Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Kaharlı Altay»

Font:
JAKSILIK SAMİYTULI

8 Mayıs 1940 tarihinde, günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan Doğu Türkistan’ın Altay-Jemeney-Jeke Lastı bölgesinde dünyaya gelen Jaksılık Samiytulı, 1959 senesinde, Doğu Türkistan (Sinkiang) Enstitüsünün Edebiyat Fakültesini bitirdi. 1979 yılından itibaren, Doğu Türkistan’daki “Altay Ayası” dergisinde, daha sonra da “Sinkiang” Doğu Türkistan Televizyonunda dublaj merkezinin editörü olarak çalıştı. Kazakistan’ın bağımsızlığından sonra, Doğu Türkistan’da yaşayan Kazakların ilk grubunun liderlerinden birisi olarak, Kazakistan’ın Almatı şehrine gelip yerleşti. Samiytulu, bu tarihten îtibâren, Al Farâbî Kazak Millî Üniversitesinin Şarkiyat Fakültesinde Çince ve Çin Edebiyatı dersleri verdi ve Şubat 2007 tarihinde emekliye ayrıldı.

Jaksılık Samiytulı, 1958’de, Doğu Türkistan’da “Yerel Milliyetçiliğe Karşı Mücadele Kampanyası”nın “Sağcılığa Karşı Savaş” hareketi sırasında, “milliyetçilik” suçlamasıyla 20 yıl hapse mahkûm edildi. Kazak ve Çin edebiyatı yanında dünya klâsiklerini de gayet iyi bilen yazar, serbest kaldıktan sonra, on yıldan kısa bir süre içinde 10 kadar roman ve 50 civarında kısa hikâye yayımladı. Ata Mekân (1983), Dağ Meltemi (Tav Samalı, 1985), Ak Dilek (Aq Tilek, 1990 ); Aq Işın (Aq Savle, 1992) isimli romanları bunlar arasındadır. “İkinci Düğün” (Ekinçi Toy) ve “Ana Sütü” hikâyeleriyle “Ata Mekân” romanı, yalnız Doğu Türkistan’da değil, bütün Çin coğrafyasında dikkat çekti.

Jaksılık Samiytulı, 1993 senesinden îtibâren Kazakistan’da yaşamaya başladı. Almatı’da, hem üniversitedeki görevlerini hem de edebiyat sahasındaki çalışmalarını sürdürdü; hatta eskiye oranla daha da verimli yıllar geçirdi. Bu dönemde, Doğu Türkistan’daki Kazakların birçok sahadaki özelliklerinin haritasını açıkça ortaya koyan “Kıtay’daki Kazaklar” isimli eseri, 2000 senesinde Dünya Kazakları Vakfı tarafından Almatı’da basıldı. Bundan sonra, üç roman ve 30 kadar kısa hikâye daha yazdı.

Jaksılık Samiytulı’nun eserleri ve edebî değeri, Kazakistan edebî muhitinin de dikkatini çekti. “Ake Beyiti” (Baba Mezarı) hikâyesi, Kazakistan’da 1996 yılında seçilen en iyi hikâyeler arasında yer aldı. Bu hikâye, ABD’de çıkan World Literature Today isimli dergide de basıldı.

Jaksılık Samiytulı, 1995’ten itibaren, üç cilt olarak hazırladığı ve 1996, 2001, 2004 yıllarında Almatı’da bastırdığı “Sergeldeng” (ikilem anlamında düşünülebilir) isimli üç ciltlik eserinde, Kazakistan’ın doğu sınırları dışında yaşayan Kazakların siyâsî ve târihî mücadelesini anlattı. Kaharlı Altay; Sergeldeng üçlemesinin son cildidir.

Osman Batur’un destânî hayatını konu edinen elinizdeki bu roman, Doğu Türkistan Kazaklarının hayatından gerçekçi kesitler sunmaktadır.

Bu romanın baş kahramanı olan OSMAN BATUR, yaşamış bir kahramandır. 1899 senesinde Altay Dağlarında Aytuvgan boyundan olup, Kürti’de doğmuştur.

