Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Unutmağa Kimse Yok»

Font:

ÖNSÖZ

Karaağacın Gölgesinde Evreni Çözmek
(Kemal Abdulla’nın Romanlarında Dünya Tasarımı Üzerine Düşünceler)

Yaklaşık 20 yıldır Azerbaycan edebiyatındaki gelişmeleri ve bir bütün olarak edebiyat ortamını görece uzaktan izlemek zorundayım. Yalnız son 4-5 yıl içinde hem bazı yazar ve şairlerin eserlerini Türkiye Türkçesine aktardım, hem de Azerbaycan edebiyatıyla ilgili bir takım tartışmalara katıldım, röportajlarım yayınlandı. Demek istediğim son yıllar Azerbaycan edebiyatında yaşanan gelişmelere görece yakinen katılmak durumunda kaldım. Bu süreçte ister eski dostlarla, ister edebiyata yeni gelen genç meslektaşlarımla birçok eser ve yazar hakkında düşüncelerimi paylaştım. Bazen haklı bazen haksız eleştirilerim oldu, zira bir bütün olarak günümüz Azerbaycan edebiyatında durumun iyi olduğunu düşünmüyorum. Sovyet düzeninin egemen olduğu uzun yıllar boyunca edebiyatı esir alan çarpık algılar, bu algıların bayraktarı olan ya da bu anlayışların gölgesinde büyüyen, şişen ve sonunda edebiyat ortamında birer kansere dönüşen yazarlar Azerbaycan’da sadece edebiyatı değil, kültür yaşamının tamamını felç etmiş durumdadırlar. Bu bakımdan her yeni eser, özellikle de her yeni imza bir ümit ve kurtuluş kapısı olarak görülmektedir. Son illerde edebiyata yeni isimlerin gelmesi gibi, yeni ve esaslı eserlerin ortaya çıkması da bu bağlamda sevindiricidir. Edebiyatımızın yenilenmesi, Sovyet edebiyatının klişelerinden ve “yaşayan klasiklerinden” canını kurtarması, gündelik maişet didişmelerini ve ona buna sataşmaları edebiyat sayan zihniyeti arkada bırakması elbette sevinilecek bir durumdur.

Yukarıda da söylediğim üzere son yıllarda birkaç edebi metni Türkiye Türkçesine aktararak yayınladım. Bundan sonra ister bu eserler, ister de edebiyatımızın başka sorunlarıyla ilgili birkaç röportajım yayınlandı. Hem o röportajlar sırasında, hem de başka ortamlarda dostlarla bir araya geldiğimde en çok sorulan soru, bu eserleri seçmemin nedenleriyle ilgiliydi. Özellikle Kemal Abdulla’nın romanlarıyla ilgili çok şey soruldu. Aslında ben yalnız “Büyücüler Deresi” romanının aktarımını yapmıştım. üzerinde çalışmıştım. (“Eksik El Yazması”nı ise daha önce Prof. Dr. Ali Duymaz yayınlamıştı.) Mence bu ilgi ve tepkiler aslında “Eksik El Yazması” romanıyla başlayan tartışma sürecinin ürünüydü ve sadece bu romanı değil, Kemal Abdulla’’nın başka eserlerini de tartışmaya açmıştı. Tartışılan edilen hususlar yalnız eserlerin sanatsal boyutuyla sınırlı kalmayıp, çoğunlukla sanat dışı kıstasları baz almaktaydı. Burada bu meselelere ayrıntılı biçimde değinmek niyetinde değilim. Farklı bir konuya girmiş oluruz. Yalnız şunu söylemem gerekir ki, Kemal Abdulla’’nın romanları yenidir, yıllardan beri Azerbaycan okuyucusuna roman adına yutturulan eserlerden farklı olarak gerçekten romandır ve buna nedenle de onları birer roman olarak değerlendirmek, incelemek ve eleştirmek gerekir.

Önceleri menim böyle bir araştırma ve inceleme düşüncem yoktu. Ancak iki husus bu düşüncemin değişmesine sebep oldu. Birincisi, tercüme ettiğim veya aktardığım bir eser hakkında bezi düşüncelerimi paylaşmaya ihtiyaç olduğunu hissettim. İkincisi, geçen ay Kemal Abdulla’’nın 60 yaşı oldu, bu vesileyle Azerbaycan basında yayınlanan yazıların çoğunu okudum ve esasen memnun kalmadım, çünkü yazarın eserleri çok az incelenmiş, daha çok “jübile tadında” mesajlar verilmişti. Amma yine de Kemal Abdulla’nın edebi eserlerinin bazı hassas yönlerine dikkat çekilmiş olması bakımından bu yazıların yayınlanması önemliydi. İşte böyle bir ortamda Kemal Abdulla’nın romanlarıyla ilgili düşüncelerimi Azerbaycan okuyucusuyla paylaşmaya karar verdim. Ancak bu arada yazarın “Unutmağa Kimse Yok…” romanını baskıdan önceki haliyle okuma fırsatı buldum. Buna nedenle yazımda ağırlıklı olarak bu roman üzerine yoğunlaşmaya çalıştım.

