Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Ay’a Yolculuk», page 2

Font:

III. BÖLÜM
BARBİCANE’İN KONUŞMASININ ETKİLERİ

Saygıdeğer başkanın son sözleriyle kopan fırtınayı size tarif etmem imkânsız; çığlıklar, bağırışlar, zafer nidaları, “Yaşa!” sesleri ve Amerikan dilinin yeteceği her türlü ses… Tarifsiz bir curcuna ve gürültü hâkimdi salonda. Bağırdılar, alkışladılar, ayaklarıyla yerlere vurdular. Müzedeki tüm silahlar aynı anda ateşlense bu denli bir gürültü çıkmazdı herhâlde… Ama buna şaşmamak gerek. Bazı topçular en az kendi silahları kadar gürültücü olurlar.

Bu curcunanın içinde Barbicane soğukkanlılığını koruyordu, belki de söyleyecek birkaç sözü daha vardı çünkü suratından ve yaptığı hareketlerden sessizlik istediği anlaşılıyordu, çanı da işe yaramaz olmuştu. Fakat bu isteğine kimse karşılık vermiyordu. Hatta artık sadık meslektaşları onu omuzlarına almış ve daha da gürültücü bir kalabalığın ellerine bırakmak için dışarı taşır olmuştu.

Hiçbir şey bir Amerikalıyı hayrete düşüremez. “İmkânsız” sözcüğünün Fransızca olmadığı söylenir hep. İnsanlar sözlüklerin azizliğine uğramış belli ki. Amerika’da her şey kolaydır, basittir ve mekanik zorluklara gelince… Onlar da daha ortaya çıkmadan çözülürler. Barbicane’in teklifi ve bu teklifin hayata geçirilmesi arasında hiçbir Yanki bir sorun kırıntısı bile görmez. Bir şey ağızdan çıktı mı yapıldı ve bitti demektir.

Başkanın omuzlardaki “seyahati” akşama kadar sürdü. Tam bir fener alayı olmuştu. İrlandalılar, Almanlar, Fransızlar, İskoçlar yani Maryland’de yaşayan herkes kendi dilinde tezahürat yapıyor, “Yaşasın!”, “Aferin!”, “Bravo!” nidaları birbirine karışıyordu.

Sanki tüm bu karmaşanın sebebinin kendisi olduğunu anlarmış gibi duran Ay, çevresindeki tüm ışıkları bastırırcasına parıldıyordu. Herkes bu göz alıcı yuvarlağa gözlerini dikmişti, kimi öpücük yolluyor kimi de sevgi sözcükleri haykırıyordu. Akşam sekizle gece yarısı arasında, Jones Fall Sokağı’ndaki bir gözlükçü opera dürbünü satarak köşeyi dönmüştü bile… Gecelerin kraliçesine kibar bir hanımefendi gibi göz süzüyorlardı. Yankilerde bir sahiplenme duygusu ortaya çıkmıştı. Öyle ki sarışın Phoibe bu cesur fatihlerin malı olmuş, Birlik topraklarına katılmış gibiydi. Fakat düşüncelerinin vardığı son nokta ona bir mermi göndermekten öteye gitmiyordu; yani bir uydu ile de olsa iletişime geçmenin kaba bir yolu. Kabaydı fakat bu, medeni uluslar arasında sıklıkla kullanılan bir yoldu.

Gece yarısı oldu ama heyecanda hiçbir azalma görülmüyordu. Her kesimden insan arasında yayılmıştı; bilim adamları, dükkân sahipleri, tüccarlar, hamallar, başkanlar, “saf” insanlar… Hepsi bu coşku seline kapılmıştı. Mevzubahis olan millî bir teşebbüstü. Zenginiyle fakiriyle tüm şehirden, Patapsco’yu çevreleyen rıhtımlardan, limanda demirli gemilerden neşeden, cin ve viskiden sarhoş olmuş insanlar fışkırıyordu âdeta… Şık barların divanlarına uzanmış beyefendilerden Fells-Point tavernalarından birinde “knock-me-down”3 ile sarhoş olmuş sandalcıya kadar herkes bu konudan bahsetti, tartıştı, karşı çıktı, alkışladı…

