Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Haremin sultanları»

Font:

1
Esirci Evi

Yol soracak birini arıyorlardı. Bu tenha mahallenin bostanlar, bağlar arasından geçen kaldırımsız dar sokaklarında kimseler görünmüyordu.

Güneş havayı iyice ısıtmış, sanki etrafa altın renkli ateşler saçmıştı.

Kırk beşlik olduğu tahmin edilebilen, göbeğini kısa bacakları üzerinde güçlükle taşımaya çalışan Zeynel Ağa durdu. Uçlarına sırma dallar ve budaklar işlenmiş çevresiyle terini silerken yanındaki tellala, “Burada bir parça dinlenelim,” dedi. Parmağıyla büyük çınar altında kurumuş bir çeşme gösterdi. Oraya doğru yürüdüler, büyük mermer yalağın iki kenarına oturdular.

Karşıda, biraz uzakta yüksek kale duvarları görünüyor, duvarın ardından hafif bir lodos esintisinden doğan dalgaların sahile çarptığı işitiliyordu. Zeynel, yol arkadaşına sordu:

“Daha Davutpaşa’ya gelmedik mi?”

“Geldik, Efendim. İşte buraları Davutpaşa bostanları.”

“Peki, gideceğimiz köşk nerede?”

“Etrafta görünen köşklerden biri olacak, fakat hangisi?”

“Bana mı soruyorsun? Ben bilsem seni yanıma alır mıydım?”

“Sahibini biliyorum, Cezayirli Abdüssamed. Şimdi bir adam geçince sorup öğreneceğim. Saray gibi büyük, güzel bir köşk diyorlardı.”

“Duvarı salkımlar, yaseminler, sarı güller, sarmaşıklarla örtülmüş şu köşk olmasın? Bu dar yoldan gitsek mi?”

Uzaklardan, ağaçların arasından gelen bir ses işitildi.

“Bal! Leziz bal! Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi, bal! Bal! Leziz bal!”

Tellal yerinden fırladı.

“İşte bir satıcı… Bunlar bütün mahalleyi tanırlar. Ondan öğreniriz,” diyerek sesin geldiği tarafa koştu.

Yumuşak bir ses, tatlı nağmelerle yaklaşıyordu. Nihayet, iki bağın hendekleri arasındaki dar yoldan sesin sahibi meydana çıktı. Bir elinde sepeti, diğerinde terazisi, hafif adımlarla yürüyen bir gençti. Boyu fidan gibi, yüzü güzeldi. Gözlerinde zekâ ışıltıları vardı. Elbisesi düzgün, kendisi bir resim, bir hayal gibiydi. Satıcıdan çok bir cengâvere benziyordu.

Tellal ona işaret ederek yanına çağırdı. İkisi birlikte Zeynel Ağa’nın yanına geldiler. Balcı küçük, hafif sepetini yere koydu. Malını satmaya önem vermiyor gibi görünüyordu. Zeynel Ağa sordu:

“Buralarda esirci Cezayirli Abdüssamed’in evi varmış, biliyor musun?”

Balcının hararetle açtığı büyük, güzel, siyah gözlerinde bir şimşek çaktı.

“Aaa! Siz de mi orasını arıyorsunuz? Fakat bilir misiniz, orası belalı bir evdir. Orada bir afet var.”

“Ne afeti?”

“Gönül afeti… Yüzü görülmeden sesi bile canlar yakan bir afet… Ona tutulanlar benim gibi divane olurlar.”

“Pek güzel bir kız mı bu?”

“Bir kız, belki bir melek. Öyle bir ses, öyle güzel…”

“Sen kızı gördün, tanıdın mı?”

“Uzun macera…”

Zeynel Ağa gencin sözlerine hayret ediyor, şimdi ona dikkatli bir şekilde bakıyordu.

“Sen gerçekten balcı mısın? Sesin, nağmelerin, yüzün güzel; hal ve hareketlerin kibar… Gözlerinde zekâ nurları parlıyor. Bu meziyetlerle saraylarda yaşamaya lâyık iken nasıl oluyor da sokaklarda satıcılık yapıyorsun? Satışın bile esrarengiz… Bana bu muammayı açıklar mısın?”

“Esrarımı size açmadan evvel, ben de sizin kim olduğunuzu öğrenmeliyim. Hani, sizin de orasını arayışınız?”

Zeynel Ağa kahkahalarla güldü.

“Sevdiğin kıza ben rakip olmam, evlat. Benim halimde, yaptıklarımda hiç esrar yok. Ben Mısır Valisi Maksut Paşa’nın kâhyasıyım. Paşaya bir cariye satın almak istiyorum. Bu tellal, Abdüssamed’in evinde satılık pek güzel cariyeler bulunduğunu haber almış. Evi bulmak, cariyeleri görmek istiyoruz.”

“Onu siz alır mısınız? Abdüssamed onun için binlerce altın istiyor. Ödenemeyecek bir hazine…”

“Mısır Valisinin serveti sonsuzdur, oğlum. Ben pek güzel, pek pahalı bir cariye arıyorum.”