***

Bugüne kadar Kemal Abdulla’nın iki romanı çap olundu. Bu romanlarla ilgili birçok yazı yazıldı ve elbette bundan sonra da yazılacaktır. Benim dikkatimi çeken en önemli husus ise Kemal Abdulla’nın tezgâhından çıkan romanların bir bütünlük oluşturması ve bu bütünlüğü temin eden temel yapılardır. İlk romandan başlayarak en son yazılan ve okuyucuya şimdi sunulan edilen “Unutmağa Kimse Yok…” romanına kadar durum böyledir.

Tabii ki, her kes kimi ben de önce “Eksik El Yazması’nı okudum. Roman bana biraz garip, bir anlamda zoraki karmaşık ve zoraki entelektüel bir eser gibi göründü. Fakat bu karmaşık ve dolambaçlı anlatının arka planında (belki temelinde) Azerbaycan edebiyatında şimdiye kadar gördüklerimizden farklı bir dünyanın ana hatları sezilmekteydi. Bu dünyada her şey, her hadise ve hatta her söz bir sonraki adımda değişebilir ve başka anlamlar kazanabilirdi. Her örtünün arkasında (bir epizottan başkasına keçince) bir önceki katmandaki gerçekleri ve anlamları da içine alan, daha geniş bir anlam yapısı ortaya çıkmaktaydı. Böylece sonu gelmeyen, bitmek-tükenmek bilmeyen bir anlamlandırma ve yorumlama ortamı oluşturulmaktaydı. Bunu görünce romanın neden bu kadar tartışıldığının farkına vardım; geleneksel Sovyet “edebi ürünleriyle” terbiye edilmiş okuyucu için böyle bir metinsel zemin aslında “tehlikeliydi”. Çünkü alışıldık metinlerde gördüğümüz, bilinen ve tanıdık ortam bu romanda yoktu. Herhangi bir ideolojik çerçeve, geleneksel üslup ve ya toplumsal düzlemden bahsedilemezdi. Bu durum okuyucuyu güya tanıdığı, eslinde ise hiç tanımadığı bilinmezlerle dolu bir alanda, sonu bilinmeyen bir anlam üretme macerasına çekmekteydi. Okuyucu milli kültür metinleri arasından gayet iyi bildiği Dedem Korkut Kitabı ve Şah İsmail Hatayi ile ilgili etnokültürel dünyaya önce cesaretle giriyor, çünkü orasını “tanıyor”, fakat adım başı yolunu “şaşırıyor”. Çünkü bildiklerinin aslında Eksik ve hatta Yanlış olduğunu her adımda açıkça görüyor. Milli kültür bağlamından koparak romanın iç dünyasını yaşamağa başlayıncaya kadar durum bele davam eder. Romanın içsel mantığına alıştıktan sonra (her okuyucu da alışabilir mi, başka mesele) gizemin ve karmaşıklığın arkasından yeni bir dünya yavaş-yavaş görünmeye başlar. Bu dünyanın gösterilmesi ve böyle bir dünyanın mümkünlüyü zaten romanın ta kendisidir ki var.

Okuyucunun bilinmezler karşısında şaşkınlığına gelince, bu durum eski yazılı metinlerin neredeyse kutsal ve tartışmasız metinler olduğuna inanan ve “yazıya pozu yok” hikmetiyle yetişen gelenekselci Azerbaycan Türkünün (günümüz entelektüelleri ise buna benzeyen ve çok fazla istismar edilen “verba volant scripta manent” sözünü tekrarlamağı severler) hem bilinen bir metnin (Dedem Korkut Kitabı), hem tarihsel gerçekliği kuşkusuz olan Şah İsmail ve Çaldıran savaşının, hem de sözde yeni bulunan “Eksik El Yazmasının” birbirini inkâr ve ya revize eden) metinleri arasında semiyolojik bir kriz yaşamasıyla bağlantılıdır. Tarihsel olayların “bildiğimizden” farklı olabileceği, başka varyantların “varlığı” ihtimali entelektüel ve ahlaki konfor ortamını yerle bir etmekte, insanı yeni arayışlara ve yeni anlamlar arasında bir denge kurmağa itmektedir. Bu durum diktatörlükten (baskı rejiminden) kurtularak demokrasiye (özgürlüğe) geçen toplumlardaki insanların durumuyla karşılaştırılabilir. Yönlendirilmeye alıştırılan insan özgür bırakılınca olunca ne yapacağını bilmez ve huzursuz olur, yaşam konforunu yitirir.

“Eksik El Yazması”nın bu alışılmamış dünyası ve bu dünyanın romanı elbette kolayca sindirilemeyecek, tartışmalara neden olacaktı. Öyle de oldu, amma roman ayakta durabildi, çünkü aslında “özgürlük semiyolojisi” bu romanın Azerbaycan kültür ortamında kendine uygun bir niş bulabilmesi için uygun zemin oluşturmuştur.

