan geçtiler. Şimdi dağ; laleler, sümbüller, reyhanlarla dopdolu görünüyordu. Yol, uzun bir çiçek demeti hâlindeydi. Yol, dağın eteğinde cilvekâr hatlar çizerek sağa-sola atılacak olan deli çaylar; alişirler, nilüferler bu uzun ve çok rengin demetin sinesinde beyaz birer iz resmederek aşağı doğru bazen sakin, bazen pür enin koşuyorlardı.

Dağın irtifası, yolcuların ayakları altında mahsus bir hürmetle alçala alçala Bakacak göründü.

Zirveye hailsiz bakılabilmeye müsait bulunduğu için Bakacak namını alan kaya, bizatihi temaşaya değerdi. Gazi Yaylası’ndan, Sobran’dan beri tatlı bir kesafet ve aralıksız bir imtidat içinde toprağı süsleyen o payansız dağ çiçekleri bu kayanın eteğinde birdenbire kesilir ve Uludağ burada ansızın çıplaklaşır. Nazarı hayal, bu yalçın kayada tuhaf bir galatı rüyete uğrar, dağın zirvesinden nasılsa sukut eden ilk devrei arz fiilinden birinin hortumunun taş hâlinde oraya asılmış, kalmış olduğuna zahip olur.

Bu kayanın etrafındaki serbülent kayalar da garip garip şekiller gösterir. Kimi gemiye, kimi kartala, kimi bir başka hayvana benzer!

Üç yolcu, Bakacak’ta etrafı gözlemeye zaman bulmadan karşılarına bir adam dikildi.

Beline kadar uzanan gümrah saçlarıyla göğsünü örten siyah sakallı, lime lime ve parça parça hırkasından daha evvel celbi nazar eden bu adamın başı açık, ayakları da çıplaktı. Bakışında öyle bir ciddiyet, o bir kucak sakalıyla o uzun saçında ve çıplak ayaklarında o derece bariz bir temizlik vardı ki görenlerin vehleten sevgiye yakın bir duygu hasıl etmemesi ve hele o perişan kıyafetle eğlenmek meylinden uzak kalmaması mümkün değildi.

Bu, meşhur Abdal Murat’tı. Bilahare Yalova’nın fethinde Türk muhariplerine rehberlik ettiği görülen Murat, temizliğe fartı itinasıyla saç ve sakalının gümrahlığıyla şöhret olduğu kadar taşıdığı kılıçla da ünlü idi. Tahtadan fakat dört arşın uzunluğunda bir iki kılıç ki beşiklerinin kenarı kılıç demirinden yapılan, emeklemeden kurtulur kurtulmaz kılıç taşımaya başlayan Alplar bile bu tahta parenin kıymetine gıpta ederlerdi. İstanbul yolunu kendilerine açmak, milletlerinin bayrağını tarihin o güne kadar hiçbir kavim için kaydetmediği ülkelere, kıtalara, gözle görülmeyen noktalara götürmek azmiyle yıllardan beri kılıç sallayan Türk muharipleri bu tahta kılıcın en sağlam demirleri bile keseceğine inanıyorlardı.

Ancak o uzun tahtanın Abdal Murat’ın bileğine merbut oldukça bu kıymeti ve ehemmiyeti aldığını da bilirlerdi.

Üç arkadaş; bir elinde ölü ve pek iri iki yılan, boynunda şanlı tahta kılıç, önlerine çıkan Abdal Murat’ı görünce hemen koşmuşlar, sağ elini öpmüşlerdi. Alpların o ele eğilmeleri, bulutların yüksek bir ağaca süzülmeleri gibi ulviydi. Dik doğmuş ve dik yaşamış olan bu üç baş; Abdal Murat’ın eline doğru eğilirken irtifalarından, azametlerinden bir zerre kaybetmiyorlar, yine birer bulut gibi muhteşem görünüyorlardı.

Üç arkadaş sırasıyla ve aynı samimiyetle acayip adamın elini öptükten sonra Akça Koca:

“Erenler!” dedi. “Sizi görmeye geldik. Duğlu Baba’yı. Geyikli Dede’yi, Abdal Musa’yı da görmek dileriz. Danışacak işimiz var.”