Güzel balcının yüzünü bir bulut sardı. Ümitsiz, düşünceli bir tavırla çeşmenin yıkılmış mermerlerinden bir parçasına çöktü. Şimdi yalvarır gibi bir bakışla Zeynel Ağa’nın yüzüne bakıyordu. Deminki neşesi uçmuştu. Söyleyecek söz bulamıyordu. Zeynel sordu:

“Hani ya bana maceranı anlatacaktın?”

O, biraz düşündükten sonra cevap verdi:

“Sen mert bir adama benziyorsun. Yalnız kalırsak…”

Zeynel o zaman tellala emretti, “Sen biraz uzaklarda dolaş,” dedi.

“Ben Sultan İbrahim’in, daha doğrusu onun Cinci Hocasının belasına, haksızlığına uğramış bir vezirin oğluyum. Şu karşıdaki bahçeler arasında güzel bir köşkümüz, uşaklarımız, cariyelerimiz, şanımız, şerefimiz vardı. Mutlu bir gençtim. Zevk içinde yaşardım. Bir gün evimize geldiler. Babamı tutup aldılar, götürdüler. Hiçbir şey, hiçbir sebep bilmiyor, anlamıyorduk. Ertesi gün felâket haberleri geldi. Babamı sarayda boğmuş, idam etmişlerdi. Bütün mallarına da el koydular. Bizi sokağa attılar. Azatlı kölemiz ve lalam biraz yaşlı oldukları için kurtulmuşlardı. Lalamın evine yerleştik. Annem babamı çok severdi. Bu felâketin acısına dayanamadı. Bir ay içinde söndü, öldü gitti. Ben lalamın evinde kimsesiz, öksüz kaldım. İşte böyle güya bal satıyor, mahallelerde serseri serseri geziyorum. Bir gün kale duvarının dışarısında, sahillerde dolaşırken esirci Abdüssamed’in oturduğu köşkten insanı büyüleyen bir ses işitmiştim. Durdum. Kalın kale duvarlarını aşarak sahillere dağılan bu ses bilmediğim bir tarzda, anlamadığım bir dilde şarkı söylüyordu. Bu sese âşık oldum. Benim sesim de güzeldir. Musikiden anlarım. Herkes sesimin çok tatlı ve pek etkileyici olduğunu söyler. Fakat benim sesim o kızın nağmeleri, ahengi karşısında nedir ki!

Bu emsalsiz nağmelerin sahibi olan kızı görmek için günlerce, haftalarca esirci evinin etrafında dolaştım. Dikkatleri o kadar üzerime çektim ki bir gün iki yeniçeri azgını beni tehdit ettiler. O günlerde kale dışarısında, öldürülerek hisardan atılmış bir ceset bulunmuştu. Bunun, esirci evindeki kızlara musallat olmuş, gizlice eve girmiş olduğu için öldürülerek atılmış birine ait olduğu söyleniyordu.

Yeniçeri kolluk kuvvetleri esirci Abdüssamed’i korudular. Soruşturmadan hiçbir şey çıkmadı. Maktulü gömdüler. Her şey unutuldu. Yalnız ben unutamıyordum. O güzel sesli güzel kızı görmek, tanımak hevesi ruhumu büyülerken tehlikelerden korkuyor, geceleri oralarda dolaşamıyordum. Cariyeyi satın alabilecek param da yok. Bu güzel kızı kaçırmayı düşündüm. İşte onun için gördüğünüz gibi bir satıcı kıyafetine girdim. Sabrediyor, fırsat bekliyorum. Çünkü ben onsuz yaşayamayacağım. En yanık, en etkileyici sesimle nağmeler icat ediyor, köşkün etrafında dolaşarak bal satıyorum. Dikkat çeksin diye bu şairane satışı düzenleyip besteledim. Bal! Leziz bal! Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi bal! Leziz bal, diye bağırıyorum. Ben geçerken bütün kadınlar, kızlar ve çocuklar pencerelere, kafeslere koşuşuyorlar. Yalnız Abdüssamed’in evinden kimse çıkmıyor, ben de onu göremiyorum.

Nihayet geç kaldığım bir gündü. Güneş batmış, gökler yıldızlarla çiçeklenmişti. Köşkün karşısında büyük bir çınar var. Altında oturdum. Etrafı derin bir sessizlik, bir vahşet kaplamıştı. Şiddetli bir lodos rüzgârı heybetli çınarın dallarını sarsıyor, kükremiş denizden sahillere çarpan dalgaların uğultusu bana kadar geliyordu. Yorgun ve umutsuz onu düşünüyordum.

Birdenbire bir ses, bir nağme bu vahşi gürültüleri yırttı. Hepsinin üstüne çıktı. Bu, onun sesiydi. İnce, ahenkli, etkili bir kadın sesi… Nağmeleri serin, berrak bir su gibi yüzüme, ruhuma serpiliyordu. Gönlümü, gözümü açtı.

Elimde olmadan doğruldum. Korkuyu, önlemleri unutmuştum. O sustuğu zaman ben söylemeye başladım. Bal! Bal! Leziz bal! Güneş damlası! Cennet şebnemi! Bin bir çiçek rayihası, huriler busesi bal! Leziz bal!

