Üç Kalp

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Üç Kalp
Font:Smaller АаLarger Aa

Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğmuştur. Müzik öğretmeni Flora Wellman ve Astrolog William Chaney çiftinin oğludur. Ancak Chaney oğlunu kabul etmeyince annesinin intihar girişimi ve bunalımı sebebiyle Jack’in bakımı ile Virginia Prentiss ilgilenmiştir. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen Jack, erken yaşlardan itibaren pek çok işte çalışmak zorunda kalmıştır.

1893 yılında gazetecilik ödülü kazanmıştır. Ancak 19 yaşındayken liseye başlayabilmiş ve kendisini sınavlara hazırlayarak üniversiteyi kazanmıştır. Fakat kısa bir süre sonra yoksulluk yüzünden eğitimini yarıda bırakmıştır. Bu süreçte kitaplarla arası hep iyi olmuş, sürekli Marx, Darwin, Spencer, Nietzche okuyarak kendi düşüncesini belirlemeye çalışmıştır. Yazmaya başladıktan sonra, onu üne kavuşturan eseri de Vahşetin Çağrısı olmuştur.

London, eserlerinde hayat mücadelesini duygusal bir bakışla anlatmış ve aynı zamanda çoğunlukla şiddetli bir kapitalizm eleştirisi yapmıştır. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD’li yazarlardan olmuştur. Henüz 40 yaşındayken 22 Kasım 1916’da hayata veda etmiş olan Jack London’ın ölümü üzerine üç iddia söz konusu olmuştur: Böbrek yetmezliği, intihar ve kazara aşırı doz morfin. Vasiyeti üzerine cesedi yakılmış ve “Öldüğüm zaman küllerimin bu tepede dinlenmesini istiyorum.” dediği yere götürülmüştür.

Eserleri:

Açlar Ordusu, Âdem’den Önce, Alaska Kid, Alın Teri, Altta Kalanlar, Atalarının Tanrısı, Ateş Yakmak, Ay Vadisi, Beyaz Diş, Beyaz Sessizlik, Buck’ın Maceraları, Büyük Serüven, Can Yoldaşı, Cinayet Şirketi, Dehşet Ülkesi, Demir Ökçe, Demiryolu Serserileri, Deniz Kurdu, Direniş, Doğu Yakası (Uçurum İnsanları), Dönek, Düş Ülkelerine Yolculuk, Güneş Çocuğu, Halk Avcısı, İstiridye Korsanları, Japon Kıyılarında Dehşet, John Barleycorn, Kaptan David Grief, Kıyametten Sonra, Kız Kar ve Kan, Kızıl Veba, Kurt Dölü, Martin Eden, Meksikalı Devrimci, Midas’ın Müritleri, Ormandan Gelen Ses, Seçme Öyküler, Sevgili Jerry, Sevginin Katıksızı, Şampiyon, Tanrılar ve Köpekler, Uçurum İnsanları, Uzak Diyarlarda, Vahşetin Çağrısı, Yanan Gün, Yanan Günışığı, Yıldızlar Korsanı, Yol.

Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.

Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).

ÖN SÖZ

Umarım okuyucu, bu ön söze övgüyle başladığım için beni mazur görür. Gerçekte bu hikâye bir kutlamadır. Çünkü bu eseri tamamladığımda kırkıncı yaşımı, ellinci kitabımı, tiyatro eserleri yazma hususunda on altıncı yılımı ve bir başlangıcı kutluyor olacağım. “Üç Kalp” benim için yeni bir başlangıç olacak. Daha önce böyle bir şeyi kesinlikle yapmadım ve bir daha da asla yapmayacağımdan kesinlikle eminim. Bu yüzden de bunu yaptığım için kendimle gurur duyduğumu ilan etmekte en ufak bir çekincem yoktur. Ve şimdi, aksiyon seven okuyucuya, bu övgü dolu ön sözün geri kalanını atlamasını, kendini doğrudan hikâyeye bırakmasını ve bana bu kısmın doğru dürüst okunmayacağını söylemesini öneriyorum.

Daha meraklılar için biraz daha açıklama yapacağım. Sinemanın, tüm dünyada ezici bir çoğunlukla en popüler eğlence biçimi hâline gelmesiyle, dünyanın kurgu alanındaki olay örgüsü ve hikâye birikimi hızla tükenmeye başlamıştır. Tek bir yapım şirketi, bir yıl içerisinde çok sayıda yönetmenle, Shakespeare, Balzac, Dickens, Scott, Zola, Tolstoy ve düzinelerce daha az hacimli yazarın tüm yaşamlarının edebî eserlerini filme alma yeteneğine sahiptir. Elbette, sinema filmi yapan yüzlerce şirketin ortaya çıkmasıyla, sektör hızlı bir biçimde mevcut konuları tüketmiş ve yeni konu arayışı içine girmiştir.