Abdal Murat, berrak ve son derece munis bir sesle:

“Alplarla Abdallar…” dedi. “Kurultay mı yapacak? O hâlde Duğlu’ya gün doğdu demek. Çanağını, çömleğini dizer, bize yollu yolunca bir şölen verir.”2

 

Ve sonra eliyle yolu işaret ederek ilave etti:

“İşte kendisi de iniyor. Sürüsünü kaynaklarda suvarmayı (sulamayı) sever!”

Gerçekte de insanlar arasında Tavlı Baba diye anılan Duğlu Baba, yukarıdan geliyordu. Bu geliş, Abdal Murat’ın orada görünüşünden daha nazarrübaydı. Beli eskimiş bir kuşakla sıkıştırılmış, uzun bir gömlekten başka üzerinde hiçbir şey bulunmayan Duğlu, güzel bir ineğe binmiş, kucağına da bir sevimli buzağı almıştı.

Süvar olduğu hayvan, rakibini incitmemek ister gibi itinalı adımlarla yürüyor, dört-beş ineğe de kılavuzluk ediyordu.

Duğlu, hürmetkâr bir kafileyi müridan önünde veya bir cemiyeti ihvan başında yürür gibi sevinçli ve güler yüzlüydü. Üç silahşorla Abdal Murat’ın önüne gelir gelmez:

“Dur evlat!” dedi.

Ve emre hemen itaat eden inekten inerek bekleyenlerin yanına geldi:

“Merhaba aziz, merhaba balalar!”

Aziz kelimesi, Abdal Murat’a ait ve çocuk manasında kullanılan bala kelimesi de alplara aitti. Boylu poslu endamına, çelik sertliğindeki vücuduna, saçında, sakalında tek bir ak kıl görünmemesine rağmen yaşı hayli geçkin olan Akça Koca, bu iltifata karşı gülmekten nefsini menedemedi. Yarım bir kahkahayla:

“Merhaba Duğlu Baba.” dedi. “Elini öpmeye geldik.”

Silahşorlar, biraz evvel Murat’a yaptıkları gibi şimdi de Duğlu’nun elini öpüyorlardı. O, hakiki bir baba vakarıyla bu riyasız ihtiramı kabul etti ve hemen rakip olduğu (bindiği) ineğin beline asılı heybeden bir çanak ve bir de ibrik çıkardı.

İptida Abdal Murat’a, müteakiben yaş sırasıyla üç silahşora birer ayran sundu. Murat, o gün öldürmüş olduğu iri yılanları şöyle bir tarafa atıp sunulan ayranı bir hamlede içmiş ve Duğlu’ya hitap etmişti:

“Geçmişlerinin canına değsin ama ayranı tamam harcetme. Birazdan bize şölen vereceksin.”

Duğlu, çanağını tekrar doldurup Akça Koca’ya uzatırken gözlerini de sorarcasına Abdal Murat’a çevirdi. Bu sessiz istizahı bittabi anlayan Murat, kısaca latifesini izah etti:

“Şu üç yiğit bizimle konuşmak isterler, dört abdal, üç alp birleşince bir kurultay olur. Sonunda da elbet şölen verilir.”

Duğlu, kemali ciddiyetle cevap verdi:

“Şöleni ineklerim verecek. Yaradana hamdolsun. Onların yürekleri gani, cicikleri (memeleri) dolu!”

Akça Koca bahse karışarak sordu:

“Ya Abdal Musa’yla Geyikli Baba’yı nerede buluruz?”

“Ahi Musa, balıklarla haşrü neşr olur gider, Kırkpınar’dan ayrılmaz. Öbürü daha yüksektedir, geyiklerine ot yerine kar yedirir!”

Duğlu Baba, şimdi ineklerini terhis ediyordu. Parmağıyla verdiği bir işaret, altı hayvanı harekete geçirmiş ve gösterilen istikamette dörtnala koşturmuştu. Kucağında taşıdığı buzağı da aynı hızla kafilenin ardından gidiyordu.

Duğlu, bu hüneriyle daima övünürdü. Hayvanlarını anlamak, bir insan derecesine yükseltmekten büyük bir neşe, daimî bir sevinç duyuyordu. O, bütün ruh sahiplerinin meratibi mütehalife dairesinde kabili terbiye olduğuna inanmıştı. Terbiye görmeyen, idraki tenmiye edilmeyen insanları, hassasiyetçe yükseltilen hayvanlardan aşağı tutardı ve tabiatın zulmüne uğradıkları kanaatiyle kendi hayvanlarına insanlardan daha fazla bağlıydı. Onları bir işaretle yeme, suya ve uykuya sevk edebilmekle fıtratın buhlünü tamir ettiğine inanırdı.