İçeride inceli kalınlı cıvıltıları takiben sesler kesildi. Onu kaçırdılar, uzaklaştırdılar. Ve o günden beri bir daha bu sesi duymadım. Hayaline taptığım kızı göremedim.”

“Biz şimdi cariye beğenmek ve satın almak için oraya gidiyoruz. Beraber gelir misin? Belki kızı görürsün!”

Genç âşık, Zeynel Ağa’nın ellerine sarıldı. Kendisine gösterilen bu şefkate karşılık onları minnet ve şükran hisleriyle öptü.

“Mademki bana merhamet ediyorsunuz, onu satın alırsanız beni de alınız. Ben onunla beraber gitmek, onun etrafında yaşamak için köle olmaya, köle gibi Mısır’a gitmeye razıyım,” dedi.

Zeynel Ağa sordu:

“Ben vezirlerin çoğunu tanırım. İdam edilen babanız kimdi, sorabilir miyim?”

“Babam Trabzonlu İslam Paşa idi. Sultanzâde Mehmet Paşa’ya çok yardımcı olmuştu. Paşa, sadrazam olduğu zaman minnetten kurtulmak için babamın idamına razı oldu.”

“Yaa! İslam Paşa mı? Tanırım. Hatta onun iyiliklerini bile gördüm. Öyle ise seni bir esir gibi değil evlat gibi yanıma alıyorum.”

***

Abdüssamed’in oturduğu köşkün büyük bahçe kapısından girdiler. Bakımsız bırakılmış bahçelerin, esrarengiz ve sık ağaçlıkların arasından geçtiler. En üst kat pencereleri denizi görebilmek için kale duvarlarını aşmış, filizî boyalı, nakışlı, muhteşem bir binanın önüne geldiler. Burası eski ve terk edilmiş bir saray olmalıydı.

Sekiz on basamak mermer merdivenlerden çıktılar. İçerideki gürültülü çığlıklar, kahkahalar dışarı taşıyordu. Misafirlere rehberlik eden ihtiyar zenci köle kapıyı açınca garip bir manzara ortaya çıktı: irili ufaklı, Kızıl Deniz’den gelmiş abanoz gibi siyah zenciler; açık kahverenginde Habeşîler; Kafkas Dağları’nın mavi, yeşil, sarı ve kara gözlü dilberleri, sarışın Çerkezler, Abazalar, Gürcüler… Rum, Rus, Macar kızları karmakarışık oynuyor, şuh kahkahalarla gülüyorlardı. Kapının açıldığından haberleri bile olmadı.

İnce hasır döşenmiş büyük sofayı süpürmeye çalışan zenci kalfanın ayakları arkasına sekiz on yaşlarında çapkın bir köle yumulmuş, öndekiler bacıyı ürkütünce zavallı bacı arka üstü düşmüş, ayakları havaya kalkmıştı. Herkes bu manzara karşısında kahkahalarla gülüyordu.

Kapıyı açan zenci kölenin bağırması üzerine, çil yavruları gibi, her biri bir tarafa dağıldı.

Zenci köle, Zeynel Ağa ile arkadaşlarını misafir odasına götürdü. Abdüssamed’e bilgi vermeye gitti.

Misafirlerin Mısır Valisi için cariyeler satın almaya gelmiş oldukları dışarıda duyulmuştu. Burada mahpus gibi yaşayan, dünya yüzü görmeyen esirlerden birçoğu usandıkları bu hayattan kurtulmak için satılmaya can atıyorlardı. Şimdi gençler ve çocuklar fiskoslarla gülüşerek oda kapısı önüne toplanıyor, içeridekileri görmek için birbirlerini iterek anahtar deliğinden bakmaya çalışıyorlardı.

Bu sırada Abdüssamed göründü. Cezayir Dayıları kıyafetinde iri yarı bir herifti. Belinde büyük bir kılıcı, elinde kamçısı vardı. Acı bir nara ile bağırdı. Kamçısını sallayarak insan sürüsünü ürküttü. Önündekilerin her biri vahşi hayvanlar gibi bir tarafa kaçışıp dağıldı.

Abdüssamed kurnaz bir esirci idi. Müşterilerini onlara yaltaklanarak değil, caka satarak etkilemesini bilirdi.

Odaya girince selam verdi. Zengin ve kendini beğenmiş bir tüccar gibi oturdu. Tellalı tanıyordu. Onunla gelen bu iki kişiden hangisinin efendi olduğunu kestirmek için dikkatle baktı. Genç adamın halinde, yüzünde öyle bir soyluluk nuru vardı ki, efendi ve müşteriyi o zannetti. Zeynel Ağa’ya önem vermeyerek ona hitap etmeye başladı.

“Efendi nasıl bir halayık, nasıl bir kul ister? Beyaz? Habeş? Siyah? Küçük? Genç? Güzel? Çok güzel? Ucuz? Pahalı? Hepsi var.”

Zeynel Ağa cevap verdi:

“Görelim.”