Sabaha karşı saat iki sularında, bu curcuna durulmaya başladı. Başkan Barbicane, mahvolmuş bitmiş bir hâlde evine vardı. Herkül bile böylesine bir coşkuya karşı duramazdı. Kalabalık yavaşça cadde ve meydanları boşalttı. Philadelphia ve Washington’dan, Harrisburg ve Wheeling’den gelip Baltimore’da kesişen dört demir yolu, bu her telden insanı barındıran topluluğu alıp Amerika’nın dört bir köşesine taşıdı ve şehir nispeten daha sakin bir hâl aldı.

Fener alayı


Bununla beraber, bu unutulmaz akşam boyunca yalnızca Baltimore’un heyecan dalgasına kapıldığını düşünmek hata olur. Birliğin büyük şehirleri, Teksas’tan Massachussets’e, Michigan’dan Florida’ya, New York, Boston, Albany, Washington, Richmond, Cresccent-City, Charleston, Mobile, hepsi bu sarhoşluğa katılmıştı. Çünkü Gun Club’ın otuz bin muhabir üyesi başkanın mektubundan haberdardı. Onun 5 Ekim’de yapacağı konuşma için hepsi sabırsızlanıyordu. Bu yüzden kelimler hatibin ağzından çıkar çıkmaz telgraf tellerinde saniyede 248.447 mil hızla Birlik’in bütün eyaletlerini dolaşmaya başlamıştı. Şurası kesindir ki Fransa’dan on kat geniş olan Amerika Birleşik Devletleri, “Yaşasın!” sözünü hep bir ağzından bağırmış, gururla şişinmiş, yirmi beş milyon kalp aynı şekilde atmıştı.

Ertesi gün telgraf marifetiyle haberi alan beş yüz kadar gazete ve günlük, haftalık, aylık veya iki aylık derginin hepsi aynı konudan bahsediyordu. Konuyu fiziksel, meteorolojik, ekonomik ve ahlaki açıdan -hatta politik ve toplumsal yönü de dâhil olmak üzere- her yönüyle irdelediler; onun uygarlığa ne gibi katkılar sunacağını, siyasi açıdan ne gibi üstünlükler sağlayacağını tartışıyorlardı. Ay’ın oluşumunu tamamlamış bir gök cismi olup olmadığını, ileride değişime uğrayıp uğramayacağını ele aldılar. Dünya’nın atmosfer oluşmadan önceki hâline mi benziyordu? Yeryüzünden görülemeyen yüzü nasıldı? Şu anda bahsi geçen tek şey sadece bir mermi gönderilmesi de olsa herkes bunu bir dizi deneyin başlangıcı olarak görmeliydi. Herkes bir gün Amerika’nın bu gizemli kürenin en bilinmez gizlerine de ulaşmasını ümit etmeliydi hatta bazıları Ay’ın fethinin Avrupa’daki dengeleri bozacağından endişe etmekteydi.

Bu plan tartışılmaya başlandı başlayalı tek bir kişi bile uygulanabilirliğini sorgulamamıştı. Tüm gazeteler, bültenler, broşürler, bilim, edebiyat ve din dünyasınca yayımlanan tüm yazılar, hepsi bu durumun getirileri üzerine yoğunlaşmıştı. Boston Doğa Tarihi Derneği, Albany Bilim ve Sanat Derneği, New York Coğrafya ve İstatistik Derneği, Philadelphia Felsefe Derneği ve Washington “Smithson Kuruluşu”, Gun Club’a sayısız tebrik mektubu gönderdiler, yardım ve para önerdiler.