Hâlihazırda, telif hakkı sona ermiş tüm benzer eserler, hazine avcısı bir gemi üzerindeki denizcilerin, altın külçelerini toplarken gösterdiği gibi bir hızla tükenmiştir. Telif hakkı kapsamında olan tüm roman, kısa öykü ve oyunların film hakları ise ya satın alınmakta ya da sözleşmeye bağlanmaktadır. Binlerce senaryo yazarı -kelimenin tam anlamıyla on binlerce senaryo yazarı çünkü ne erkek, ne kadın ne de çocuk senaryo yazamayacak kadar beceriksiz değildir- tüm literatürde korsanlık yapmış (telif hakkı olsun ya da olmasın) ve yazar kardeşlerinin başarılı olduğu herhangi bir yeni sahnesini, olay örgüsünü ya da hikâyesini çalmak amacıyla, basılan yeni dergileri kapmıştır.

Bahsi geçen bu durumun, haftada on beş ya da yirmi dolar ödeyen kalın enseli yönetmenler için fazla mesai yapan veya ürünlerini senaryo başına on ila yirmi dolar arasında bir fiyata satan ve zamanının yarısında vadesi gelen borçlarını ödeyemediğinden dolayı dayak yiyen ya da haftalık kölelik yaparak aynı derecede zarafetsiz ve utanmaz olan arkadaşları tarafından ürünleri onlardan çalınan senaryo yazarlarının, saygın hâle geldiği günlerde yaşanmakta olduğunu belirtmem doğru olacaktır. Ama bugün, diğer günlerden hiçbir farkı olmayan sıradan bir günde, üç daktilosu, iki şoförü olan, çocuklarını en seçkin hazırlık okullarına gönderen ve sarsılmaz bir ödeme gücü sağlayan senaryo yazarları da tanıyorum.

Senaristlerin kıymetli ve itibarlı bir hâle gelmelerinin nedeni, büyük ölçüde özgün eser kıtlığından kaynaklanmaktaydı. Senaryo yazarları kendilerini fazlasıyla talep gören bir konumda buldular, saygılı muamele gördüler, daha iyi maaşlar aldılar ve karşılığında onlardan daha yüksek kalitede bir ürün sunmaları beklendi. Bu özgün eser arayışının bir aşaması çalışmaya, meşhur yazarları dâhil etme girişimi oldu. Elbette ki adamın biri sadece çok sayıda roman yazdığı için iyi bir senaryo yazma kapasitesine de sahiptir denilemez. Tam tersine, başarısızlığın en kesin garantisinin, roman yazımında önceleri çok başarılı olmuş birinden gelebileceği kısa zamanda keşfedildi.

Bununla birlikte, film yapımcıları da reddedilmemelidir. İş bölümü yapmak bu konuda çok önemlidir. Güçlü gazete kuruluşlarıyla ittifak kurmak ya da “Üç Kalp” eserinde olduğu gibi tam aksine, çok yetenekli bir senaryo yazarının ortada olması, (günü kurtarmak için roman yazmayanlar) roman yazarları tarafından romanlara çevrilen senaryolar yazabilen birilerinin olması (günü kurtarmak için senaryo yazmayanlar) bu konuda en doğru ilerlemenin kaydedilmesini sağlamıştır.

Bay Charles Goddard’a değinilecek olursa, Jack London şöyle demektedir: “Zaman, mekân ve doğru insanlar buluştu; film yapımcıları, gazeteler ve sermaye de buna hazır, haydi bir araya gelelim.” Ve bunu yaptık da. Sonuç: “Üç Kalp” Bay Goddard’a “Pauline Tehlikeleri”, “Elairte Kahramanlıkları”, “Tanrıça” ve “Wallingford’da Hızlı Zengin Olmak” serisi v.b. eserlerden sorumlu olduğunu belirttiğimde, onun performans yeteneği hakkında en ufak bir şüphem dahi yoktu. Ayrıca, şimdiki kadın kahraman Leoncia’nın adı da onun tasarladığı bir isimdir.

Çiftlikte, Ay Vadisi’nde, kendine ait ilk birkaç bölümü yazdı. Ama benden çok daha hızlı yazıyordu ve onun on beş bölümü, benimkinden haftalar önce bitmişti. “Bölüm” kelimesi sizi yanıltmasın. Sadece ilk bölüm üç bin fitlik bir filmi kapsıyor. Sonraki on dört bölüm, filmin her iki bin fitlik kısmını oluşturuyor. Ve her bölüm, toplamda yaklaşık olarak on üç bin sahneden oluşan ortalama doksan sahneyi içeriyor. Yine de kendi üzerimize düşen görevlerimizde eş zamanlı çalışmayı başardık. Bundan sonrasını ya da bir düzine bölüm sonra olacakları gözümde canlandıramadım çünkü neler olabileceğini bilmiyordum. Bay Goddard da bunu bilmiyordu. Kaçınılmaz sonuç ise: “Üç Kalp”, kesinlikle ardışık olmasına rağmen pek karmaşık değildi.