***

“Eksik El Yazması”ndan sonra “Büyücüler Deresi” yayınlandı. Burada durum bir az daha kolaydı. Çünkü romanın adı okuyucuyu belli ölçüde yönlendirmekteydi; bu adın altında her çeşit “garip”, “tuhaf” ve “gizemli” dünyalar olabilirdi, mümkündü. Yani “Eksik El Yazması” romanının okuyucularını bekleyen engeller ve anlam çelişmeleri, bu romanda en baştan “ilan edilmiş” ve böylelikle “meşruiyet” kazanmıştı. Dolayısıyla metin içi yapılanma her ne kadar karmaşık ve derinlikli olsa da, metin dışındaki kültür çevresiyle herhangi bir çatışma veya çelişki yoktu. Bu durum eserin algılanmasını kolaylaştırmakla beraber, “Eksik El Yazması”nın benzer yapısını yeniden gündeme getirdi ve böylelikle “Kemal Abdulla’ metni” (ve dünyası) belirgin biçimde ortaya çıkmağa başladı.

***

Nihayet okuyuculara şimdi sunulmakta olan “Unutmağa Kimse Yok…” romanı… Şimdiki aşamada bu roman Kemal Abdulla’nın önceki romanlarında bazen sadece ana hatları çizilen, bazen içyapısı açıklanan dünya tasarımını ilk defe esaslı biçimde ortaya koyan çok farklı bir metindir. Romanın kendine özgü olay örgüsü, karakterleri ve epizotları olsa da bunların tamamı daha önceki romanlarla bir paralellik arz etmektedir. Bu bakımdan ben bu romanları bir arada okumanın ve hatta araştırmanın doğru olacağını düşünmekteyim. Daha önce ilk iki roman arasında çok yönlü ilişkileri göz önünde bulundurarak ben bunları “ikiz romanlar” adlandırıyordum. “Unutmağa Kimse Yok…”u okuduktan sonra artık “üçüz romanlar” demeyi tercih ediyorum. Bu ifadenin “üçleme” olarak anlaşılmaması gerekir. Zira söz konusu romanlardaki olay ve karakterlerin birbirleriyle herhangi ilişkisi bulunmuyor; birinde yaşanan olaylar sonrakilerde davam ettirilmez. Bu romanlar arasındaki ilişki aynen ikizlerde (veya üçüzlerde) olduğu gibi genetik kodlama düzeyindedir. Romanların üçünde de aynı dünya görüşü ve aynı anlam üretici mekanizmalar söz konusudur; farklı düzlemlerde ve farklı ölçeklerde gerçekleşen ifade tarzı ise onların arasındaki farklılıkları oluşturmaktadır.

Hem yapı, hem anlam noktasındaki ortak özellikleri sayesinde bu üç romanı ayrı ayrı değil bir arada okumak mümkündür, hatta gereklidir böyle bir okuma. Bu okuma süresinde, yazarın neyse özel bir şey aradığının veya bize özel bir şey anlatmağa çalıştığının farkına varıyoruz. Ve görebiliyoruz ki, bu “şey” her romanda farklı bakış açılarından ve farklı yönleriyle anlatılmaktadır. Ancak üç roman da dikkatlice okunduktan (ki edebi metin başka türlü okunamaz) sonra aslında bütün bu metinlerde aynı dünyadan ve aynı konulardan bahsedildiği anlaşılmaktadır.

***

“Eksik El Yazması”nda kültürün ana gövdesinde yer alan/var olan bir metin (Dedem Korkut Kitabı) “revize” edilir, bilinen olaylar yeni baştan ele alınarak inceleniyor ve seçenekler açıklanıyor. Olayların ikinci, üçüncü planları, paralel gelişmeler, paralel ve karşıt yorumlar vs. bir araya getirilerek ilginç bir roman dokuması biçimlendiriliyor. Toplumsal tarihin erken (destanlar) çağında yaşanan, amma kısmen çağımızın her şeyi sorgulama alışkanlığı sayesinde, kısmen de “zamanenin dili” ile çelişerek, artık tartışmalı hale gelen birçok olay bu romanda araştırılarak geriye dönük bir tarih terapisi gerçekleştiriliyor. Toparlarsak, Kemal Abdulla’nın biçimlendirdiği dünya tasarımının TOPLUM boyutu bu romanda düzenleniyor.

“Büyücüler Deresi”nin mantığına göre, gündelik yaşayış ile ezeli ve ebedi ruhsal yaşayış arasında ani müdahaleler yaşanabiliyor. Romanda ruhlar dünyasına müdahale girişimi ve bu müdahalenin gerçekleşme seçeneklerinden biri tanesi anlatılıyor. Farklı zaman dilimleri içinde yaşanmış ve yaşanacak olaylar ile bu zaman dilimleri arasındaki sıradanlaşmış geçitler metnin bir az gizemli, bir az korkunç köşe bucaklarında beklenmeden değişen modeller oluşturuyor. Roman bir bütün olarak ta başlangıçtan sona kadar dünyanın ZAMAN boyutunu düzenlemektedir.