Denebilir ki hiçbir tasarının bu kadar çok yandaşı olmamıştı. Kararsızlık, şüphe veya tereddüt ile karşılanmamıştı. Avrupa’dan -hele Fransa’dan- biri çıkıp da Ay’a mermi gönderme düşüncesini alaya alan karikatürler çizse veya şarkılar söylese bunun çok zararını görürdü. Dünyanın hiçbir silahı, böyle bir şeye teşebbüs edecek adamı genel öfkenin hışmından kurtaramazdı. Bazı şeyler vardır ki Yeni Dünya’da onlara gülünmez. O günden sonra Impey Barbicane, Birleşik Devletler’in en önemli vatandaşlarından biri, bir nevi bilimin “Washington”ı oldu. Birçok insanın tek bir kişiye bu denli bağlanmasının hangi noktalara ulaştığını şu olay iyice gösterecektir:

Gun Club’daki o hafızalara kazınan konuşmadan birkaç gün sonra, bir İngiliz kumpanyasının müdürü, Baltimore Tiyatrosunda Shakespeare’in “Kuru Gürültü” adlı eserini sergileyeceklerini duyurdu. Fakat bu isimde Barbicane’in projesine bir dokundurma olduğunu düşünen ahali, tiyatroyu bastı, koltukları parçaladı ve zavallı müdürü oyunu değiştirmeye zorladı. Akıllı bir adam olan müdür, ahalinin isteğine boyun eğdi ve oyunu yine aynı yazarın eseri olan “Beğendiğiniz Gibi” ile değiştirdi. Haftalar boyu da gayet iyi para kazandı…

IV. BÖLÜM
CAMBRIDGE GÖZLEMEVİ’NİN CEVABI

Barbicane ise maruz kaldığı bu coşkuyla uğraşarak bir dakikasını bile harcamadı. İlk işi meslektaşlarıyla Gun Club’ın yönetim kurulu odasında buluşmak oldu. Biraz tartışıldıktan sonra, bu girişimin astronomiyle ilgili kısımlarında uzmanlara danışmaya karar verdiler. Onlardan cevap gelince işin mekanik kısmını tartışacaklardı ve bu büyük girişimin başarıya ulaşması için eksik hiçbir şey bırakılmayacaktı.

Gayet açıkça yöneltilmiş soruların olduğu bir mektup kaleme alındı ve Massachusetts’te bulunan Cambridge Gözlemevi’ne gönderildi. Birleşik Devletler’in ilk üniversitesinin bulunduğu bu şehir, astronomi kürsüsüyle ün salmıştır. Orada en seçkin bilim adamlarını bulabilirsiniz. Bond’un Andromeda Nebula’sını, Clarke’ın da Sirius Yıldızı’nı keşfetmesini sağlayan güçlü teleskop da buradadır. Yani bu ünlü kurum, Gun Club’ın tüm güvenini hak ediyordu.

İki gün sonra, gözlemevinden heyecanla beklenen cevap mektubu Başkan Barbicane’in ellerindeydi.

Şunlar yazıyordu:


Cambridge Gözlemevi


Cambridge Gözlemevi Müdürü’nden Baltimore’daki Gun Club Başkanı’na

CAMBRIDGE, 7 Ekim

6 Ekim tarihinde Baltimore’daki Gun Club üyeleri adına gönderdiğiniz mektubu alır almaz çalışanlarımız hemen toplandı ve size bu şekilde bir cevap yazılması kararlaştırıldı:

Bize yöneltilen sorular şöyleydi:

1. Ay’a bir mermi göndermek mümkün müdür?

2. Ay’la Dünya arasındaki mesafe tam olarak ne kadardır?

3. Uygun bir hızla fırlatılan mermi ne kadar sürede Ay’a ulaşır? Ve Ay’da belirli bir yere inmesi için ne zaman fırlatılması gereklidir?

4. Ay ne zaman merminin hedefi bulmasına en uygun konumda olacaktır?

5. Mermiyi fırlatacak olan topla nereye doğru nişan alınmalıdır?

6. Mermi fırlatıldığında Ay gökyüzünde ne konumda olacaktır


İlk soruyla başlarsak: “Ay’a bir mermi göndermek mümkün müdür?”