“Evet, Efendi, siz görecek, beğenecek, sonra pazarlık yapacak. Fakat evvela ne ister, bana onu söyleyecek.”

“En evvel, bir sarayda bulunabilecek en güzel kızları göster.”

Abdüssamed, Zeynel Ağa’nın istediği gibi en güzel malını en önce sunmadı. Kızların en adi ve en ucuzlarını getirip göstererek başladı. Onlar beğenilmedikçe daha değerlilerine sıra geliyordu. Adam kapının önünde durmuş, bizzat isimleriyle çağırdığı kızları odaya alıyor; her birinin özelliklerini, meziyetlerini sayıp döktükten sonra fiyatını söylüyordu.

Zeynel Ağa gururlu bir tavırla, “Daha âlâsı, daha kıymetlisi yok mu?” dedikçe, Abdüssamed mânâlı tebessümlerle,“Var, ya Efendi,” diyor ve daha güzelini getiriyordu.

Sonunda dışarı doğru, “Nurü’l-ayn,” diye bağırdı ve kızın gelmesini beklerken hakkında bilgi vermeye başladı.

“Bu, İstanbul’da değil dünyada eşi benzeri bulunmaz bir cariye. Feleğin cilveleri onu buraya atmasaydı, bugün belki bir kraliçe yahut sarayda bir haseki olacaktı. Ve belki yine olacak. Bir zengin bunu satın alır ve saraya takdim ederse…”

“O kadar fevkalâde bir şey mi bu?”

“Şimdi görecek ve anlayacaksınız, Efendi. Güzelliği kadar fevkalâde zekâsı, emsalsiz güzellikte bir sesi var. Macar kızıdır ama Türklerden iyi Türkçe okur ve yazar. Tambur, rebap çalar. O kadar kibar, o kadar terbiyeli ki… Göreceksin, hayran olacaksın, Efendi…”

Abdüssamed malını methetmek için belli ki daha çok konuşacaktı. Fakat davet olunan Nurü’l-ayn’ın odaya girişi ortamı değiştirdi. Zeynel Ağa ile arkadaşı Suphi Bey’i hayretler içinde bıraktı.

Bu, alelade bir kız değil, kendisine esir olunacak bir varlıklı. Karanlığa doğan nur gibi, serin bir rüzgâr gibi içeri girdi. Uzun, güzel endamını Arap tarzı ipekli bir bornozla örtmüş, sırma rengi saçlarını sarı lalelerden oluşan bir taç gibi başı üstüne toplamıştı.

Onda ne bir esirin utancı ne de bir fahişenin serbestliği vardı. Güzelliğinin kıymet ve önemini bilen bir gururla yürüyor; baygın, mavi gözlerinden zekâ nurları saçıyordu.

Zeynel Ağa kıza saygılı bir tavırla, “Sizi Mısır’a, Kasr-ı Yusuf Sarayı’na götürmek istiyoruz, gelir misiniz?” dedi.

Kız hafif, alaycı bir tebessümle güldü.

“Cevap vermiyorsunuz, gelir misiniz?”

“Esirin arzuları sorulur mu, Efendim?”

“Mısır Valisi Maksut Paşa terbiyeli, genç, yakışıklı, güzel ve mükemmel bir insandır. Orada bir hükümdar gibidir. Saraylarda yaşar. Servetinin haddi hesabı yoktur. Bu güzelliğiniz ve kültürünüzle orada bir sultan gibi hükümran olursunuz.”

Nurü’l-ayn önüne bakıyor, cevap vermiyordu.

Abdüssamed, elindeki kamçı ile ona çıkması için işaret etti. Kız büyük bir ağırbaşlılık ve gurur ile odadan çıktı.

Mısır Valisinin kethüdası, paşasını memnun edecek mücevheri bulmuştu. Pazarlık kolayca sonuçlandırıldı.

Ertesi gün altınları getirmek ve kızı almak için esircinin evinden çıktılar.

2
Gemi Korsanları

Suphi şair yaradılışlı bir gençti. Bütün ruhunu saran şiddetli sevdasıyla zaman zaman dünyadan bihabermiş gibi daldığı olurdu.

Bu akşam da geminin baş tarafında bir kenara çekilmiş derin derin düşünüyor, dilinin alıştığı bir ahenkle, hafif nağmelerle mırıldanıyordu:

“Bal, bal, leziz bal… Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi, leziz bal…”

Bu nağmeler onun Davutpaşa Bağları’nda, esirci evi etrafında Nurü’l-ayn’ı görmek, sesini işitmek için gezindiği zamanları düşündüğünü anlatıyordu.

Gemi, pupadan gelen rüzgâr ile dalgalar üzerinden sekerek şuh bir dans eder gibi uçarken; güneş, Girit Dağları üzerinde parçalanmış, rengârenk bulutlar arasından gurup ediyor, ufukları kana boyuyordu. Gemide müezzinlik yapan Mekke Kadısı o anda ezan okumaya başladı.