Nihayet“Unutmağa Kimse Yok…” romanı. Bir mağaranın duvarlarında çok eski bir yazı ürünü olduğu düşünülen gizemli işaretler var ve bu gizemin çözülmesi gerekir. İşaretlerin okunması sürecinde üçün bazı şeyler (metni ilk bulan kişi, metnin bulunduğu mekan, Karaağaç ve metni okuyacak olan genç bilim adamı) bir araya getirilmiştir. Ama bunlar yeterli olmamış ve metin yanlış anahtar kullanılarak okunmuştur. Görünüşte ise metin okunmuştur (yani kurumsal bilim açısından ortada bir sorun kalmamıştır) ama bu okunuş olası yorumlardan sadece birisidir. Gerçek metnin anlamı ise bu anlamları kavrayamayan insanların yaşadığı “yalan dünyanın” dışındaki “gerçek dünya”dadır. Bu gerçek dünya ise güç sahiplerinin kararlarıyla, insanların günlük ihtiyaçlarıyla değil, merkezinde Karaağaç’ın olduğu sonsuz dünyanın Büyük Uyum yasasına göre var olmaktadır. Bir bütün olarak bu roman evrensel çapta MEKÂN’ı (Kozmosu) düzenlemektedir.

Böylelikle söz konusu üç roman anlam düzeyinde farklı yönlerde akmakta olan zaman dilimlerinin, iç-içe yaşayan farklı mekânsal yapıların, hatta birbiriyle yan yana yaşayan farklı dünyaların varlığını gerçekliye çevirmek girişimi olarak görülebilir. Yani bu romanlarda neyse tasvir edilmiyor, neyse açıklanmıyor ve anlatılmıyor… Bu romanlar bir bütün olarak farklı bir dünyanın ta kendisidir.

***

Özellikle “Büyücüler Deresi” ve “Unutmağa Kimse Yok…” romanlarında bir olayı açıklamaya çalışırken herhangi bir izahat, bir yorum verilmemekte, bunun yerine başka bir olay veya rivayet aktarılmaktadır. Yeni bir olay başka bir olayı açıklamak işlevini yerine getiriyor. Bunların bağımsız birer değeri olsa da yalnız bir arada, bir-biriyle ilişki ortamında (bir dizge olarak) belli bir anlam ifade etmektedirler ve sonuçta yeni bir metin ortaya çıkabilmektedir… Bu metin mittir… Yani Romandır.

***

Mitolojilerde bu özelliği fark eden veya mitolojileri bu şemaya dayanarak yorumlamaya çalışan C. L. Strauss bunu “bricolage” olarak adlandırmaktadır. Latin Amerika mitolojilerini araştırırken vardığı sonuca göre bir mit başkasının, o da bir başkasının ve s. açıklamasıdır ve bunların toplamı mitolojiyi biçimlendirmektedir.

Bu “bricolage” tekniği Kemal Abdulla’nın eserlerinde bir romanın sınırlarıyla kısıtlanmamış olup, üç roman arasında da buna benzer bir ilişki görülmektedir. Bu romanlardan her birisi bir öncekini anlamak ve açıklamak üçün yeni anahtarlar sunmaktadır.

Bu özelliği biraz daha belirgin biçimde görebilmek üçün “Unutmağa Kimse Yok” romanına biraz daha yakından bakmak gerekir.

Paralel dünyaların varlığı ve farklı olayların farklı zaman dilimlerinde (hatta aynı zaman içinde) bir arada gerçekleşebilme imkânları romanda bir kural halına gelmiş durumdadır.

Romanda iki temel kavram birçok yönüyle işlenmiştir: 1) Paralel dünyalar; 2) Uyum veya Muhteşem Uyum (Ahenk).

Paralel dünyaların varlığı ve evrenin varoluşunu temin eden ilahi uyum birbiriyle bağlantılı kavramlardır; biri diğerini beslemektedir. Durum böyle olunca her olayın ve romandaki her gelişmenin sayısız varyantı ola bilir. Bunlar bezen yazar tarafından açıkça (çoğunlukla parantez içinde) gösterilmekte, bazen ise okuyucu kendisi bunları kolayca fark edebilmektedir. Paralel dünyaların varlığına bariz örnek olarak somurtkan ve aksi bir mollanın ağzından aktarılan ve İlyada destanında Paris ile tanrıçalar arasında geçen ünlü elma alma motifine yer verilmiştir. Aslında onun yerine başka bir hikâye de anlatılabilirdi. Burada olduğu gibi metnin diğer bölümlerinde yer alan epizotların da yerini başkaları alabilir ya da hepsi birbirinin yerine geçebilirdi. Bence bu küçük hikâyeler ve metinler bir çeşit “modüler yapılar” ve ya “modüler metinler” olarak görülebilir. Modüler yapıları oluşturan parçalar yer değiştirdiği zaman ortaya yeni bir yapı çıkar ve daha önce başka biçimde olan, başka bir işlev yerine getiren bir öğe bu yeni yapı içinde tamamen farklı işlevler üstlenebilir ve yeni anlamlar kazanabilir. “Unutmağa Kimse Yok…” romanı da paralel dünyaların varlığı sayesinde metin öğeleri arasında böyle bir modülerliği kolayca gerçekleştirebilir. Romanın temel mantığına (Evrensel Uyum) ters düşmemek koşuluyla her epizot birçok farklı sonla bitebileceği gibi, karakterler arasında da işlevsel geçitler mümkündür. Bu husus o kadar önemli ki, romanın temelini oluşturan “Çiçekli Yazının okunması” süreci bile gerçek değil, alternatif (ama “doğru”!) bir okunuşun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmaktadır.