Cevap: Evet, saniyede 12.000 yarda hızla fırlatılırsa yapılan hesaplamalara göre ihtimal dâhilindedir. Dünya’dan uzaklaştıkça, yer çekim gücü uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani, uzaklık üç kat artarsa yer çekimi dokuzda bire düşer. Bunun sonucunda merminin ağırlığı azalır ve Ay’ın çekim gücünün Dünya’nın çekim gücünün yerini aldığı noktada, yani yolculuğun 47/52’sinde sıfıra inmiş olur. O noktada artık merminin bir ağırlığı olmaz ve sadece Ay’ın çekim gücü sayesinde Ay yüzeyine iner. Bu girişimin teorik olasılığı böylece kesin bir şekilde görülmüş olur. Başarısı ise yapılacak olan makinenin gücüne bağlıdır.

İkinci soruya gelirsek: “Ay’la Dünya arasındaki mesafe tam olarak ne kadardır?”

Cevap: Ay, Dünya’nın etrafında tam bir daire çizerek dönmez. Bir odak noktasında Dünya’nın bulunduğu bir elips çizer. Bunun sonucu olarak da bazen Dünya’ya yaklaşır, bazen de uzaklaşır; astronomik dilde karşılığı ise bazen yeröte bazen yerberi olur. En yakın ve en uzak olduğu noktalar arasındaki fark göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Aslında, yerötesi iken Ay 247.552 mil uzaktayken yerberi konumdayken 218.657 mil uzaklıktadır. Aradaki fark ise 28.895 mildir ki bu da tüm mesafenin dokuzda birine tekabül eder. Böylelikle yerberi konum bizim hesaplamalarımızda esas alacağımız konumdur.


Üçüncü soru: “Uygun bir hızla fırlatılan mermi ne kadar sürede Ay’a ulaşır? Ve Ay’da belirli bir yere inmesi için ne zaman fırlatılması gereklidir?”

Cevap: Eğer atılan mermi saniyede 12.000 yarda hızını koruyabilirse, dokuz saatlik bir yolculuk sonunda hedefe ulaşır. Fakat başlangıç hızı giderek azalacağı için, Ay ve Dünya çekimlerinin eşit olduğu noktaya varması 300.000 saniye sürecektir yani 83 saat 20 dakika. Bu noktadan sonra 50.000 saniye -yani 13 saat 53 dakika- boyunca Ay’a doğru düşecektir. Sonuç olarak Ay’ın hedeflenen bölgesine varması 97 saat 13 dakika 20 saniye sürecektir.


Dördüncü soru: “Ay ne zaman merminin hedefi bulmasına en uygun konumda olacaktır?”

Cevap: Yukarıda anlatılanlar da göz önünde bulundurularak ilk olarak ayın yerberi olduğu konum ve başucu noktasından geçtiği an seçilmelidir. Böylelikle alınacak yol yerkürenin yarıçapına eşit bir uzaklık yani 3.919 mil daha kısalacaktır ve geriye 214.976 millik bir yol kalacaktır. Her ne kadar Ay her ay yerberi konumdan geçse de her zaman aynı anda başucu noktadan da geçmeyebilir. Bu iki olayın aynı anda gerçekleşmesi uzun aralıklarla meydana gelir. Böylelikle bu iki durumun çakıştığı anı beklemek gerekecektir. Şansımıza, önümüzdeki sene 4 Aralık günü bu iki olay çakışacaktır. Gece yarısı Ay yerberi konumda bulunacak, yani Dünya’ya en yakın olduğu konumda ve aynı zamanda da başucu konumundan geçiyor olacak.


Beşinci soru: “Mermiyi fırlatacak olan topla nereye doğru nişan alınmalıdır?”

Cevap: Önceden belirtilen durumlara istinaden, top yerin başucu noktasına çevrilmelidir. Böylelikle atış ufuk çizgisine dikey olarak yapılabilir ve mermi olabilecek en kısa sürede yer çekimi alanının dışına çıkmış olur. Fakat Ay’ın bir yerin başucu konumunda olması için o yerden daha yüksek bir enlemde olmaması yani 0° ile 28° kuzey veya güney enlemler arasında bulunması gerekir. Diğer her noktada atış meyilli olur ve bu da deneyin başarısını tehlikeye atar.


Altıncı soru: “Mermi fırlatıldığında Ay gökyüzünde ne konumda olacaktır?”