Osman Batur, Doğu Türkistan’ın Altay bölgesinde 1930’lardan sonra başlayan istiklâl mücadelesine, 1940 senesinde aktif olarak katılmış ve bu mücâdeleyi Sovyet Rusya, Çin ve Dış Moğolistan idarelerine karşı bizzat yürütmüştür.

Osman Batur’un ciltlere konu olacak destansı hayatı, eşine az rastlanacak kadar olağanüstü cesaret, irade, dayanıklılık, akıllılık ve ileri görüşlülük örnekleriyle doludur. Bu eşsiz kahramanın hayatına 28 Nisan 1951 tarihinde bütün Kızıl Çin’e hakim olan Maoist güçler tarafından son verilmiştir.

Osman Batur ve Doğu Türkistan’daki Kazak ve Uygur Türklerinin davası sadece Türk ve İslâm dünyasında değil, Batıda da çok yankı bulan konular arasındadır. Bu konuda hem akademik hem de popüler sahada birçok makale ve kitap yayınlanmıştır.

Romanda adı geçen Osman Batur, Canımhan Hacı, Alibek Hakim gibi tüm Kazak ve İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra, Mesut Sabri Baykuzu, Ahmetcan Kasımî gibi tüm Uygur kahramanların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, rahmetle anıyoruz..

M.H. Kazakkızı

I

Bir bölük askerle otuz deveye yüklenmiş silah ve mühimmatı Jemeney sınırından getiren Ziyakan, yedi günlük yolculuğun sonunda Zuvka1(Süha)’nın Kuyusundan geçmişti. Kürti Nehrinin Ku Ertiş Nehrine kavuştuğu yerde biraz dinlendi. Hep geceleri yol almıştı. Buraya vardığında şafak vaktiydi. Taşıdığı yükleri Ku Ertiş’in bir dönemecinde bulunan kayaların altındaki sık ağaçlıklı bir yere indirdi; develeri bakıma, dinlenmeye gönderdi. Bu mevsimde bu bölgeye henüz bahar gelmemiş olsa da hiçbir zaman başka sürülerin ulaşamadığı bu noktada, geçen seneden kalma otlar hâlâ vardı. Develer bütün kış boyu kar altında kalan ve ancak yeni yeni görünmeye başlayan etek büyüklüğündeki koca yaprakları koparıp yemişler, sonra da geviş getirmeye başlamışlardı. Bazı develer tuz ihtiyaçlarını gidermek için yeşil ağaçların budaklarını kabuklarını bile kemiriyorlardı.

Askerlerin bir kısmı ileriye gözetleme ve nöbet için gönderilmiş, kalanları da yemek derdine düşmüştü. Ziyakan’ın uzun süredir yamçılığını2 yapan ve artık sırdaş olan ihtiyar yoldaşı Masakbay da, aceleyle bir çay içimlik süt almak için maya3yı sağmaya girişmişti. Gayesi bu bir çay içimlik sütle efendisinin gönlünü almaktı.

Ulıbay Kuyusu’ndaki savaşta bir omuzunu yaralayan kurşunu hâlâ vücudunda taşıyan Masakbay, bir an geçmiş günlere döndü. Sarsümbe şehrindeki askerî hastaneye gönderilmişti. Etrafı yüksek beyaz çınarlarla çevrilmiş, Kıran Nehri kıyısındaki hastanede Masakbay bir ay kadar yatmıştı. Tepeden tırnağa beyazlar giymiş, ağızları maskeli ancak sadece masmavi gözleri görünen Rus doktorları onun omuzundaki kurşunu kolayca çıkarmışlar. Masakbay buna şaşırmıştı. Önceleri savaşta yaralananlar ne kadar dayanıklı, iri vücutlu olsalar da birkaç gün içinde ağırlaşır, yaraları kötüleşir, iltihaplanır, ateşi çıkar ve nihayetinde dünyaya veda ederlerdi. Ama burada herşey başkaydı… Yeter ki kirpiği kıpırdasın, canı çıkmamış olsun kâfi; iki üç gün demeden iyileşme belirtileri görülmeye başlıyordu. Üstelik el ve ayakları kopmuş, hatta bağırsakları çıkmış olanların bile çoğu kurtulmuştu. Bunların arasında Masakbay da çabucak iyileşmişti.