Duğlu’nun bu yoldaki sayini, didinmesini Ahu Baba’ya karşı rekabet suretinde de sayanlar vardı. Hâlbuki Uludağ’ı meva ittihaz eden bu iki aziz, hayvanları insanlara takrip vadisinde hemmeslek olsalar bile yekdiğerine rakip tanınmaktan çok uzak bulunuyorlardı.

Her ikisi de derin bir feragati nefs içinde yaşadıkları için ruhen cüce yaratılanlara has olan kıskançlık gibi duygulardan tamamen yoksun yaşıyorlardı. Zaten hayvanlara muhabbet ciheti bertaraf olunursa, Duğlu’yla Geyikli arasında büyük bir meşrep farkı vardı. Duğlu, harp işlerine sade duayla ve harbin kızgın demlerinde muhariplere ayran dağıtmak suretiyle iştirak ederdi. Geyikli’yse bizzat muharipti. Beslediği geyiklerden birine bindiği gibi süvarilerin önüne düşer, düşman saflarını dehşet içinde bırakırdı.

Bu hakikati pekâlâ bilmekle beraber Abdal Murat, Duğlu’ya takıldı; ineklerin, aldıkları işarete ittiba ederek aşağı doğru koşmaya başlamaları üzerine:

“Duğlu!” dedi. “Ahu Baba şu kerameti görse imrenirdi. Dağ sığırını adam etmiş bırakmışsın.”

Duğlu, ciddi bir lisanla cevap verdi:

“Sığırı adama çevirmekten ne çıkar! Kendim adam olmalıyım. Hâlâ nefsimi körletemedim. Aş kokusu alınca burnum uzuyor, eli ayağı düzgün bir nesne görsem gözüm ışılıyor!”

“Ya Ahu nicedir, acep ermiş midir yoksa o da senin gibi ham mıdır?”

“İçyüzünü Allah bilir ama mertebesi ali görünür.”

Abdal Murat da ciddileşti. Kendini bilmezlerin rakip sandığı şu iki ibadet ve feragat ehli adamdan birinin diğeri hakkındaki hüsnü şehadetinden duygulandı. Akça Koca’ya dönerek:

“Abdallar da…” dedi. “Alplar gibidir. Doğru görür, doğru duyar ve doğru söylerler. Yüreklerine ne toz konar ne kir bulaşır. İşte Duğlu kardeş de böyle. Hak önünde irkilmez, çekinmez, düşünmez, hemen boyun kırar.”

Ne Akça Koca ne arkadaşları, şimdiye kadar böyle bir tahlili nefse, tahlili ahlakiye lüzum görmemişlerdi: Abdal Murat’ın şu sözleri üzerine gayriihtiyari bir düşünce geçirmeye başlamışlardı. Evet; onlar da dedeleri, babaları ve bütün Türk muharipleri gibi kendilerinden yüksekleri, kendilerinden kuvvetli olanları kıskanmamışlar, doğruluktan zerre kadar inhiraf etmemişler, yalan söylememişler, hiçbir yerde ve hiçbir sebeple ikiyüzlülük göstermemişlerdi.

Hâlbuki içine düştükleri yeni muhit, sık sık temas ettikleri halk, baştan başa kötüydü. Bu kanı bozuk halkın küçükleri, kendilerinden büyük olanların küçülmesine, zelil olmasına çalışıyorlar, büyükler de küçüklerin bir kat daha küçülmesi, yerlerde -aç ve çıplak- sürünmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Üç silahşor, harp ede ede dolaştıkları yerlerde neler, ne iğrenç rezaletler görmüşlerdi! Şimdi o müşahedelerini tahattur ederek insanlık namı hesabına sıkılıyor ve müttehit bir lisanı ruhla dua ediyorlardı:

“Ya Rab! Oğullarımızı, torunlarımızı bizim gibi temiz yaşat. Şu dilli solucanların kiri onların diline, eline ve yüreğine bulaşmasın!”

Abdal Murat, açtığı bahsin ika ettiği tesiri ruhiyi gördü. Akça Koca’nın omzuna elini koyarak:

“Koca.” dedi. “Geniş ol! Türk kanı ne sulanır ne bulanır. Onun kaynağı, yedi kat göğün de üstündedir. Hele biz yürüyelim.”