Suphi ezanı işitince kendi kendine, “Çiçeklere renk ve rayiha, Nurü’l-ayn’a güzellik ve cazibe veren, bu latif tebessüm ile havayı ve denizi dalgalandıran Rabbime hamd ve senalar olsun,” dedi.

Ezan okunurken geminin köpeği de geminin baş tarafına geldi. Dalgalara havlıyor, bu ruhani nağmelerin hüznüne acı ve korkunç feryatlar karıştırıyordu. Köpek, insanlarda bulunmayan bir his ile herkesten evvel düşmanın tehlike ve kokusunu almıştı. Bu durum yolcuları rahatsız ediyordu ama gemiciler için bir ikazdı.

Koca sarıklı, Cezayir kıyafetli kaptan meydana çıktı. Etrafa bakıyor, ufukları gözlüyordu. Nihayet bir şeyler gördü ve bağırdı:

“Tehlike var! Girit korsanlarıdır! Savaşacağız!”

Bu müthiş haber üzerine etrafı çığlıklar, gürültüler kapladı. Haber verilen, korkulan felâket işte gelip çatmıştı. Şimdi Mekke Kadısına sövüyor, sayıyorlardı. Kaptan bağırıyordu:

“Bize buralarda Girit korsanları dolaşıyor, Girit sularından geçmek caiz değildir demediler miydi? İnanmadılar. Bana korkak dediler. İşte felâket geldi çattı.”

Hiddetlenen, korkan diğer gemiciler de bağırmaya başladılar:

“Kadı Efendi nasihat dinledi mi? Kaptana korkak dedi, hakaret etti. Mutlaka yola çıkmalıyız diye ayak diredi.”

“Kadı Efendi hac zamanını kaçırmamak, zavallı hacılardan ölenlerin mirasına konmak için bir an evvel Mekke’ye yetişmek istiyor.”

“Şimdi iyi yetişecek.”

Bu gürültüler arasında Mekke Kadısı ile upuzun, sivri, simsiyah ihtiyar zenci Sümbül Ağa meydana çıktılar. Onlar da korku ve heyecan içindeydiler.

***

1052’de, Sultan İbrahim’in çılgın saltanatı zamanındaydı. Sarayda hasekilerden birinin hışmına uğrayan Darüssaâde Ağası Sümbül, görevinden alınmış ve derhal Mısır ’a sürgün edilmesine emir çıkmıştı.

Donanma Karadeniz’deydi. Darüssaâde Ağasını Mısır’a götürecek uygun büyüklükte bir gemi bulunamadı. İbrahim Çelebi namında bir reisin çektirisi kiralandı. Kızlar Ağasının mallarına el konulmamıştı. Bütün kıymetli eşyası ve pek sevdiği atları da gemiye bindirildi.

İbrahim Çelebi çekirdekten yetişmiş, yakışıklı, cesur bir gemiciydi. Fakat açgözlüydü. Kızlar Ağasının eşyası ve hayvanlarıyla dolmuş olan gemisine başka müşteriler de aldı.

Hac zamanı geçmeden önce görev yerine yetişmek isteyen ve gidecek yolcu gemisi bekleyen Mekke Kadısı da maiyeti ile beraber bu gemiye bindi. İbrahim Çelebi, müracaat eden daha birçok hacıyı, Mısır yolcularını da reddetmedi. Gemi hıncahınç dolmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı.

Gemi Rodos’a varacağı zaman hükümet memurları, “Bugünlerde Mısır’a doğru gitmeyiniz. Girit sularında korsan gemileri görüldü. Balıkçı kayıklarını bile soydular,” demişlerdi.

Reis İbrahim Çelebi, Girit korsanlarının ne müthiş canavarlar olduğunu bilirdi. Yola çıkmak istemedi.

“Beş on gün burada bekleriz. Elbet uzaklaşırlar. Yahut buraya başka gemiler de uğrar, onlarla beraber çıkarız,” dedi.

Fakat Mekke Kadısı hac zamanı geçmeden Hicaz’a yetişmek istiyor, vakit kaybedilmemesi, hemen yola çıkılması için ısrar ediyordu. Kızlar Ağasını kandırmıştı. Cahil ve mağrur zenci, “Su üstünde niye duralım? Biz Padişahın iradesiyle gidiyoruz. Kimden korkacağız? Girit korsanlarının bize ilişmek haddine mi düşmüş?” diyordu.

İbrahim Reis, “Yeterli topumuz yok. Gemi çok yüklü. Onlar bir sürü gemiyle gelecekler. Tehlike büyük,” dedikçe, Kızlar Ağası, Mekke Kadısının teşvikiyle, “Sen korkak… Sen miskin…” diye zavallının hislerine saldırıyor, onu tahrik ediyor, bağırıyor çağırıyordu.

Hacılar, yolcular iki taraf olmuşlardı. Bir kısmı hemen yola devam etmek, diğer kısmı beş on gün Rodos’ta kalarak durumu değerlendirmek, başka gemiler gelirse yola onlarla beraber çıkmak istiyorlardı.