Bu sırada, ona geçmiş olsun demek için hastaneye Ziyakan da gelmişti. Geçen sene yaylaya çıkıldığında, Osman Batur’un yaşadığı avula giderken yaşadıkları bir olay sebebiyle Ziyakan onu yamçılıktan çıkarmıştı. O zamandan beri ilk defa karşılaşıyorlardı.

– O sırada yaptıklarından sonra seni bir daha göreceğimi sanmıyordum, dedi Ziyakan, eski küslüklerini hatırlatırcasına.

– Ya. İnsan görmeyeceğim dediği yeri üç kere görürmüş; at, gitmeyeceğim dediği yere üç kere gidermiş derler, diye sırıttı Masakbay saf saf.

– Tam kıvamında, genç gelindi. Elimden kaptın aldın.

– Eskiden Mukırtay’da konakladığımız gece, Köpen’in gelinini de sen benden kapmıştın. Çok zoruna gidiyorsa onun öcünü almış oldum!” diye kıkırdadı Masakbay. Bunun üzerine

– Anlaşıldı, ben de öyle düşünmüştüm, diye yumuşamaya başlayan Ziyakan.

Senin gibi işe yaramazlar işte öyle kinci olurlar. Neyse ben onu unuttum. Şimdi çoluk-çocuk, hanım-manım yok. Kıymet bilen de yok. Sorumluluk ağır; çok keyifsiz, umutsuz bir hâldeyim. Onun için, hiç olmazsa arada sırada nükteli sohbetlerinle biraz gülümseriz, rahatlarız, diye seni özellikle aradım. Kulağımızın dibinden kurşunların vınlayarak geçtiği günlerdeyiz, daha ne kadar ömrümüz kaldı kimbilir? Bundan sonraki hayatımızda beraber olalım. Kabûl edersen, komutanlardan izin alırım. Sana da ziyanı olmaz. En öndeki safta Osman Batur’un kurşunlarına gövdeni hedef etmekten, hurralayarak öne çıkmaya çalışmaktansa, benim yanımda olmak işine gelir. Gördün mü, Osman’ın adamları nasıl nişancı, ha? dedi Ziyakan, özellikle Masakbay’dan birşeyler öğrenmek amacıyla.

– Şeytan da olabilirler, serap da olabilirler. Kahramansan, onlar gibi ol! dedi Masakbay.

Ziyakan kafasını salladı.

– Ancak dikkatli konuş! dedi gerçek dostluğunu göstermek niyetiyle.

Boyu kısa olduğu için devenin karnından biraz daha yüksek görünen Masakbay’ın vücudu zayıf, ama çocuk gibi hareketli, eli ayağı çabuktu. Atla seyahate çok yatkındı. Bu evsiz yurtsuz hayattaki yemek derdini çözmekte de oldukça becerikliydi. Şimdi de o, kara mayanın memesine vura vura, bir çay içimlik süt sağmayı becererek geri geldi.

Jemeney sınırındaki satış merkezinden aldığı çay tabletlerinden birini bolca kırdı ve çaydanlığa koydu. Ziyakan ile birlikte, bu oldukça demli çayı ortalarına alarak iştahla kahvaltıya giriştiler. Uzun süreden beri eve uğramadan kırlarda vakit geçirse de Masakbay’ın yaşadığı yerlerde her zaman bolluk olurdu. Şimdi de bu tüysüz heybenin dibinde, çoktan beri buzlukta beklemiş aş gibi duran koyunun budu, çayın içinde ısıtmak için ince ince doğranmış, dört köşe kesilmiş bavırsak, Rusların nöbet şekeri ve tandırda pişmiş ekmek vardı. Ziyakan’ın elinde saplı demir kupa, Masakbay’ın elinde kara saplı maşrapa. Her ikisi de, hafif donmuş yemekleri kendi kupalarına doldurarak iştahla yemeye başlamışlardı.