Beş Türk, Bakacak’tan ayrılırken, yükseklerden yere bakan kartallar gibi ufkun enginliğine göz gezdirdiler. Manzara cidden muhipti. Cenupta Kütahya, şarkta Söğüt dağları, garpta Gelibolu’ya kadar Boğaz ve İstanbul görünüyordu. Onlar ne şarka ne cenuba göz kaydırmayarak geniş bir tülbent gibi uzanan İstanbul Boğazı’na ve bir altın külçe gibi pırıldayan büyük şehre bakıyorlardı.

Uludağ’ın bu noktasından, bir adımda geçilecek gibi dar ve üzerinde uzanılıp yatılabilecekmiş gibi durgun görünen Boğaz iki abdalla üç alpın gözlerinde kuvvetli parıltılar yaratıyordu. Şuradan, şu yüksek noktadan uçmak, o sakin denizi bir hamlede geçmek, beyaz sarıklarına kendi kanlarından bir hilal işleyerek o nadide bayrağı, yıkılmaz bir zafer nişanı hâlinde büyük şehrin ortasına dikmek için içlerinde yakıcı bir arzu duyuyorlardı.

Alplar da Abdallar da bu arzunun heyecanı altında yürüyerek yükseldiler. Kırkpınar mevkisine geldiler. Yer yer kaynaklar, dağın bu en dilfirip noktasında birer elmas benek gibi yayılıyor, kıvrak ve berrak dereler, hâkî kehkeşanlar hâlinde ve seyyal bir iltima3 içinde akıp gidiyorlardı.

Duğlu, keskin gözleriyle ta uzaktan tanıdı:

“İşte!” dedi. “Ahi Musa, belli ki balıklara testere zikri öğretiyor.”4

Hakikaten de Abdal Musa, bir dere kenarında yüzükoyun uzanarak balıklarla meşgul bulunuyordu. İki çömez, mihrap önündelermiş gibi abdalın arkasında diz üstü oturarak derin bir murakabe geçiriyorlardı. Üçü de o derece mütefekkir ve kendi meşgale veya düşüncelerine o mertebe murtabıt bulunuyorlardı ki beş Türk’ün yanlarına yaklaştıklarından haberdar olmamışlardı.

Abdal Murat, sekiz-on adım uzaktan kuvvetli kuvvetli öksürdü:

“Öhö, öhö!”

Abdal Musa ve çömezlerde hareket görülmedi, güya uyuyorlardı. Bu sefer Duğlu seslendi:

“Merhaba erenler, merhaba su palazları!”

Abdal Musa, yattığı yerden başını çevirdi ve gülümsedi:

“Oo… Hoş geldiniz, safa getirdiniz. Ehlen ve sehlen!”

Çömezler hemen kalktılar, ellerini çıplak göğüslerine koydular, derin bir tavrı ihtiram aldılar. Akça Koca’yla iki arkadaşı, Murat’la, Duğlu’ya yaptıkları gibi Abdal Murat’ın da önüne diz çöküp elini öptüler. Diğer iki abdal, kendilerinden mertebeten ali gördükleri Baba Musa’ya aynı suretle arzı hürmet ediyorlardı.

Kırkpınar sularında nihayetsiz bir mülahaza mevzusu bulan; kaynakların mütevali ter taneleri gibi toprağın pinhan mesamatından zerre zerre çıkışında hilkatin binbir sırrını sezen, alabalıkların sersem bir ok gibi ileri geri oynayışlarında, aşağı yukarı çıkıp inişlerinde kudreti fatıranın rengin inceliklerini gören bu filozof mizaçlı dede, alplarla Abdalların el ele verip yanına gelmelerindeki sebebi anlamak ister gibi bir müddet düşündü, iptida alpların yüzüne baktı:

1Büyük Selçuk Hükümdarı Alparslan’la Bizans İmparatoru Romanos Diyojen arasındaki harbin tafsilatı Hammer tarihi tercümesinde (Cilt I, s. 59) vardır.
2Kurultay malumdur. Şölen, umumi ziyafet demektir. Millî mahiyetteki büyük av merasimine “sığır”, matemli toplanmalara “yuğ” derlerdi.
3Parıldama.
4Testere zikri, zikri erre, zikri minşarî- denilen tarzı tehlil. Yesevi tarikatına has olan bir şekildir. Ahmet Yesevi bu tarikatın piri ve ilk Türk mutasavvıfıdır. Bizim abdallar hep o tarikat mensuplarıydı.