Kalmak taraftarlarından biri karısına hafif bir sesle, “Reis kendi kamarasını esrarengiz bir aileye kiralamıştır. Şişman bir adamla pek güzel bir kızı, bir de oğlu var. Kalabalık arasına çıkmıyor, kimse ile görüşmüyorlar. Ben onları bir sabah, herkesin uyuduğu sırada, güneş doğarken hava almaya çıktıklarında gördüm. Saraya mensup pek nüfuzlu, önemli bir adam olmalı. Ona başvuralım,” dedi.

“Bu divane Kızlar Ağası ve Mekke Kadısına söz geçirebilirse!”

İkisi birlikte bu esrarengiz kişiyi görmek, işe müdahalesini rica etmek için kaptan kamarasının kapısına gittiler.

Karşılarına genç âşık Suphi çıktı. Ona pek önemli bir iş için babasını görmek istediklerini söylediler.

Zeynel Ağa gecelik entarisi, laubali tavrı ile epeyce neşeli bir halde kapı önünde göründü. Ziyaretçiler ona gelişlerindeki maksadı anlattılar. Hayretle gözlerini açtı.

“Ne diyorsunuz? Bu divane Arap ile Kadı bütün mallarını verdikten başka esir olmak, satılmak mı istiyorlar? Hiç korsanlara karşı böyle yüklü bir tek gemi ile gidilir mi?” dedi.

Hemen giyindi. Heybetli bir kıyafetle meydana çıktı. Evvela kaptanın yanına gitti, onu kandırmaya çalıştı. İnatçı İbrahim Çelebi başka söz söylemiyordu.

“Bana korkak dediler. Ölümlerden bile korkmadığımı ispat edeceğim. Bela gelir çatarsa onlar da görürler.”

“Çelebi, sen hiç korsanlara tesadüf etmedin mi? Ben bir kere esir oldum, biliyorum. Denizde onlar müthiş bir afettir. Bütün malı aldıktan başka gemiyi elinden alacaklar, hepimizi esir edeceklerdir. Geçen defa kendimi satın alıncaya kadar ne belalar çektim, ben bilirim. Memleketinde serveti olan, yolunu bulan kişi kendini satın alıp kurtarabilirse de buna muvaffak olamayanlar hayvan gibi pazarlarda satılır, ölünceye kadar itilir kakılırlar. İyi düşün. Bir gücenme, bir inat uğruna kabadayılık davasıyla atılacağın felâketin derecesini ölç, biç.”

“Ne yapalım, Allah’ın dediği olacak. Bana korkak diyenler düşünsün.”

“Peki, sana korkak diyen ve gitmek isteyenler bu fikirlerinden vazgeçer, sana gelir, gitmeyelim derlerse?”

İnatçı kaptan bir an düşündü. Kızlar Ağası ile Mekke Kadısının ayağına gelerek kendisinden özür dilemeleri hoşuna gidecekti.

“Hele bir kere gelecek olsunlar,” dedi.

Zeynel Ağa oradan Kızlar Ağasının yanına gitti. Mekke Kadısı da orada idi. Onlara tehlikenin büyüklüğünü, neticelerini, bütün felâketleri, kendisinin esarette geçirdiği günleri uzun uzadıya anlattı. Onları yumuşatmayı başardı. Daha beş on gün kalmaya razı oldular. Şimdi iş onların gemi reisine gidip Rodos’ta kalmayı kabul ettiklerini, geminin bugün hareket etmemesini söylemelerine kalmıştı.

Zeynel Ağa bunu teklif edince Kızlar Ağası yerinden fırladı.

“Ne? Ben, saraylarda padişahlarla sultanlar arasında yaşamış Darüssaâde Ağası, bu miskin gemicinin ayağına mı gideyim? Onun gibi bin gemiciye ayağımı öptürmüşüm, ayağına gider miyim?”

Mekke Kadısı da zencinin bu gururunu, inadını görünce ondan aşağı kalmak istemedi. İlmiye payesinin büyüklüğünden, şerefinden bahsediyor; kaptanın ayağına gitmeye, ondan özür dilemeye katiyen razı olamayacağını anlatıyordu.

“Fakat sizin gururunuz, inadınız yüzünden gemideki bütün insanların hayatı müthiş tehlikelere itiliyor.”

“Bundan ben sorumlu değilim. Onu reis denen Çelebiye anlat.”

“O, inatçı bir cahil. Söz anlamıyor, Bana korkak dediler. Korkak olmadığımı anlasınlar, özür dilesinler, diyor. Siz bu cahilin aklına uymayın.”

Her ikisi bir ağızdan bağırdılar.

“Mümkün değil! Biz o miskin herifin ayağına gidip ne özür dileriz, ne de yalvarırız. O korsanlardan korkmuyorsa, biz hiç korkmayız.”

Bu inat karmaşasında uyuşma sağlayabilmek için Zeynel Ağa bir yandan diğer yana koşturuyordu. Onca uğraşa rağmen hiçbir tarafı ikna etmeyi başaramadı. Nihayet gemi yola çıktı.

İşte korkulan felâket de bunun sonucu gerçekleşti.