“Demek böyle… Seninki yazıyı okusun ama gerçek içerik değil farklı bir içerik okunmuş olsun diyorsun. Ortaya başka bir şey çıksın… Onu mu demek istiyorsun?” Mağara Ruhu bir anlık düşünceye daldı.

“Öyle. Ben istemiyorum onun ıstırap çekmesini. Senin hazine kimseye gerek değil. Bu lanet yazının izini kaybet. Yok et. Ama öyle yap ki kuşkulara da yer kalmasın. Böylece hazinen sana kalsın, ona ise… Ona ise zarar verme, kıyma ona.”

“Kuşkulara yer kalmasın” Mağara Ruhu söyleneni yankı gibi tekrarladı: “Bu biraz zor. Peki, kurban kim olacak?”

Mağara Ruhu Behram Emminin telaşlı tavırlarını fark edince hemen ekledi:

“…Ama olmaz da değil. Şartımız… Seninle konuşmuştuk, aynı şart geçerlidir. Kurban konusu ise ihmal edilemez, mutlak bir kurban verilecek. Elini süren kim olursa olsun, şartımız var… Yazılara el sürmek yasak; el süren ölecek. Ya da kendi yerine bir başkasını kurban olarak gösterecek. Başkası… Olsun. Benim için fark etmez. Gerçek… Senin de söylediğin gibi kimseye gerek değil <…>”

“Tamam. Ben razıyım. Sana kurban mı lazım? Ona dokunma. Sen sadece anahtar sözcüğü söyle… Sahte anahtarı ver. Bırak, bu Yazı olduğu gibi değil, farklı biçimde okunsun. Ben sana bir kurban gösteririm. O ise… Bırak Yazının çiçekleriyle ne yaparsa yapsın.”

Altı çizili cümleler romanın temel özellikleri konusunda önemli ipuçları vermektedir. Bu küçük parçada hem paralel dünyalar, hem mitolojik göndermeler, hem de romanın poetikasıyla ilgili temel ilkeler yeterince açık şekilde ifade edilmektedir.

Behram emmi evinde misafir olan genç bilim adamını çok seviyor, onun Çiçekli Yazıyı çözmesini, başarılı olmasını istiyor. Oysa bu mümkün değil, çünkü Mağara Ruhu yazıya dokunan herkesin öleceğini ta en baştan söylemiş bulunuyor. Bu noktada Deli Dumrul hikâyesinden bildiğimiz “can yerine can vermek” ilkesi devreye girmiştir. Oysa başka birisinin değil sadece yazıya dokunan kişinin ölmesi lazım ama yukarıdaki alıntıda Mağara Ruhunun da söylediği gibi “gerçek kimseye gerek değil”. Sadece mümkün varyantlardan birinin gerçekleşmesi yeterlidir. En önemlisi ise yazının gerçekten değil, “sözde” okunmuş olmasıdır. “Anahtar sözcüğü ver… Yalancı anahtar!” F. Q.’nin yazıyı çözmesi için anahtar sözcüğü bulması lazım. Ruhtan istenen şey bu sözcüğü vermesidir, gerçi gerçek anahtar sözcüğü vermese de olur; ama öyle bir şey vermesi gerekir ki, yazının tamamı anlamlı bir metin gibi okunabilsin. Ve sonunda bu söz Behram kişiye bildirildi, sonra da F. Q.’ye malum oldu. Tüm işaretler çözüldü, metin okundu ve ortaya güzel bir şiir çıktı. Oysa bunun gerçek metin (gerçeği çözüm) olmadığı açıkça ortadadır. Peki, gerçek metin nerededir? (“Gerçek kime lazım ki?”). Bence onu aramanın önemi yok; yazı kaç kere okunursa o kadar farklı metin ortaya çıkabilir. Ve asıl gerçek de budur.

“Eksik El Yazması”nda bunun ilginç bir örneği var. Bayındır Han’ın yaptırdığı soruşturma sonucunda suçlu bulunuyor ama adalet ve denge adına onun (suçlunun) değil, aslında suçsuz olan Aruz Koca’nın öldürülmesi gerekir. Be seçeneklerden sadece bir tanesidir. Başka bir seçenek (başka bir zaman mekân, yani başka bir dünya) koşullarında ise tamamen farklı birisi suçlu olabilir ve yine tamamen başka bir birisi edam edilebilirdi. Bu seçenek bolluğu üç romanın da başlıca özelliğidir ve yazarın kurduğu özgün dünyanın temel taşlarındandır.