Cevap: Merminin uzaya fırlatılacağı anda, günde 13° 10’ 35’’ ileri doğru hareket eden Ay, bu rakamın dört katı yani 52° 42’ 20’’ uzaklıkta olacaktır. Bu, merminin yol alacağı süre içinde Ay’ın alacağı yola eşittir. Aynı zamanda yerkürenin dönüşü sebebiyle merminin ne kadar sapacağı da hesaba katılmalıdır. Mermi Ay’a ancak on altı yerküre yarıçapına eşit bir sapmadan sonra varacağı için ve bu da yerküre yörüngesi üzerinde hesaplandığında on bir derece ettiğinden bu on bir derece de sayıya eklenmelidir. Yani yuvarlak bir hesapla altmış dört derece elde edilir. Sonuç olarak merminin fırlatılması anında, Ay’ın görünür yarıçapı, bulunulan noktadan çıkan dikey çizgiyle altmış dört derecelik bir açı yapmalıdır.

Gun Club üyelerinin Cambridge Gözlemevi’ne yönelttiği sorulara cevabımız böyledir.

Özetlersek:

1. Top 0° ve 28° kuzey veya güney enlemleri arasında bir yere konumlandırılmalıdır.

2. Direkt olarak başucu noktasına doğrultulmalıdır.

3. Mermi saniyede 12.000 yarda hızla atılmalıdır.

4. Gelecek yıl 1 Aralık günü saat 10’u 46 dakika 40 saniye geçe atılmalıdır.

5. Fırlatılmasından dört gün sonra ayın dördünde gece yarısı, Ay başucu konumdayken hedefine varacaktır.


Yani Gun Club üyeleri hiç gecikmeden böylesine bir girişim için gerekli işleri yapmaya koyulmalıdır ve kararlaştırılan vakitte işlerini bitirmelidir çünkü önümüzdeki sene 4 Aralık gününü kaçırırlarsa Ay’ın aynı başucu ve yerberi konumuna gelmesi için on sekiz yıl on bir gün beklemek zorunda kalacaklardır.

Cambridge Gözlemevi çalışanları, her türlü teorik astronomi sorusuna cevap bulmak için hizmetinizdedir ve tüm Amerika’nın kutlamalarına kendi tebrikleriyle katılırlar.

Gök Bilim Kürsüsü Adına,

J. M. Belfast,
Cambridge Gözlemevi Müdürü

V. BÖLÜM
AY’IN HİKÂYESİ

Dünya’nın çevresinde döndüğü o bilinmez merkezde duran ve inanılmaz keskin bir görüşe sahip bir gözlemci olsaydı, evrenin kaos dönemi boyunca uzayı kaplayan milyonlarca atomu görebilirdi. Asırlar geçtikçe yavaş yavaş bir değişim meydana geldi. Çevredeki tüm atomların boyun eğdiği bir çekim kuvveti oluştu. Bu atomlar kimyasal eğilimlerine göre birleşti ve molekülleri meydana getirdi, gökyüzüne serpiştirilmiş olan nebula kümelerini oluşturdu.

Bu kümeler oluşur oluşmaz kendi merkezleri etrafında dönmeye başlamışlardı. Belirsiz moleküllerden oluşan bu merkez, kademeli olarak yoğunlaşması esnasında kendi ekseninde döner olmuştur. Ve mekanik biliminin değişmez kuralları gereği, hacmi küçüldükçe dönme hızı artmıştır ve bu etkinin devam etmesiyle sonuçta bulutsu kümenin içinde tek bir ana yıldız doğmuştur.

Yukarıda bahsi geçen hayalî gözlemci, dikkatle incelerse yığının diğer moleküllerinin de merkezdeki yıldız gibi hareket ettiğini, yoğunlaşarak daha da hızlı dönmeye başladığını ve merkez yıldızın etrafında sayısız farklı yıldız oluştuğunu görürdü. Günümüzde gök bilimcilerin 5.000 kadar olduğunu belirttiği nebulalar böyle oluştu.

Bu 5.000 nebula arasında, her biri kendi Güneş Sistemi’nin merkezi olmuş on sekiz milyon yıldızın barındığı Samanyolu da vardır.