***

Rodos’tan hareket ettikleri zaman Zeynel Ağa şiddetli bir öfke ve sinirlilik içindeydi. Bu inatçı, cahil, anlayışsız heriflere küfürler ediyordu. Oturdukları kaptan kamarasının kapısına geldiği zaman durdu, düşündü. Şimdi ne yapacaktı? Tehlikeyi, korkularını Nurü’l-ayn ve Suphi’ye anlatmalı mıydı? Kendi kendine, “Belki korsanlara rastlamaz, felâkete uğramayarak sağ salim Mısır’a gideriz. Şimdiden bu zavallı gençlere müthiş endişeler, heyecanlar yaşatmaya gerek yok!” dedi.

İçeri girdiği zaman davetin nedenini sordular.

“Geminin reisi ile Kızlar Ağası ve Mekke Kadısı kavga etmişler. Onları barıştırmaya çalıştım,” dedi.

Nurü’l-ayn sordu:

“Barıştırabildiniz mi?”

“Hayır.”

“Neden kavga etmişler?

“Biri diğerine korkak demiş.”

“Neden korkak, korkulacak bir şey mi varmış?”

“Adam sende, nemize lazım! Biz burada kendi zevkimize bakalım. Şuradan dolu bir kadeh daha ver de, başladığın tatlı hikâyeye devam et.”

Güzel kız, Zeynel Ağa’ya bir kadeh şarap sundu. Sonra oturdu. Konuşmasını büyük bir şevkle bekleyen Suphi’ye tebessümler ederek başladı. Çocukluk hayatını ve esarete nasıl düştüğünü anlatıyordu.

“Misafir çocuklarıyla şatonun bahçesinde, ağaçların altında oynuyorduk. Şatodan iyice uzaklaşmıştık. Birdenbire kilisenin çanı tehlike, felâket bildiren bir ahenkle acı acı çalmaya başladı. Arkasından da gürültüler, çığlıklar koptu.

Hep çocuktuk. Fakat en küçüğümüz on yaşında vardı. Ani bir felâket geldiğini anlayabilmiştik. Şatoya doğru koşarken etraftan silah sesleri ve naralar gelmeye başladı. Savaş oluyordu. Şato düşman hücumuna uğramıştı. Henüz tereddütler içinde şatoya kaçmak için koştuğumuz sırada, çılgınca koşturdukları atlarla bize doğru gelen sekiz on kadar sarıklı, sırmalı cepkenli, korkunç suratlı süvarinin karşısında donup kaldık. Korkumuzdan bağırıp ağlayamıyorduk bile.

Bu süvarilerden biri parmağını dudaklarının üstüne koyarak bize sus işareti yaptı. Yanımıza yaklaştı. Her birimizin boyunu, bosunu, yüzünü inceledi. İçimizden üçünü seçti ve hayvanlarının terkisine bindirerek güzelce bağladı. Bu esir alınan kızlar içinde ben de vardım.

Ağlamak, bağırmak isteyenleri müthiş tehditlerle susturuyorlardı. Bizi şatodan bir saat kadar uzaktaki ormana götürdüler. Orada birçok süvari, esir alınmış diğer Macar kızlarla çocuklar, pahada ağır yükte hafif eşyalar vardı.

Birkaç saat bekledik. Bizden sonra da birtakım süvariler, esirler ve eşya geldi. Meğer bunlar huduttan gelen Türk akıncıları imiş. Yıldırım hızıyla etrafı talan eden akıncılar burada toplanınca dönüş başladı. Günlerce hayvan üstünde gittik. Türk akıncılarının geçtiğinden haberdar olan bütün Macar köylüleri dağılıp gizlenmişlerdi. Kırlarda, köylerde kimselere tesadüf etmiyorduk.

Sınıra geldiğimiz zaman dağıldık. Benim Macar asilzadelerinden olduğumu, sesimin güzelliğini, iyi saz çaldığımı anladıkları zaman beni Budin Valisine gönderdiler. Vali Mustafa Paşa da biraz zaman geçtikten sonra beni İstanbul’a, Padişahın kız kardeşi Belkıs Sultan’a hediye yolladı.

Sultanın eşi Nakkaş Paşa Mısır Valisi idi. Oraya servet toplamaya, zengin olmaya gitmişti. Belkıs Sultan İstanbul’da eşinin getireceği hazineleri beklerken büyük bir ihtişam ve debdebe içinde yaşıyordu. Sarayında benim gibi yüzlerce cariye ve kölesi vardı.

Sultan beni pek beğendi ve sevdi. Kendi evladı olmadığı için, beni bir evlat gibi terbiye ederek büyütmeye çalışıyor, eğitimde gösterdiğim kabiliyetten pek memnun oluyordu. Kısa zamanda Türkçeyi öğrendim. Okuyup yazmaya başladım. Rebap çalıyor; doğu müziğinden anlıyor, zevk alıyordum.

Belkıs Sultan’ın sarayında bir prenses gibi büyüdüm. On dört yaşına gelmiştim. Mazimi, içinde bulunduğum durumu, geleceğimi düşünebiliyordum. Beni en çok Macaristan’daki ailem, onların hali düşündürüyordu.