Burada, Hawaii’de olduğumu, onuncu bölümün romanlaştırılması üzerine çalıştığımı, New York’taki Bay Goddard’dan on dördüncü bölümün senaryosunu posta yoluyla aldığımda romanımın kahramanının yanlış kadınla evli olduğunu öğrendiğim zamanki şaşkınlığımı gözünüzde canlandırabilir misiniz?.. Bu yüzden kahramanımı yanlış kadından kurtarıp doğru ve tek kadın ile bir araya getirmek zorunda kalacağım bir bölüm daha yazmak zorunda kaldım! Bunların tümü için lütfen on beşinci bölümün son kısmını okuyun. Nasıl olduğunun tasvir edilmesi konusunda ise Bay Goddard’a güvenebilirsiniz. Bay Goddard için hareketin ve hızın efendisi denilmektedir. Aksiyon onu hiç rahatsız etmez. O, bir sinema oyuncusu için, sakince “kayıt” diyen bir film yönetmenidir. Görünen o ki oyuncular da kayıt denildiği anda görevlerini yerine getirir, böylece Bay Goddard daha fazla aksiyonla çekimine devam eder. “Kederi kaydet!” diye emir verir ya da “keder”, “öfke” veya “eriyen bir sempati” yahut “cinayet içgüdüsü”, “intihar eğilimi” hepsi bu kadar. Hepsi bu kadar da olmalı zaten, yoksa on üç bin sahnenin tamamı başka nasıl çekilebilir ki?

Bu ruh hâlleri ve ifade biçimleri, Bay Goddard tarafından geçişler esnasında çok havalı bir biçimde yaratılırken, siz bir de o tılsımlı “kayıt” kelimesini söyleyemeyen ancak bunu kaçınılmaz bir biçimde tanımlaması gereken zavallı beni düşünün! Sizce, Dickens neden belirli bir kişinin belirli kederini tasvir ve incelikle karakterize ederken binlerce kelime harcamayı düşünmemiş. Buna karşılık Bay Goddard sadece “kayıt” diyor ve kameranın köleleri ona her anlamda itaat edebiliyor.

Ve oyun! Kendi dönemime uygun olarak bazı macera romanları yazdım ama hiçbir zaman “Üç Kalp” eserinde bulunan kahramanlara eş değer bir aksiyon hikâyesi oluşturamadım.

Ama sinemanın neden popüler olduğunu şimdi anlıyorum. Artık, neden Sayın “Barnes of New York” ve “Potter of Texas”ın milyonlarca kopya sattığını biliyorum. Şimdi yüksek faaliyetle ilgili şatafatlı bir konuşmanın neden en iyi ve en yüksek devlet adamlığı aksiyonu ya da düşüncesi olmaktan daha etkili bir oy toplayıcı olduğunu biliyorum. Bay Goddard’ın senaryosunun benim tarafımdan romanlaştırılmış olması ilginç ve öğretici bir deneyim olmuştur. Eski temel sosyolojik genellemelerime ışık tutmuş, temel hatları, çapraz bağlantıları ve aydınlatıcı unsurları ortaya çıkarmamı sağlamıştır. Bu yazı serüveniyle halkın zihnindekileri kitlesel olarak daha önceden idrak etmeyi başardığımdan, daha iyi anlamaya ve oylamayı kazanan tarafın sunduğu grafik eğlenceyi kitlelerin zihin anlayışını da ustalıkla kullanarak her zamankinden daha iyi ifade etmeye geldim. Eğer bu kitap çok satanlar arasına girmeyecek olursa buna kesinlikle şaşarım. (“Sürpriz Kayıt” ya da “Büyük Satış Kaydı” derdi Bay Goddard.)

 

Şayet bu “Üç Kalp” macerası bir iş birliğinin sonucuysa, ben kesinlikle bu işin içine dâhil edildim. Ama ne yazık! Korkarım ki Bay Goddard bir milyon kişinin içinde tek iş birlikçim olmalı. Bu çalışma boyunca onunla hiçbir zaman bir söz dalaşımız ya da tartışmamız olmadı. Durum böyle olduğuna göre, ben de bir iş birlikçinin bulunmaz mücevheri olmalıyım. Sonuç olarak on beş senaryo bölümünden, on üç bin sahneden ve otuz bin fit filmden, yüz on bir bin kelimelik romanlaştırmadan oluşan bir “kaydın” hazırlanmasını hiç şikâyet etmeden ya da sızlanmadan yapan kişi de ben değil miydim? Aynı şekilde, görevi tamamladıktan sonra doğru okunup okunmadığını bizzat kendim tespit etmek istediğimden, bunu keşke yapmasaydım dediğim zamanlar da oldu. Bunu öğrenmeyi çok istiyorum. Hem de çok merak ediyorum.

Jack London
Waikiki, Hawaii
23 Mart 1916

BİRİNCİ BÖLÜM

O bahar sabahı, ilerleyen saatlerde Francis Morgan ile yaşanılan olaylar fazlasıyla hızlı gerçekleşmişti. Eğer bir insan zaman içerisinde, Yeni Dünya Latincesinin ilkel ve Orta Çağ melodramının duygu ve tutkusunun ham, kızıl dramı ve trajedisine atlıyorsa Francis Morgan kesinlikle o adam olmaya mahkûmdu ve kader doğrudan onun üzerine yönelirdi.