Eğer gözlemcimiz bu on sekiz milyon yıldız arasında en gösterişsiz ve en sönük olanlarından birini, yani bir dördüncü sınıf yıldızı, kibirli bir ifadeyle Güneş denileni yakından incelerse evrenin oluşumunda yer alan tüm olaylar teker teker önünde canlanır. Aslında, bu Güneş’i hâlen gaz hâlindeyken ve hareketli moleküllerden oluşmuş vaziyetteyken, yoğunlaşmak için kendi etrafında dönerken görebilir. Mekanik yasalarına uyan bu hareket, hacmin küçülmesiyle hızlanır ve belli bir zamanda molekülleri merkeze süren merkez güç, merkezkaç kuvveti tarafından aşılır.

O zaman gözlemcimizin gözü önünde başka bir olay meydana gelir; Güneş’in tam orta düzleminde dizili olan moleküller ipi kopan bir sapandan fırlamışçasına gidip Güneş’in etrafında Satürn’ünkine benzer birden çok orta merkezli halka meydana getirir. Kendi etrafında dönen kozmik madde niteliğindeki bu halkalar da merkezdeki kitle etrafında dönmeye başlar ve ikinci derece bulutsular hâlinde kırılıp çözülürler, yani birer gezegen hâlini alırlar. Bu gezegenlerin de hepsi bir veya iki halka ortaya çıkarır ki bunlar da bizim uydu olarak adlandırdığımız ikincil kütlelerin kaynağı olur.

Böylelikle, atomdan moleküle, molekülden bulutsu kütleye, ondan ana yıldıza, yıldızdan güneşe, güneşten gezegene, oradan da uyduya; Dünya’nın ilk gününden itibaren gökyüzünde olan olayların tümüne şahit olmuş oluruz…

Güneş yıldızlar âleminde kaybolmuş gibi görünse de hâlihazırdaki bilimsel teorilere göre Samanyolu adlı bulutsuya bağlıdır. Bir sistemin merkezinde olan Güneş, esirimsi alanların ortasında ne kadar küçük görünürse görünsün aslında çok büyüktür. Yerkürenin 1.400.000 katıdır. Kâinatın ilk dönemlerinde kendi derinliklerinden çıkmış sekiz gezegen döner çevresinde. Bunlar isimleri kendisine en yakından en uzağa şöyledir: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün. Ayrıca, düzenli olarak Mars ile Jüpiter arasında dolaşan daha küçük gezegenler de vardır. 97 tane olduğu teleskopla tespit edilmiş olan bu gezegenlerin kırılıp da binlerce parçaya ayrılmış bir yıldızdan koptuğu düşünülebilir.

Çekim gücüyle Güneş’in yörüngesinde kalan bu “katılımcı”ların birkaçının kendi uyduları vardır: Uranüs sekiz, Satürn sekiz, Jüpiter dört, Neptün büyük ihtimalle üç ve Dünya da bir uyduya sahiptir. Bu sonuncu ve Güneş Sistemi içinde en önemsiz olana Ay diyoruz ki işte girişimci Amerikan zekâsı onu fethetmek için yola çıkmıştır!

Ay, görece yakınlığı ve farklı evrelerinde sürekli değişen görüntüsüyle Güneş’le beraber insanoğlunun dikkatini çekmiştir hep. Fakat Güneş’e bakmak insanın gözlerini yorar; ışığının parlaklığı bakan gözleri yere indirir.

Buna karşılık sarışın Phoibe, insanları daha çok sevdiğinden mütevazı zarafetiyle kendisini gösterir. Zevkle seyredilir, pek hırsı yoktur fakat ara sıra kardeşi Apollon’a baskın çıkmaya kalkıştığı olur, hem de kendisini hiçbir zaman onun gölgesinde bırakmaksızın. Müslümanlar, Dünya’nın bu sadık dostunun kıymetini bildiklerinden aylarını onun hareketine göre ayarlamışlardır.