***

Dünya sadece iyilik veya kötülükten oluşmaz… Çok eskiden beri bilinen gerçektir amma her kültür, her çağ ve her bir edebi eser bu gerçekliği farklı kavramlar temelinde tasarlamaktadır. Bu geleneğe göre dünyada çok farklı yönlerde cereyan eden olay ve olguların meydana getirdiği ilahi bir düzen mevcuttur. Ancak her gelenek çerçevesinde “iyi” ile “kötü” sabit çizgilere sahiptir ve her zaman tanınabilen bir durumdadır. Kemal Abdulla’nın üç romanında ise farklı bir tasarım görüyoruz. Burada aslında kesin “iyi” ve “kötü” ya da “hayır” ve “şer” yoktur; bir durumda (belli bir zaman ve mekân koşullarında) “iyi” olan ve “hayır’ı” temsil eden bir şey, başka bir durumda “kötü”dür ve “şer”i temsil etmektedir.

Bu romanlar bir yönden “hayır” ile “şer”in, bilinenlerle bilinmeyenlerin, diğer yönden ise olanlarla ola bileceklerin (ve olmuşların) sınırlarını belirlemeğe yönelmiş metinlerdir. Ve bilinmeyenlerin bilinenlere göre daha etkin ve önemli olduğunu anlatmağa çalışıyor.

Bu iki uç arasındaki gerilimler romanların ana şemasını çizmekte, olayları ve anlatım tekniklerini belirlemektedir. Buna göre romanların dili de alışmış olduğumuz örneklerden çok farklıdır.

Romanların hiç birisinde “yazar dili” ön planda değil veya hissedilmiyor. İster “Eksik El Yazması” ve “Büyücüler Deresi” gibi tarihsel özellikleri olan metinlerde, ister “Unutmağa Kimse Yok…” gibi çağımızda cereyan eden bir romanda dil birçok özelliyi bir arada yansıtmaktadır. Bu aslında zorlu bir yöntemdir ama “paralel dünyalar” olarak takdim edilen gerçekliyi doğru dürüst ifade etmek bakımından zengin potansiyele sahiptir. Eserlerin başlıca karakterleri zaman zaman sade halk dilinde, zaman zaman da spesifik ifade ve terimlerden yararlanarak konuşmaktadırlar. Hem diyaloglarda, hem de anlatım dilinde Azerbaycan ile Anadolu’nun tarihsel ve güncel şivelerine ait özellikler bir arada kullanılmaktadır. Yani çok varyantlı, alternatif yorum imkânları eserin dilinde de kendine esaslı biçimde yer edinmiş durumdadır.

***

Yukarıda romanların mitolojik özellikli metinler olduğunu kısaca ifade etmiştim. Bu bağlamda çok önemli bir motifi daha hatırlatmak gerekir. Metinlerin üçünde de Karaağaç imgesi var. Bu Karaağaç üç metinde de kahramanın faaliyetlerinin gerçekleştiği mekânlarda (avluda) biten, geniş gölgesi olan yüksek bir ağaçtır. Olayların zamanı birçok hallerde güneşin bu ağaca nazaran durduğu noktaya göre belirlenmektedir: “Güneş Karaağaç’ın tam tepesine gelmişti” vs. Özellikle “Unutmağa Kimse Yok…”da Karaağaç semantik yönden çok üretken bir konumdadır ve eğer bu romanda başkahramandan söz edilebilseydi başkahraman Karaağaç olurdu. Çiçekli Yazının okunabilmesi için verilen “anahtar” sözcüğün “Karaağaç” olduğu romanın sonunda ortaya çıkar. Bütün önemli olay ve düşünceler bir şekilde bu ağaçla bağlantılıdır. Özellikle evrensel uyumla ilgili söylemler çerçevesinde Karaağaç bu uyumun imgesi olarak işlevsellik kazanmaktadır.

Bu imgenin oluşumunda hiç kuşkusuz milli kültür metninde önemli yer tutan ağaç kültü etkili olmuştur. Dede Korkut hikâyelerinde gördüğümüz “kaba ağaç” bu mitolojik yapının en önemli ifade biçimlerinden birisidir. Diğer taraftan ise ağaçla ilgili bir ifade Tuba ağacı motifini de anımsatmaktadır. Cennette biten tuba ağacının kökleri yukarıdadır, dalları ve yaprakları aşağıya doğru sallanmaktadır. Romanda ise bele bir cümle okuyoruz: “Karaağaç korkunç ve açgözlü bir gölge gibi artık iyice güçlenmiş yağmuru mıknatıs gibi içine çekiyor, kendinden aşağıya (belki de yukarıya) tek bir damla da geçirmiyordu.”

Öncelikle burada ağaç dünyayı tehdit eden yağmuru içine alabilen, aslında evrensel boyutlarda (“Karaağaç’ın gölgesi her yanı tuttu”) bir varlık olarak gösterilmiştir. İkincisi ve en önemlisi de şu ki “aşağı” ile “yukarı” parantez içindeki küçücük bir notla anlambilimsel olarak eşitlenmiştir. (Bir parantez bu kadar anlamlı olabilirmiş).