Bununla birlikte, dünyada bir şeyin kıpırdanmakta olduğunun farkında olmadığından, pek de heyecanlı değildi. Gece geç saatlere kadar köprüde vakit geçirmiş olması, sabah geç uyanmasına neden olmuştu. Kütüphaneye doğru yola çıkmadan önce, babasının çeşitli işlerde kullanmaya müsait olarak son derece zarif biçimde döşenmesini sağladığı büyük salonda, hızlıca meyve ve tahıldan oluşan geç kahvaltısını yaptı.

“Parker!” dedi, kendisinden önce babasına hizmet etmiş olan uşağına. “R.H.M.’in son günlerinde hiç yağlanma ibareleri gördün mü?”

“Ah! Hayır efendim.” oldu becerikli hizmetkârın tüm alçak gönüllülüğüyle verdiği cevap ama bunu söylerken genç adamın muhteşem orantılı yüz hatlarını ölçülü bir tavırla, istemsizce incelemekten de kendini alamamıştı. “Babanız, efendim. Asla şişmanlamadı. Vücudu her zaman aynıydı, geniş omuzları, kaslı göğüs kısmı ve iri kemikleriyle her zaman zayıf kalmayı başardı efendim, sağlam bedeni her zaman gözler önündeydi. Soyunduğu ve yıkandığı zamanlarda efendim, bedeni kasabadaki pek çok genci utandıracak kadar biçimliydi. Daima kendisine çok iyi baktı, egzersizlerini hiçbir zaman ihmal etmezdi efendim. Her sabah, yarım saat. Buna hiçbir şey engel olamazdı. Bunun bir tür ibadet olduğunu söylerdi.”

“Evet, o gerçekten de iyi görünümlü bir adamdı.” diye cevap verdi genç adam, babasının kurduğu borsa takip ekranı ve birkaç telefona göz atarak.

“Öyleydi.” diye onayladı Parker hevesle. “Geniş omuzlu, iri kemikli bir göğüs yapısına sahip olmasına rağmen zayıf ve aristokrattı. Ve siz de onun bu özelliklerini miras almışsınız efendim, sadece siz çok daha cömert hatlara sahipsiniz.”

Milyonların mirasçısı olan ve kaslı bir yapıya sahip genç Francis Morgan, oturduğu devasa deri sandalye üzerinde, heybetli bir biçimde geriye yaslandı; tıpkı hayvanat bahçesinde hâkimiyetini ilan eden bir aslan edasıyla, aşırı derecede gösterişli bir tavırla bacaklarını gerdirdi ve sabah gazetesinin Panama’daki Culebra Cut’ta yeni bir kayma olduğunu bildiren manşetine göz attı.

“Biz Morganlar’ın bu şekilde yaşadıklarını öğrenmemiş olsaydım.” diye esnedi. “Bu mal varlığı içerisinde çoktan şişmanlardım, değil mi Parker?”

Hemen cevap vermekten kaçınan yaşlı uşak, aniden sorulan sorunun ardından gelen duraklamayla irkilmişti.

“Ah! Evet efendim.” dedi aceleyle. “Yani, hayır demek istedim efendim. Siz gayet iyi durumdasınız.”

“Senin umurunda değil.” diye ısrar etti genç adam. “Şişmanlamıyor olabilirim ama kesinlikle yumuşuyorum, değil mi Parker?”

“Evet, efendim. Hayır efendim, hayır demek istedim efendim. Üç yıl önce üniversiteden eve döndüğünüz zamanla aynısınız.”

“Ve meslek olarak aylaklık yapmaya da devam ediyorum.” diye güldü Francis.

“Parker!”

Parker, sanki soru derin bir öneme sahipmiş gibi dikkatini tamamen toplamıştı. Son zamanlarda üst dudağının üzerinde oluşan ince bıyığını ovuşturmaya başlayan efendisi, kendisiyle düşünceli bir tartışmaya girişmişti.

“Parker, ben balığa gidiyorum.”

“Evet, efendim!”

“Buraya gönderilmesi için birkaç olta sipariş ettim. Lütfen onları toparla ve giderken yanıma alabilmem için hazırla. Ormanda geçireceğim iki haftaya ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Yoksa kesinlikle yağ bağlayacağım ve tüm aile soyağacının utanç kaynağı olacağım. Sör Henry’yi hatırlıyor musun? Eski, orijinal Sör Henry’yi, korsan olan, yaşlı kabadayıyı?”

“Evet, efendim. Onun hakkında bir şeyler okumuştum.”

Parker, efendisinin karamsarlıkla daldığı düşüncelerden kurtulup yola çıkmaya hazır duruma gelmesine ve onun kendi işlerine bakmasına izin verene kadar kapı eşiğinde bekledi.

“Eski korsan, gurur duyulacak biri değildi.”