Aniden yakınlarda bir silah sesi duyuldu. Rus yapımı beş atarın sesiydi bu. Uzak bir yerlerdeki hedefe gitti ve boğuldu. Ziyakan, yemeğini tam ağzına götürürken durdu ve silah sesinin geldiği tarafa bakakaldı. Gözünü bir noktaya dikerek bir süre sessiz ve hareketsiz bekledi. Sonra bir karara varmış gibi aceleyle:

– Haydi tez bitir. Ata binelim, dedi. Kupasına doldurduğu yemeği aceleyle bitirmeye çalışıyordu..

Bir tarafı Kürti, diğer tarafı Köktogay ve Kara Tünke olan bu bölge, tam bu sıralarda tehlikeli bir mevki sayılırdı. Boğaz boğaza mücadelenin cereyan ettiği yer, burasıydı. Osman Batur mücahitlerinin ileri güçleri Sarıtogay, Şekürtü ve Öndirkara’ya doğru her yönden gidiyorlarsa da onların arkasında, Ulu Dağ’ın girinti çıkıntılarında pusuda yatmakta olan bölümlerinin olması ihtimâli de vardı. Özellikle yeni cephe olacak olan Kubı’nın kumlarından buralara kadar uzanan saha, adeta bir çöl gibidir. Sığınmak ve saklanmak için çalı dibi bile bulamazsın. Osman, çok mücadele etmeden kolayca geri çekiliverdi. Sovyet Destekli Millî Orduyu bu çöle çekerek, bu sipersiz sahrada saldırmayı planlamış olması şaşırtıcı değildi.

Her iki tarafına da ikişer nöbetçi diken Ziyakan, yanındaki Masakbay’la birlikte atını tırısa kaldırdı. Çevreyi en iyi kolaçan edebileceği tepenin zirvesine ulaştığında, yayan ve yalnızdı. Etrafa dürbünle baktı. Uzakta Kürti’nin inişli yokuşlu arazisi, Ku Ertiş Nehri’nin uzayıp giden silueti, beride Akdalanın halı misali serilmiş geniş sahrası; gözün gördüğü her yer sükûnete bürünmüş. Askeri birliğe rastlamak şöyle dursun, bir tek nefer bile yoktu ortalıkta. Sadece Ku Ertiş Nehrinin bir kenarından, biraz evvel kendisinin gönderdiği iki nöbetçinin atlarını yeldirerek gelmekte olduklarını gördü.

Ziyakan atına bindi ve onlara doğru yürüdü.

– Neden silah patladı, kim patlattı? diye sordu.

İki asker birbirinin yüzüne baktı. Ne cevap vereceklerini şaşırmış hâlde duraksadılar. Onların görevi sadece çevreyi kolaçan edip dönmekti. Olmadık yerde kurşun atmak, disipline aykırıydı. Yusufcan ve İbrahimbay kıtasının bazı sorumsuz askerleri, kendilerini askerliğe burada katılanlardan daha üstün görerek ve hükümete daha yakın bularak hareket edebiliyorlar. Başlarında komutan bulunmadığı zamanlarda kafalarına estiği gibi hareket ediyor, bazen de tehlikeli işler yapıyorlardı. Maalesef Ziyakan’ın koruma grubunun askerleri onlardan seçilmişti. Eğer hafif bir yumuşama olursa, Ziyakan’ın emirlerini de dinlememeye hazır gibiydiler. Ziya-kan durumun farkındaydı ve bu yüzden onları sıkı disiplin altında tutmaya çalışıyordu.

– O tarafta bir karakuyruk kuşuna rastgeldik de, diye geveledi birisi.

Ziyakan, gözlerini onun gözlerine dikince. Asker biraz çekinerek gözlerini kırpıştırdı. Arkadaşına yan gözle baktı. İkisinde de bir çekingenlik vardı. Bet beniz atmıştı.