Aşağı ile yukarının böylesine birbirine karıştığı (gökten develerin, aslanların yağdığı rüyalar; yağışın aşağıdan yukarıya doğru yağdığı dağlar vs.) keşmekeşli bir dünyada alışılmış nesnelerin alışılmış yerlerinde kalacağını beklemek abestir. Bir zaman diliminde önemli anlam yükü olan bir gösterge başka bir zaman diliminde anlamsızlaşabilir ya da öyle bir durum oluşabilir ki, bu göstergenin önemi kalmaz. Bazen ise bilinçte kendine esaslı biçimde yer edinmiş kavramların gerçek (!) bir anlamının olup olmadığı bilinemiyor.

“Demek ki bu temel kavramlar öylesine esaslı biçimde yerleşmiş beynime, kalbime ki, onları oradan söküp atmak artık mümkün olmayacak. Su, Yazı, Dağ, Mağara, Ağaç, Köpek ve Kadın… Bazen onların hepsi birbirinin yanında, birbirinin içinde bana Muhteşem Ahengi anımsatır, bazen de değil. Muhteşem Ahenk… Ben bunu biliyorum… Ben bunu artık açıkça söyleyebilirim: Muhteşem Ahenk beni kandırmış”.

Muhteşem Ahengin varlığını fark eden, anlayan, amma onun sadece maddi bir unsuru olan Çiçekli Yazı’yı yorumlamasına (ama yanlış!) izin verilen F. Q. dünyaların birinde yanılıyor, başka bir dünyada ise yanıldığını (veya kandırıldığını) anlıyor.

Romanda kapsamlı felsefi kavramlardan birisi de “Olayların Ufku”dur. Hadiselerin Ufkundan öteki tarafta yaşananlarla bu tarafta yaşananlar arasında tek bir bağlantı noktası var ki, o da F.Q. kendisidr. “Bu Olayların Ufku denen nesne nereden çıktı ve roman yapısı içinde anlamı nedir?” diye bir soru ortaya çıkabilir ve bu soruyu soran da haksız sayılmaz. Çünkü bu kavramla ilgili olarak metin içinde açık şekilde sadece bir paragraf var.

“Bak. Ben elli yıl sigara içtim. Benden dört veya beş yaş büyüktür Mübariz, ilk defa onunla dersten kaçtık. Aynı okuldaydık…” Behram Emminin bakışları uzaklara, “Olayların Ufkuna” takıldı.

“Behram Emmi yine Olayların Ufkuna baktın, hayrola?”

“Olayların Ufku” adını Karaağacın dal dal, yaprak yaprak bizden saklamaya çalıştığı (gerçi bazen bu dallar ve yapraklar aralanarak o ufukları görmemize imkân veriyordu) uzak tepeliklere yarı şaka yarı ciddi ben takmıştım. Elbette orası ufuk olmasına ufuktu, ne kadar istesen de oraya ulaşmak imkânsızdı, ama gözle izlenebilecek kadar da yakındı. Bu uzak ve yakın mekânın değişmeyen bir özü vardı: Hiç… Olayların Ufku ve Hiç… Bunların birleştiği noktada neyse bir şey yaşanıyor mu? Aslında Olayların Ufkunda hiçbir şey yaşanmaz. Hayır, doğrusu şöyle olacaktı; Olayların Ufkunda “Hiç” yaşanıyor. Bunun dışında… Yine de Hiç. Biz orada yalnız kendi istediklerimizi, kendi hayal edebildiklerimizi “görüyoruz”. Orada ise sadece bir “Hiç” var. Orada zaman yok, hafıza yok, sağ yok, sol yok… Aşağı yukarı da yok. Orada “Hiç” yaşanıyor ve “Hiç” ancak orada yaşanabiliyor. Olayların Ufku budur işte.

“Acep ad bulmuşsun… Olayların Ufku.” Gülümsedi ve bir an düşündükten sonra tekrar konuştu: “Evet, ben ne anlatıyordum evlat? Elli yıl sigara içtim ama bıraktığımda hemen bıraktım. Bıraktım gitti. Yavaş yavaş, azaltarak bırakmak isteyenler ancak kendilerini kandırıyorlar.”