İlk insan toplulukları bu erdemli tanrıçaya özgü bir ibadet geliştirmişlerdir. Mısırlılar ona İsis, Fenikeliler Astarte derler. Yunanlılar ona Leto ile Zeus’un kızı Phoibe diye taparlardı. Ay tutulmasının açıklaması onlara göre Diana’nın yakışıklı Endymion’a yaptığı ziyaretlerdi. Mitolojik efsanelere bakılırsa Nemea aslanı yeryüzüne gelmeden önce Ay’daki kırları dolaşmıştır ve Plutarkhos’ta adı geçen Ozan Agesianax, güzel Selene’in o tatlı bakışlarını, o hoş burunla nazik ağzını dizeleriyle yücelmiştir.

İlk Çağ’daki insanlar ayın karakterini, tabiatını, kısacası mitolojik açıdan manevi özelliklerini iyice kavramışlardır ama en bilgilileri bile selenogrofi bakımından çok cahildir.

Yine de geçmişteki birçok gök bilimcinin bulduklarını günümüzün bilimi doğrulamaktadır. Arkadyalılar Ay’ın var olmadığı bir zamanda yeryüzünde yerleştiklerini iddia etmişlerdir, Tatius Ay’ı Güneş’ten kopmuş bir parça olarak görmüştür; Aristo’nun öğrencisi Klearkhos onu üzerine okyanus imgeleri yansıyan ayna yapmıştır; bazıları da onun yerküreden yayılan buharların oluşturduğu ve kendi çevresinde dönen bir yığın olduğunu söylemişlerdir ancak hiçbir optik alete sahip olmayan birkaç bilgin Ay’ın yasalarını sezmişlerdir.

Bunlardan Miletli Tales MÖ beşinci yüzyılda, Ay’ın ışığını Güneş’ten aldığını söylemiştir, Samoslu Aristarkhos ise Ay’ın evrelerinin gerçekçi bir açıklamasını yapmıştır. Kleomena ayın parlamasının sebebinin yansıyan bir ışık olduğunu öğretmiştir. Kaldeli Berosos, yerküre çevresinde dönüşüyle kendi çevresinde dönüş sürelerinin aynı olduğunu göstermiş ve böylece Ay’ın hep aynı yüzünü gördüğümüzü belirtmiştir. Hipparkhos ise Hristiyanlığın ortaya çıkışından iki yüz yıl evvel uydumuzun devinimlerinde bazı düzensizlikler gözlemlemiştir.

Bütün bu gözlemler yıllar sonra ispatlanmış ve yeni gök bilimcilere faydası dokunmuştur. Hipparkhos’un, Ay’ın dalgalanımlı yörüngesinde seyrederken Güneş’in etkisine maruz kalıp birtakım düzensizlikler sergilemesi konusundaki kaydettiklerini, ikinci yüzyılda Ptolemaios, onuncu yüzyılda Arap âlimi Ebul Vefa tamamlamışlardır. Daha sonra on beşinci yüzyılda Kopernik ve on altıncı yüzyılda Tycho Brahé, Dünya’nın içinde bulunduğu sistemi ve Ay’ın gök cisimleri arasındaki konumunu açık bir şekilde meydana koymuşlardır.

Galileo’dan önce Ay’ın hareketleri büyük ölçüde belirlenmişti, buna rağmen fiziki özellikleri hakkında bilinenler azdı. Ay’ın belli evrelerindeki ışık olaylarını dağların varlığıyla açıklayan ve bu dağlara ortalama olarak 27.000 fitlik bir yükseklik biçen Galileo olmuştur. Ondan sonra, Dantzig’li bir gök bilimci olan Hévelius, bu yüksekliği 15.000’e çekmiştir fakat Riccioli’in hesaplamaları bu yüksekliği yeniden 21.000 fitlere çıkarmıştır.