– Nerde o karakuyruk?

– Vuramadık.

– Kim vuracaktı onu?

Cevap veren biraz irkilerek zorla konuştu:

– İşte bu… diye çenesiyle işaret etti.

– Yok. Ben vurmadım. O kendisi vurdu. diye arkadaşına karşı çıktı. Diğeri

– Evet ben vurdum. dedi.

– Niye yalan söylüyorsun?

– Bu “vur” demişti.

– Gerçekten karakuyruk mu?

– Evet yoldaş Albay.

– Hadi gelin. Sen, götür bizi oraya. Ateş ettiğiniz yere götür beni, dedi Ziyakan ciddi bir ifadeyle. İki askerin sözlerinden bu işte bir bit yeniği olduğunu sezmişti. Onu anlamak ve doğrulatmak istiyordu.

İki asker atlarını isteksizce çevirdiler. Önden giderlerken, aralarında fısıldaştılar. Bu fısıldaşma gittikçe tartışmaya dönüştü.

– Sen başlattın, dedi birisi, – Sen yapalım dedin ya, diye geveledi diğer geveze asker.

Atları biraz sürdükten sonra askerlerin biri atının başını geri çevirdi.

– Sayın Albay, bu yalan söylüyor. Karakuyruk değildi, ateş ettiğimiz bir kadındı.

– Ne yapıyormuş kadın?

– Deli bir kadın, dedi sesi titreyerek. Ben değil, şu vurdu onu.

– Ne saçmalıyorsunuz? dedi Ziyakan birdenbire gözleri yuvalarından fırlayarak.

Aklına kızkardeşi Gülzâde geldi. Çoktandır görmemişti kızcağızı. Başkalarından onun, işte bu Şingil, Sarıtogay civarında; hatta bazen Ku Ertiş, Suptı, Kürti, Burıltogay Nehirlerinin boylarında yaşayanların arasında avare avare dolaştığını duymuştu. Ne zaman Gülzâde’yi ve onun şimdiki acınacak hâlini düşünse yüreğine yemyeşil zehir akardı. Ağabey olarak, elinde gücü olan biri olarak, dünyadaki tek kızkardeşinin zor durumuna yardım edemediği için kendi zavallılığına acıyordu.

– Vur diyen bunun kendisiydi, diye geveze asker suçu arkadaşına atmaya çalıştı.

– Ben öldürmeyelim, bırakıverelim, demiştim. Birine bir şey söyler, diye sen bırakmadın.

– Kesin zırvalamayı. Düşün önüme! diye bağırdı Ziyakan.

İki üç tepeyi aştıktan sonra nehre doğru döndüler. Buralarda eski bir patika vardı. Oraya gelince atlarını dizginlediler. Ziyakan, atını mahmuzlayıp öne çıktı. İki eli ve iki ayağı iki yana açılmış, yerde yatan Gülzâde’yi tanıdı.

Atından inerek, dizgini Masakbay’a verdi ve Gülzâde’ye daha yakından dikkatle baktı. Evet Gülzâde. Ta kendisi. Fakat onun zihnindeki terü taze Gülzâde değil. Vücudu kalınlaşmış, tanınmayacak kadar büyümüş. Adeta şişmiş. Bahara yakın aylarda evsiz barksız, yersiz yurtsuz, sığınacak yeri olmadan üstüne üstlük aç sefil bir insan nasıl şişmanlar? Yoksa dünya derdi aklına gelmediğinden, akılsız ussuz dolaştığından su içse bile semirdiği için midir, yüzü gözü oldukça büyük göründü ona. Açık kalan gözleri de gökyüzüne dikilmiş, yatıyordu. Eski deri mantosunun iki eteği de iki tarafa yayılmış. Göğsü bağrı ve daha aşağı bölgeleri tamamıyla açık. Kirlenmekten mi, yoksa havanın ayazından mı vücudu kızarmış, hatta morarmış kalçasında da hiçbir örtü yok. Dizi hafifçe bükülmüş sırtüstü yatıyordu öylece.