Bu paragraf romanın bir bakıma özetidir ve onu çağdaş doğa felsefesi bağlamına oturtmaktadır. Böylece, roman “olay örgüsü”, “karakterler” gibi metinle ilgili kavramları aşarak, insanın ve fani dünyanın evrendeki yerini tartışmaya açıyor. O andan itibaren de düşünmesini bilen okuyucu (başka okuyucuların bu romanı okumasını tavsiye etmem) romanın mevcut metninden kopuyor… Bu noktadan sonra romanı okuyucu davam ettirir ve ya roman kendi kendini yazıyor. Amma nereye kadar? Bence sonsuza kadar. Aslında bu fikir de bana ait değil, “olayların ufku” adlandırılan olgunun özü budur: her şey orada biter ve hiç bir şey bitmez. Zira onun başka bir adı da “kara deliktir”… Enerjinin yutulduğu ve hiç bir şeyin geri dönemediği delik. Varlığı iç içe daireler olarak düşünürsek, bunların merkezindeki daire kara deliktir. Onun çevresinde iki başka daire daha var. En kenardaki daire sükûnet (“barış/huzur”) bölgesidir; ikinci dairede ise hareket var, burada hayat devinir ve buradan zaman zaman bir şeyler koparak kara deliğe yuvarlanır… Ve ışık hızıyla dönmeğe başlar. Oraya düştükten sonra geriye dönmek artık imkânsızdır, yani orası bir yokluk “mekân”ıdır. Teorik olarak geriye dönebilmek için ışık hızından daha büyük bir hız gerekir. Amma doğada böyle bir hız olmadığına (ve ya şimdilik bilinmediğine) göre kara delik her şeyi yutan ve yok eden bir yerdir. Neden “şimdilik bilinmediğine göre” dedim? Çünkü bazen (mecazi de görünse) düşünce hızı bu dönüşü gerçekleştirebilir. Şöyle ki bir şeyi kara delikten kurtarmak onu yoktan var etmek demektir. Bu ise yaratmak eylemidir. Yaratıcı düşünce, yaşamı ölümün pençesinden, ışığı karanlıktan vs. kurtarabilen insandır.

“Unutmağa Kimse Yok…” romanında Olayların Ufku bizi bir anlamda kara deliğin kenarında tutarak, olmuşları ve olabilecekleri göstermektedir. Bu dünyada var olmamış, yaşanmamış şeyler eslinde onların hiç olmadığı anlamına gelmez… Sadece ufkun ötesinde, kara deliktedirler. Her an oradan kurtularak gerçekleşebilirler. Romanda paralel dünyalar anlayışı ve değişik zaman–mekân dilimleri tam da bu fiziksel-felsefi temele dayandırılmıştır. Yazar o kadar elverişli bir teknik uygulamış ki, bir nevi elini uzatarak olayların ufkunun öteki tarafından istediği (o an için lazım olan) şeyi alıp bize gösterebilmektedir. Bizim hiç yaşanmadığını, olmadığını ve olamayacağını sandığımız şeyleri “yoktan var etmekte”, yeni baştan yaratmaktadır. Bu noktadan başlayarak romanın aslında bir canlı varlık olduğunu anlıyoruz. Canlı olan her şeyin de özerk bir yaşamı var, kendini destekleyebilir. Yukarıda “bu noktadan sonra roman kendi kendini yazıyor” derken bunu durumu kastetmiştim.

***

Romanda metnin sınırları dışına çıkan, dünya kültür mirasının temel yapılarıyla ilişkisi kurulabilen durumlar çokça görülmektedir. Böylesi durumlar, bir ucu antik çağ mitlerine, bir ucu ise çağdaş doğa felsefesine dayanan “Unutmağa Kimse Yok…” dünyası ile “gerçek” (artık hangi dünyanın gerçek olduğu tartışmalı hale geldiğine göre tırnak işinde yazıyorum) dünya arasında çok yönlü bağlar kurulmasını destekliyor. Bu bağlantılar her gün gördüğümüz insanların ve yaşadığımız “sıradan” olayların aslında çok da sıradan olmadığını ortaya koyarak, gündelik yaşamımızı (başka dünyaları da içine alan) evrendeki sonsuz yaşama bağlıyor. Bu durum gündelik davranışları, kavgaları, iş yaşamındaki çekişmeleri, hatta bir köy meydanında cereyan eden hadiseleri bile çok farklı bağlamlarda anlamak ve değerlendirmek imkânı sağlıyor.

Romanda “Çiçekli Yazı”nın gizeminin çözülmesi, yeni yazının okunması etrafında yaşanan olaylar, bilim ve kültür camiasının bu çalışmalara katkısı, özellikle bir araştırma enstitüsünde yaşanan süreçler “büyük dünya”nın parçalı yansımalarıdır. Bir yandan da bu parçalar (özellikle çağdaş Azerbaycan’ın bilim ve kültür ortamını yakinen bilen okuyucu açısından) dünyanın zenginliğini ve karmaşıklığını araştırması gereken bilim dünyasının bu olgular karşısındaki aczini ve çaresizliğini de ortaya koymaktadır. Ama evrenin sırları karşısındaki bu çaresizlik yalnız bir bilim araştırma enstitüsü ile sınırlı değil, genel olarak insanlığın evreni anlamak çabasıyla ilgilidir. İnsanların kurduğu enstitülerin, laboratuarların, yaptıkları bilimsel (ve bilim dışı) tartışmaların tamamı evrenin büyük gizemleri karşısında cılız uğraşlardır. İnsanoğlu gerçeğe ulaşamaz, yani evreni sonuna kadar çözemez. İnsanoğlu için en büyük başarı ve en büyük kazanımı böylesi bir gerçeğin var olduğunu anlamak ve oraya geden yollardan birisini açmaktır.