“Ah! Hayır efendim.” diye itiraz etti Parker. “O, Jamaika valisiydi. Saygı duyularak öldü.”

“Asılarak ölmemiş olması bir lütuftu.” diye güldü Francis. “Olduğu hâliyle, kurduğu aileninin tek utanç kaynağıydı. Ama söylemek istediğim şey, onu oldukça dikkatli inceledim. Zayıflığını korumuştu ve Tanrı’ya şükür bu zayıf hâliyle öldü. Bu gerçekten devralmış olduğu iyi bir miras. Biz Morganlar onun hazinesini asla bulamadık ama yakutların ötesinde, bize açıkça görülebilen yalın bir miras daha bıraktı. Bu tam anlamıyla sabit karakter denen şeydir. Profesörlerin biyoloji derslerinde bana öğrettikleri şey buydu.”

Parker, Francis Morgan’ın Panama gazetesine gömüldüğü ve kanalın önümüzdeki üç hafta boyunca trafiğe açık kalmasının beklenmediğini öğrendiği bir sonraki sessizlikte odadan çıktı.

Telefonlardan biri çaldı, mükemmel medeniyetin elektrik sinirleri aracılığıyla kaderin dokunaçları ilk erişimlerini yaptı ve babasının Riverside Drive’da inşa ettiği konağın kütüphanesinden Francis Morgan ile temasa geçti.

“Ama sevgili Bayan Carruthers.” diye itirazda bulundu vericiye. “Bu her ne ise sadece yerel bir telaş. Tampico Petrol’de her şey yolunda. Bu oynanan bir kumar değil. Meşru bir yatırım. İçeride kalın. Bağlayın… Bazı Minnesotalı çiftçiler şehre gelerek birkaç blok almaya çalışıyor çünkü bu gerçekten fazlasıyla sağlam görünüyor… Peki, ya iki puan artacak olursa? Sakın satmayın. Tampico Petrol bir piyango ya da rulet teklifi değil. Gerçek anlamda bir endüstridir. Keşke bu kadar büyük olmasaydı da hepsini kendim finanse edebilseydim… Dinleyin lütfen, bu bir föy değil. Tanklarla ilgili mevcut sözleşmelerimiz bir milyonun üzerinde. Demir yolumuz ve üç boru hattımız beş milyondan fazlasına mal oluyor. Şu anda yüz milyonlar değerinde kuyu üretimine neden giriyoruz sanıyorsunuz, bizim tek hedefimiz ülkeyi baştan aşağı petrol transatlantiklerine ulaştırmak. Bu, şu anda yapılabilecek en mantıklı yatırım. Bundan bir ya da iki yıl sonra hisseleriniz, devlet tahvillerinden gelebilecek kazançlara dönüşecek…”

“Evet, evet, lütfen. Siz piyasada neler olduğunu boş verin. Ayrıca, lütfen, size ilk etapta içeride kalmanızı tavsiye ederim. Bunu arkadaşlarıma bile asla tavsiye etmedim. Ama şimdi içeride olduklarından dolayı memnunlar. Bu hisseler İngiltere bankası kadar sağlam… Evet, Dicky ve ben dün gece ganimeti paylaştık. Güzel bir partiydi, Dicky’nin briç oynamaya çok fazla hevesi olsa da… Evet, aptal şansı… Ha! Ha! Benim heveslerim mi? Ha! Ha!.. Evet?.. Harry’e birkaç haftalığına bir yerlere gideceğimi ve burada olmayacağımı iletin… Balıkçılık, alabalıklar, bilirsiniz; bahar gelmiş, nehirlerin suları yükselmiş, çiçekler tomurcuklanmaya başlamış, böyle şeyler işte… Evet, hoşça kalın ve Tampico Petrol’de kalın. Düşecek olursa, Minnesotalı çiftçiler saçmalayacak olursa kesinlikle biraz daha satın alın. Ben gidiyorum. Para bulma zamanı… Evet… Evet, kesinlikle… Şimdi bir föy satmaya cesaret etmek fazla iyidir çünkü bir daha asla düşmeyebilir… Elbette neden bahsettiğimi biliyorum. Daha yeni sekiz saat uykudan uyandım ve henüz bir şeyler içmedim… Evet, evet… Güle güle.”

Borsa fiyatlarını kaydeden kâğıt şeridini kendine doğru çekerek rahat sandalyesine yaslandı ve yavaş yavaş elindeki verilerin üzerinden geçerek, gittikçe yükselen bir ilgiyle kendisine iletilen mesajı inceledi.

Parker, her biri zanaat ve sanatın ışıltılı mücevheri gibi görünen birkaç ince olta ile geri döndü. Francis onu görür görmez sandalyesinden fırladı, elindeki kâğıtları bir tarafa atarak bir çocuğun coşkulu neşesiyle yeni oyuncaklarını incelemeye başladı. Birbiri ardınca onları deniyor, kırbaç gibi tiz sesler çıkarana kadar onları havada savuruyor, yüksek tavanın altında ihtiyatlı ve hassas bir şekilde oltasının ucunu hareket ettirirken sanki zemini görünmeyen, gizemli bir gölete atıyormuş gibi davranıyordu. Bu sırada yine telefonlardan biri çaldı. Duyduğu rahatsızlıktan dolayı anında yüzünü buruşturdu.