Ziyakan bundan sonra çevresini inceledi. Çalı çırpının bulunduğu çukurca bir yerdeydi. Bir evlik alandaki otların gelişi güzel çiğnenmiş olduğu ayan beyan görünüyordu. Bir döşek büyüklüğündeki alanda ezilmiş otlar aynen duruyordu.

Ziyakan aniden geri döndü, mavzerini kaptığı gibi iki askeri delip geçen bakışlarla süzdü.

– Attan inin! dedi sesi titreyerek, bırakın silahları!

Şimdi onun esmer yüzü sanki yangından çıkmış gibiydi. Kısılıp yumulmaya yüz tutmuş gözlerinde zehirli bir ateş vardı. Çıkık elmacık kemiklerinin eklem yerleri şişmişti. Sinirleri tepesine çıkmışken dişini sıktı.

İki asker titriyordu. Bembeyaz kesildiler, elleri ayakları tutmaz oldu.

– Doğruyu söyle! dedi Ziyakan geveze askeri sıkıştırarak.

– Bu başladı, dedi o arkadaşını işaret ederek. Ağlamaklı bir sesle devam etti

– Yoldaş Albay bu yalan söylüyor. O yaptı. Muhterem Yusipcan’ın ”Haydutun kızlarını gelinlerini korumaya gerek yok!” sözünü bana hatırlatarak kendi yolunda giden kadını buraya getiren, bunun kendisidir..

– Doğru mu? dedi Ziyakan.

– Yüzbaşının söyledikleri doğrudur, dedi asker, fakat sadece ben değil bu da…

Ziyakan, adeta put kesilmişti. Bir zaman sessiz sedasız durdu. Neden sonra atlardan birinin okranmasıyla aklı başına geldi.

– Kaldırın, şu tepenin başına götürün, dedi Gülzâde’nin cesedini.

İki asker, onu yakın bir tepeye taşıdılar. Ziyakan onların tüfeklerinin süngüsünü çıkardı ve Masakbay’a doğru fırlatıverdi.

– Kazın burayı. İşte şuradan şuraya kadar, dedi ve süngüsünün ucuyla bir dikdörtgen çizdi.

Masakbay aşağıda atların başında oturdu. Ziyakan yüksekçe bir tepenin başına yalnız olarak tırmandı. Öfkeden kısılmış gözlerini soğuk dürbüne dayadı ve bomboş sahrayı baştan sona süzdü. Koyu yeşilimsi toza bulanmış Burıltogay Nehrinin sisli siluetine uzun süre takıldı kaldı. Oradan yukarılara Sarıtogay’a baktı.

Burıltogay ve Sarıtogay, ikisi bir nehir. Baştarafı Büyük Şingil, Küçük Şingil olarak bölünen nehrin Bulgın’a dökülen kısmına Sarıtogay, Şekürtü’den aşağıya giderken Karabulgun, Düre’den geçen kısmına da Burıltogay adı verilir. Bu nehir, giderek Ülingir Gölüne ulaşır.

Şimdi bu nehir boyunda hayat çok canlı. Osman’ın Kuvvetleri ve onlara katılan Kazakların hepsi orada. Şamsiyya da Kaliman da orada. Güzel güzel kadınların hepsi oralarda. Onların yaşadığı yerde nehir suyu bile sessizce, gürültüsüz akıp gider. Kimseye mecbur olmayan hür hayat da oralarda, Osman’ın yaşadığı yerlerde. Ama burada patron dolu. “Hepinizin tepesinde ben varım!“ diyen Ruslar, patronluk taslar. “Sovyet Destekli Millî Ordu’nun Altay bölgesindeki komutanı olarak tayin edildim.” diye Yusipcan horozlanır. Altay bölgesinin gerçek sahibi benim diye General Delilhan4 (Sügirbayev) şişinir. Ziyakan, bir an bunların arasında olmaktan pişmanlık duydu. Amacına ulaştı mı? Ulaşamadı. Onu geriye ittiler. Daha dünkü Konkay, yüzbaşı haliyle bir bölüğe komuta eder. Onun kadar bile olamadı. Şimdi albaylık rütbesi sümüklü oğlanların omzunda bile olabilir. Güvenmiyorlar da “Sür getir, arkamızı topla!” emirleriyle yamçılık ettiriyorlar.