18. yüzyılın sonuna doğru Herschel, gayet güçlü bir teleskobun yardımıyla bu bahsi geçen rakamları en üst seviyede 11.400 fit olarak belirlemiştir. Ayrıca farklı yüksekliklerin ortalamasını da 2.400 fitten biraz yukarı çekmiştir. Fakat Herschel de yanılıyordu. Sonunda bu sorulara noktayı, Shrœter, Louville, Halley, Nasmyth, Bianchini, Pastorf, Lohrman, Gruithuysen’in gözlemleri ve en çok da Bay Bœer ile Bay Moëdler’in çalışmaları koymuştur. Bugün Ay’daki dağların yüksekliği bu bilginler sayesinde kesin olarak bilinmektedir. Bu bilginler, içlerinde altı tanesinin 15.000 fiti, on iki tanesinin de 14.500 fiti aştığı toplam 1.905 farklı yüksekliği ölçmeyi başarmışlardır. Bunlardan en yükseği 22.606 fit yüksekliktedir.

Bununla Ay’ın incelenmesi de tamamlanmıştı. Kesinlikle kraterlerle kaplıydı ve volkanik yapısı her gözlem esnasında seçilebiliyordu. Gölgesinde gizlenen gezegenlerde herhangi bir ışık kırılması olmamasından yola çıkılarak Ay’ın atmosferi olmadığı sonucuna ulaşılmıştı. Hava yokluğu su yokluğunu da beraberinde getirmişti. Yani bu koşullar altında yaşayabilmeleri için Ay’daki canlıların kendilerine özgü bir yapıda ve Dünya’da yaşayan insanlardan oldukça farklı olmaları gerektiği sonucuna ulaşılmıştı.

Ayrıca, gayet gelişmiş aletler sayesinde Ay’ın yüzeyi tek bir bakılmadık nokta kalmadan incelendi ve çapı 2.150 mil, yüzeyi yerkürenin on üçte biri ve hacmi de kırk dokuzda biri olarak hesaplandı. Tek bir sırrı bile gök bilimcilerin gözünden kaçamadı. Bu hünerli âlimler şaşırtıcı gözlemlerini daha da ileri taşıdılar.

Şu anlaşıldı ki dolunay hâlindeyken Ay’ın bazı kısımları beyaz çizgili, diğer evrelerdeyken ise siyah çizgili olarak görülüyordu. Daha büyük titizlikle çalışıldı ve bu çizgilerin anlamı bulundu. Bunlar birbirine paralel olan yükseltiler arasına kazılmış uzun ve dar oluklardı ve genellikle yanardağ ağızlarını çevreliyordu. Uzunlukları on ila yüz mil arasında değişiyordu ve genişlikleri ise 1.600 yarda idi. Gök bilimciler bunları gedik olarak adlandırmaktan ileri gidemediler. Bu gediklerin kurumuş dere yatakları olup olmadığı konusuna bir açıklık getiremediler.

Amerikalılar bir gün bu jeolojik olguyu çözümlemeyi umuyorlardı. Ayrıca Münihli tanınmış bir profesör olan Gruithuysen’in Ay’ın yüzeyinde keşfettiği ve Ay’da yaşayan mühendislerin yaptığını öne sürdüğü paralel surların gerçekte ne olduğunun bulunması konusuna da el attılar. Bu iki konu ve bunlar gibi daha nicesi Ay’a ayak basmadan cevaplanamayacaktı.

Işık yoğunluğuna gelince; o konuda öğrenilecek bir şey kalmamıştı artık. Güneş ışığından 300.000 kat daha zayıf olduğu biliniyordu ve termometrelerce ölçülebilen bir ısısı da yoktu. “Solgun ışık” olayı olarak da bilinen konuya gelince… Ay’ın ilk ve son evreleri arasında görülen bu ışık, yeryüzünün Ay’a yansıttığı Güneş ışığının etkisiyle oluşmaktaydı.

İşte Dünya’nın uydusu hakkında edinilmiş tüm bilgi bundan ibaretti… Gun Club da bu bilgileri kozmolojik, coğrafik, politik ve ahlaki açıdan tamamlamaya hazırdı…

3.Sert bir içki türü. (ç.n.)

The free excerpt has ended.

Age restriction:
0+
Release date on Litres:
09 August 2023
Volume:
22 p. 38 illustrations
ISBN:
978-625-6485-62-4
Publisher:
Copyright holder:
Elips Kitap

People read this with this book

Other books by the author