“Tanrı aşkına, şuna cevap ver Parker!” diye emretti. “Kumar oynamak isteyen aptal bir kadınsa ona öldüğümü, sarhoş olduğumu, tifodan yattığımı, evlendiğimi ya da herhangi bir felakete uğradığımı söyle.” Parker tarafından, odanın havalı, iffetli, asil haysiyetine kesinlikle yakışan ihtiyatlı ve ayarlanmış tonlarda yürütülen bir anlık diyoluğun ardından, “Bir dakika efendim.” diyerek eliyle vericiyi kapatan uşak, efendisine şöyle dedi:

“Arayan Bay Bascom, efendim. Sizi istiyor.”

“Bay Bascom’a cehenneme kadar yolu olduğunu söyle.” dedi Francis, bu sırada büyülenmiş gibi elinde tuttuğu oltayla uzun bir atış denemesi yaptığını hayal ediyordu; eğer gözünde canlandırmış olduğu şey gerçek olsaydı, atmış olduğu misinası pencereden dışarı fırlayarak bahçede gül çalılıklarının arasına çömelmiş, çiçek dikmekle meşgul olan bahçıvanı korkutmuş olurdu. “Bay Bascom konunun piyasa hakkında olduğunu söylüyor efendim ve sizinle sadece bir dakikalığına konuşmak istiyor.” diye ısrar etti Parker. Ancak bunu öylesine nazik ve alçak gönüllülükle söylüyordu ki sanki sadece önemsiz ve gereksiz bir mesajı tekrar ediyormuş gibi görünüyordu. “Tamam.” dedi Francis canı sıkılmış bir tavırla, elindeki oltayı dikkatlice masanın kenarına dayadı ve telefona doğru yürüdü.

“Merhaba.” dedi telefonun ahizesine doğru.

“Evet, benim, Morgan. Anlat. Neler oluyor?”

Bir süreliğine sessizce telefonda ona anlatılanları dinledi ve sonra sinirli bir ifadeyle karşı tarafın sözünü yarıda kesti: “Sat! Lanet olsun. Bu konuda hiçbir şey… Elbette, öğrendiğime sevindim. On puan yükselecek olsa bile ki olmayacak, her şeyi tut. Meşru bir yükseliş olabilir ve asla düşmeyebilir. Sağlam. Listelendiğinden çok daha değerli. Halk bilmese bile ben biliyorum. Bundan bir yıl sonra iki yüze çıkacak… Yani Meksika devrim meselesini bitirecek olursa… Ne zaman düşecek olursa benden sipariş alacaksın… Önemli değil. Kim kontrol etmek ister ki? Ben senden özür dilerim. Demek istediğim bu sadece geçici bir durum. Şimdilik iki haftalığına balık tutmaya gidiyorum. Beş puan düşecek olursa, satın al. Sunulan her şeyi satın al. Birisinin gerçek mülkü olduğunda zorbalığa uğraması, neredeyse ayıların birbiri ardına gelmesi kadar kötüdür dersin… Evet… Elbette… Evet. Güle güle.”

Ve Francis sevinçle oltalarına dönerken Thomas Regan’ın şehir merkezindeki özel ofisinde kader fazla mesai yapıyordu. Çeşitli aracıları vasıtasıyla alım ayarlamalarını yaptıktan ve gizli tanıtım kanalları aracılığıyla Tampico Petrol’ün, Meksika hükûmetinden verdiği tavizlerle ilgili bir şeylerin yanlış olduğuna dair ipuçlarını elde ettikten sonra Thomas Regan, Tampico Petrol’de gerçekte neyi görüp görmeyeceğini araştırmak için orada iki ay geçiren kendi petrol uzmanının sunmuş olduğu raporu inceliyordu.

Kâtiplerinden biri, gelen ziyaretçinin ısrarcı ve yabancı olduğu bilgisinin bulunduğu kartı getirmişti. Regan onu dinledi, karta baktı ve şöyle dedi:

“Ciodad de Colon’dan gelen bu Bay Senor Alvarez Torres’e onunla görüşemeyeceğimi söyle.”

Beş dakika sonra kâtip, bu kez kartın üzerine yazılmış bir mesajla geri dönmüştü. Regan mesajı okurken sırıttı:

 

“Sevgili Bay Regan! Onurlu Efendim! Sör Henry Morgan’ın eski korsanlık günlerinden kalma, gömülü olan hazinesinin yeri hakkında bir ipucu elde ettiğimi bildirmekten onur duyarım. Alvarez Tores.”

Regan başını salladı ve kâtip, işvereni onu birden geri çağırdığında neredeyse odadan çıkmak üzereydi.