Üzülerek yere baktı. İki asker aceleyle Gülzâde’ye mezar kazıyorlar. Onların ilerisinde daha önceden birçok göç kafilesinin kullandığı eski yol görünüyor. “Zavallı Gülzâde, buralara nasıl geldi? Birinin göç kervanına takıldı herhalde. Vaktiyle “Kızın nasıl?“ diye soranlara göğsünü gere gere göstereceğin güzellikte bir taze çocuktu. Fidan gibiydi. Kader işte. Kaç yaşındaydı bu? Agalak’ta doğmuştu. Ondan beri… ya.. bu sene on dokuzunda. Onun sadece on altısını insan gibi yaşadı. Ondan sonra…“diye Ziyakan gözünü yumdu. Düşünmeye cesareti yok. “Zavallı… hayır! Sabi sübyan. Günahsız, terü taze haline geri döndü. İnsanlığın bu kepaze hayatından kurtuldu. Zalimlik, zulüm, nefsi emmare, insanlığın alçalışı gibi dünyevilikten ayrıldı, hepsinden yukarılara çıktı. Ne yazık ki aklı usu yerinde değildi. Yoksa, gerçekten günahsız insandı…”

Gülzâde‘nin mezarı çok derin kazılmadı. Normalde şeriata göre kadın kısmına insanın göğsüne gelecek kadar derin mezar kazılırdı. Fakat Masakbay vurulan insanın şehit olduğuna hükmederek, şehitlere cenaze merasimi yapılmasa da onların cennete gideceğini söyledi. Ziyakan‘ı inandırdı. Cesedi kaldırmak için yaklaşırken Ziyakan gürledi:

– Kes! Renksiz yüzü daha beter renksizleşti, zor nefes alıyordu. Başını çevirip askerin birine bağırdı: “Çıkar üstündeki paltonu!”

Ziyakan, askerin paltosunu mezarın dibine kendi elleriyle serdi. Sonra Gülzâde‘yi göğüs hizasından kucaklarken, kendisine yardımcı olmaya çalışarak ellerini uzatan askere bağırdı.

– Çek ellerini! Tutma onu pis ellerinle! dedi iğrenen bakışlarla.

Cesedin yüzünü kıbleye döndürerek sağ yanına yatırdı. Ellerini ayaklarını düzledikten sonra ikinci askere yine vuracakmış gibi baktı:

– Getir paltonu!

Bununla Gülzâde’nin yüzünü örttü. Nehir boyundaki kurumuş dal budaklardan birkaç kucak getirtmişti. Onları acele etmeden dizdi. Üstünü otlarla örttü. Sonra toprakla iyice kapattı.

– Elveda canım, beni affet! Ahirette buluşuruz, dedi Ziyakan sesi titreyerek.

Masakbay bildiği duayı okuyup yerinden kalktığında, yüreği ağzına geldi. Hâlâ beti benzi atık hâlde olan Ziyakan, mavzerini çıkarmış, kapkara suratla duruyordu.

– Mirza! dedi Masakbay, onun niyetini anlamış gibi.

– Konuşma, çekil şuradan, dedi Ziyakan ona dişlerinin arasından. Sonra iki askere bütün nefretini kusmaya başladı. “Ulan, zebanîler, kıpırdamayın! Durun! Mezara yakın gelin. Sizin pis kanınızı burada akıtacağım. Maskara olmuş, akıl usu kalmamış, insanlıktan çıkmış bir zavallıya, günahsıza bu hayatın rezilliğini çok gördünüz. Sizin gibi zalimlere, Gülzâde için, temiz pak bu genç can için, ben de bir hüküm vereceğim. Hiç olmazsa aklı başında sağlıklı biri değildi. Bu fâni dünyada felekten yediği sille yetmemişti. Yarım canlı bu zavallıya yaptığınız ihanetiniz için, insanlıktan çıkmış arsızlığınız için, ikinizin de canını cehenneme göndereceğim!” dedi. Gözleri kan çanağına dönmüştü..