“Onu hemen içeri alın.”

Yalnız kaldığı o kısa süre içerisinde, Regan öğrenmiş olduğu bu yeni bilgiyi aklında tartarken kendi kendine gülümsüyordu.

“Terbiyesiz genç!” diye mırıldandı, purosunu yaktığı sırada. “Yaşlı R.H.M.’nin oynadığı aslan rolünü oynayabileceğini düşünüyor. Haddini bildirmek gerek ve yaşlı, kır saçlı Thomas R. bunun olduğunu da görecek.”

Senyör Alvarez Torres’in İngilizcesi, tıpkı bahar modasına uygun kıyafetleri kadar düzgündü ve cildinin ağartılmış sarısı Latin Amerika kökenini bariz biçimde açığa çıkarmış olsa da simsiyah gözleri uzun zaman önce İspanyol ve Hintli kökenlerinin karışmış irsî parlaklığını yansıtıyordu, bununla birlikte yine de Thomas Regan’ın dileyebileceği kadar New Yorklu idi.

“Büyük çaba ve yıllar süren araştırmalarım sonucunda, nihayet Sör Henry Morgan’ın korsan hazinesine dair ipuçlarını elde etmeyi başardım.” diye giriş yaptı adam. “Hazine elbette Mosquito Sahili’nde. Size bu sahilin Chiriqui Lagünü’nden bin mil kadar bile uzakta olmadığını ve Bocas del Toro’nun makul bir biçimde en yakın kasaba olarak tanımlanabileceğini söyleyebilirim. Ben de orada doğdum -ancak eğitimimi Paris’te aldım- ve o bölgeyi avucumun içi gibi tanıyorum. Küçük bir yelkenlinin tedarik edilmesi yeterlidir -harcama çok ama çok az olacaktır- fakat geri dönüşte karşılığı büyük bir hazine olacaktır!”

Senyör Torres, durumu çok daha keskin bir biçimde anlatmakta yetersiz kaldığından durakladı ve zor adamlarla uğraşmaya alışkın olan Thomas Regan, çapraz sorgulama yapan bir ceza avukatı gibi onu ve verilerini sorgulamaya başladı.

“Evet.” diye hemen ekledi Senyör Torres. “Biraz utandım -bunu nasıl ifade etsem?– acil fonlar için.”

“Paraya ihtiyacınız var.” dedi hisse senedi operatörü kendinden emin bir tavırla, sertçe ve kederli bir ifadeyle başını eğdi. Karşısındaki adam, hızlı sorgulama altında çok daha fazlasını itiraf etmişti. Doğruydu, Bocas del Toro’dan yakın zamanda ayrılmıştı ama bir daha asla geri dönmemeyi umuyordu. Yine de eğer gerekli düzenlemeler yapılabilecek olursa geri dönmeyi düşünebilirdi…

Ama Regan, önünde ezilen küçük yaratıklarla uğraşmaya fazlasıyla alışkın olduğundan, adamı ani bir hareketle susturmayı bildi. Alvares Torres adına bir çek yazdı ve karşısındaki beyefendi kendisine uzatılan kâğıda baktığında bin dolarlık rakamları okudu.

“Size ne düşündüğümü söyleyeyim.” dedi Regan. “Hikâyenize hiçbir suretle inanmıyorum. Fakat genç bir dostum var -bu delikanlıya yürekten bağlıyım ama o bu kasaba, beyaz ışıklar ve bu ışıkların altında ortaya çıkan bayanlar ve diğerleri için çok fazla- anlayabiliyor musunuz?”

Senyör Alvares Torres anladığını göstermek istermiş gibi karşısındaki adamın önünde saygıyla eğildi. “Şimdi, onun iyiliği ve huzuru için başına gelebilecek en mükemmel şey, bir hazinenin peşinde çıkacağı yolculuk, macera, deneyim ve… Eminim ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.”

Alvares Torres tekrar eğildi.

“Bu paraya ihtiyacınız var.” diye devam etti Regan. “Onun ilgisini çekmeye çalışın. Bu çek sadece onun ilgisini çekmenizi sağlayacak çabanız için. Eğer onun ilgisini çekmeyi başarır, yaşlı Morgan’ın hazinesinin peşinden koşmasını sağlayacak olursanız, o zaman size iki bin dolar daha ödeyeceğim. Sonuç olarak onun ilgisini çekip buradan üç aylığına ayrılmasını sağlayacak olursanız iki bin eğer altı ay ortalarda görünmemesini sağlarsanız da beş bin dolar daha vereceğim. Ah, inanın bana, babasını çok iyi tanıyordum. Biz can yoldaşıydık, ortaktık, neredeyse kardeştik diyebilirim. Oğlunun gerçek bir erkek olma yolunda, en sağlıklı şekilde ilerlemesini sağlayabilmek için her türlü bedeli ödemeye razıyım. Ne dersiniz? Bin dolar, başlamak için yeterli olacaktır. Tamam mı?”

Senyör Alvarez Torres, titreyen parmaklarıyla çeki bir katlayıp bir açtı.

“Ben… Kabul ediyorum.” diye kekeledi ve heyecanla bir süre duraksadı. “Ben… Ben… Nasıl söylesem?.. Emrinizdeyim.”

Beş dakika sonra oradan ayrılmak üzere ayağa kalktığında, oynayacağı rol konusunda tam olarak eğitilmiş ve Morgan’ın hazinesinin hikâyesi, kumarbazın mükemmel iş zekâsıyla ikna edici bir şekilde revize edilmişti; odadan çıkmadan önce neredeyse şakayla karışık bir tavırla, ağzından şu lafları kaçırdı:

“Ve bununla ilgili en eğlenceli şey Bay Regan, bunun doğru olması. Anlatımdaki tavsiye ettiğiniz değişiklikler kulağa daha gerçekçi geliyor bu doğru ama neticede olayın tamamı gerçek. Paraya ihtiyacım var. Siz çok cömertsiniz ve ben de elimden gelenin en iyisini yapacağım… Ben… İyi bir artist olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Ama yine de doğru ve ciddi anlamda gerçek olan tek bir unsur var, Morgan’ın gömülü ganimetine dair bulduğum ipucu gerçek. Kesinlikle halkın erişemeyeceği kayıtlara ulaştım, ne burada ne de orada kendi ailemden hiç kimse -bunlar kesinlikle aile kayıtları- benzer erişime sahip oldular, benden önce hayatlarını yaptıkları aramalarla boşa harcadılar. Bununla birlikte onlar da doğru ipucu üzerindeydiler, sadece ellerindeki verilerin yirmi mil farkla hazinenin yerini ıskalaması dışında. Bütün bunlar kayıtlarda yazılıydı. Onlar bunu gözden kaçırdılar çünkü bana göre bu bir aldatmacaydı, bir bilmece, bir kamuflaj, bir labirentti ve ben bunu tek başıma araştırarak çözmeyi başardım. İlk gezginlerin hepsi çizdikleri çizelgeler üzerinde bu tür numaralara yer verdiler. İspanyol ırkım, Hawaii Adalarını beş derece boylamda sakladı.”

Dinlemeyi kabul ettiğini tebessümle gösteren ve aynı tebessümle, meşgul bir iş adamının hoşgörülü inançsızlığını ima eden Thomas Regan için tüm bu anlatılanların hepsi Yunancaydı. Francis Morgan, o ofise geldiğinde Senyör Torres çok kısa süre önce oradan ayrılmıştı.

“Biraz öğüt almak için uğramamın iyi olacağını düşündüm.” diyerek Regan’ı selamladı. “Ve babamın oyunlarına fazlasıyla aşina olan biri olarak, başvurabileceğim sizden başka kimse aklıma gelmedi. Anladığım kadarıyla, siz de o büyük anlaşmaların bazılarına ortaktınız. Bana, her zaman sizin kararlarınıza güvenebileceğimi söylemişti. Ve işte şimdi bu yüzden buradayım ve balığa gitmek istiyorum. Tampico Petrol’de neler oluyor?”

“Neler mi oluyor?” diye karşılık verdi Regan, hızlandırmak zorunda olduğu anın cehaletinin tam anlamıyla ince sahtekârlığıyla. “Tampico Petrol?”

Francis başını salladı, bir sandalyeye çöktü ve sigarasını yaktı, bu sırada Regan kâğıt şeridi inceliyordu.

“Tampico Petrol yükseldi -iki puan- endişelenmelisin.” diye ekledi.

“Demek istediğim de o zaten.” diye onayladı Francis. “Endişelenmeliyim. Ama aynı şekilde, sizce bu yükselişte içsel olarak bir grubun -ve bu gerçekten çok büyük- parmağı olabilir mi? Bilirsiniz, demek istediğim bu durum güvenli mi?”

Regan başını salladı. “Büyük. Haklısın. Bu gerçekten önemli bir durum. Meşru. Şimdi bu hareketlenmeyle birisinin veya bir kısmın kontrolü ele geçirmeye çalıştığını düşünebilir misiniz?”

Babasının can dostunun, çarpık kafasının üzerindeki kırlaşmış saçları dimdik olmuştu.

“Neden?” diye devam etti konuşmaya, “Bu, sadece yersiz bir telaş olabilir ya da hisse senetlerinde bunun gerçekten iyi olduğuna dair bir önsezi de diyebiliriz. Sen ne dersin?”

Francis’in tepkisi sıcak bir ifadeyle: “Elbette iyi.” oldu. “Raporlarım var Regan, o kadar güzel sonuçlar ki saçların diken diken olur. Bütün arkadaşlarıma da söylediğim gibi bu gerçekten meşru. Halkı buna dâhil etmek zorunda olmam çok büyük bir utanç. O kadar büyük ki buna mecbur kaldım. Babamın bana bıraktığı tüm nakit bile buna yetecek kadar büyük değil -yani, bağlı olmayan boşta paralar değil- çalışılması gereken paralar.”