– Mirza!…, – Sayın Albay, diye Masakbay ile günahkâr askerler aynı anda yalvarmaya başlamışlardı ki, Ziyakan mavzerin tetiğine basıverdi. Silahın ağzından çıkan mavi duman havaya yayılıncaya kadar basmaya devam etti. Başını dikleştirdi, göğsünü gerdi, taş gibi soğuk, yemyeşil gözlerini kısarak yaklaştı. Daha canlarını teslim etmemiş olan askerlerin son nefeslerini vermelerini bekledi. Rahatlamıştı. Mavzerin ağzına üfledi ve kılıfına geri koydu. Masakbay’a dönerek:

– O iki atı şu tarafa götür, koşum takımlarını çıkar da salıver, dedi.

Ziyakan, asker kampına döndükten sonra da kimseyle konuşmadı. Akşam oluncaya kadar bir tepede yalnız başına oturdu. Akşam olup da karanlık çökmeye başladığında kervanı harekete geçirdi, yola çıktılar.

– Aşağıya doğru! Sarıbulak’ın doğusunu geçip Öndirkara’ya doğru! dedi Masakbay’a kısaca. Kimseye sezdirme. Sabah olmadan yetişmeye çalış. Ben arkadayım.

– Mirza, dedi Masakbay. Ziyakan’ın niyetini anlamıştı ve tepeden tırnağa silahlı askerlerden çekiniyordu.

– Hepsi de coğrafî özelliklerden habersiz angutlar. Gecenin karanlığında nereye gittiklerini anlamazlar bile, dedi Ziyakan inandırıcı bir tavırla.

– Sadece bocalamadan, sallanmadan işi devam ettir.

Şafak sökerken, etraf seçilmeye başlar başlamaz, durmadan yol alan asker kervanı Burıltogay Nehrine yakınlaşmıştı. Bıdırmak kumluğunun kenarına geldiklerinde Ziyakan, kervanı acele durdurdu.

– Bölük dur! diye komut verdi. Olağanüstü hâl durumunda olduklarından bütün askerler silahlarını bir araya topladılar. Kendisi mavzerini kılıfından çıkararak nöbete geçti ve Masakbay’a bütün tüfeklerin şarjörlerini çıkarıp toplamayı emretti. Sonra yola tekrar düzüldüler; kervan, hiçbir eksiği olmaksızın topluca Osman Batur’un Karargâhına yollandı.

1.Zuvka Batur Sabit Damolla oglu, Kazakların-Orta Cüz-Kerey-İyteli Boyundan olup, Çinliler tarafından hunharca öldürüldükten sonra, başı ilk defa kazığa geçirilerek halka teşhir edilen ilk Kazak Türküdür. Bu kahramanın evlatları da 1949 senesinde Doğu Türkistan’dan kaçarak, Alibek Hakim göçüyle beraber Hindistan’a ve oradan da Türkiye’ye avdet etmişlerdir. Zuvka Batur evlatları bugün dünyanın her yerinde Kazak adını yaşatmaktadırlar. (Çev.)
2.Emireri.
3.Dişi deve.
4.Delilhan Sügirbayev, 1906-1949. Hayatının son dönemlerinde, kukla Doğu Türkistan Cumhuriyetinin Altay bölgesindeki Sovyet Destekli Millî Ordu’nun generali olarak tayin edilmiştir. Ancak 1949 senesinin Eylül ayında, Sovyetlere ait bir uçakla Pekin’e Çin Komunist Partisi’nin Genel Kurulu’na giderken, İrkutsk şehrinde uçak kazasında ölmüştür. Sügirbayev’in ölümünün kazadan çok suikast olduğu da söylentiler arasındadır.