Bir gün derdimi Belkıs Sultan’a açtım. Beni lütfen Bu-din Valisinin yanına kadar gönderin. Oradan Macaristan’a geçeyim. Bir kere ailemi bulup, onlarla görüşeyim. Onlar da benim hayatta ve mutlu olduğumu anlasınlar. Yine buraya gelirim, diye yalvardım. Sultan güldü.

Çocuk, dedi. Aklın mı ermiyor, beni aldatmak mı istiyorsun? Ailenin yanına gittikten sonra bir daha onlar seni bırakırlar mı? Demek burada benim evladım gibi yaşamaktan memnun değilsin ki…

Vallahi çok memnunum. Sizden ayrılmak istemem. Fakat ne yapayım? Devamlı onları düşünüyorum. Anamı, babamı bir kerecik olsun görmek istiyorum. Annem benim için kim bilir ne kadar ağlıyordur.

Bu sözleri üzgün, ümitsiz bir tavırla söylemiştim. Belkıs Sultan acıdı, beni yanına oturttu. Hüznümü gidermek için saçlarımı okşarken konuşuyor, bana ümitler veriyordu.

Bak kızım, ben seni bu memlekette hükmü geçen biri olman için büyütüyor, terbiye ediyorum. Olgunlaştığın zaman seni kardeşim Sultan İbrahim’e hediye edeceğim. Bizde padişahlar ekseriya senin gibi esir kızlara esir olmuşlardır. Yıldırım Beyazıt, Sırp Kralı’nın kız kardeşi Olivera ile evlendiği zaman onun otoritesine yenik düştüğü gibi, bir Rus rahibinin kızı olan Roksalan da Hürrem Sultan unvanıyla Kanuni Sultan Süleyman’ı zülfünün teline bağlayıp senelerce hükümran oldu. Venedikli Sofia Baffo yani Safiye Sultan, Üçüncü Murat’ı cazibesine, kültürüne esir etti. Nihayet, hâlâ başımıza bela kesilen Valide Sultan senelerden beri padişahları ve memleketi pençesinde tutmuyor mu? O da bir Rum rahibin kızı Anastasya idi, Mahpeyker Sultan oldu. Şimdi kardeşim Sultan İbrahim’i bu Valide Sultanın hâkimiyetinden, pençesinden kurtarmak gerek. Bunu da ancak pek güzel, pek zeki bir kadın yapacaktır. Seni bunun için yetiştiriyorum. Sarayda hükmü geçen bir sultan olduğun zaman Macaristan’daki bütün akrabalarını buraya getirir, görür, servet ve zenginliğe gark edersin.

O zaman pek taze, çocuk sayılabilecek bir çağda idim. Saraya girmek, sınırsız elmaslara, hazinelere sahip bir sultan olmak hayali kalbimde arzular, hevesler uyandırdı. Daha ciddi bir gayretle çalışmaya, okumaya, yazmaya, her şeyi öğrenmeye çalıştım ve en çok da tarih okudum. Dünyayı, hayatı anladım zannediyordum.”

Zeynel Ağa, bilhassa Suphi Bey, güzel kızın sözlerini büyük bir hayretle dinliyorlardı. Nurü’l-ayn gözlerinde bir kat daha yükseliyordu. Zeynel Ağa sordu:

“Şimdi hayatı o zaman öğrendiğiniz, anladığınızdan başka mı buluyorsunuz?”

“Tabii değil mi? Hayat okumak, masal dinlemekle anlaşılmıyor. Zihnin, gözlerin açılması için türlü hadiseler arasında yuvarlanmak, felâketler görmek, tecrübeler edinmek lazımmış.”

“Demek ki Belkıs Sultan’ın sarayında acılar, felâketler gördünüz?”

“Gözümün önünde yıkımlar ve değişiklikler oldu. Talih sediri darağacına, debdebe ve ihtişam sarayı aciz ve yoksul bir kulübeye döndü. Sultanın kocası Mısır Valisi Nakkaş Paşa’nın dönüşünü bekliyorduk. Bize emsalsiz elmaslar ve kumaşlar getireceğini bildiğimiz Nakkaş Paşa, neticede İstanbul’a gemiler dolusu muazzam bir servetle gelmişti. Fakat onu rakip gören, sadrazam olmasından korkan gammazlar kuş beyinli Padişahı kolayca aldattılar. Belkıs Sultan’ın karşısına çıkacağı düşüncesi Mahpeyker Sultan’ı da etkiledi. Güya diğer vezirlerin yapmadığı bir şeymiş gibi Nakkaş Paşa’nın Mısır’da ahaliyi soyarak büyük bir servet topladığını ileri sürdüler. Servetine el konulması için Hünkârı kandırdılar. Bu haber bizim saraya gelince Belkıs Sultan küplere bindi. Zeki fakat çok asabi bir kadındı. Heyecanlarla yerinden kalktı, Topkapı Sarayı’na koştu ve kardeşini buldu. Galiba bulunduğu sinirli haliyle bağırmış, çağırmış, divane Padişahı büsbütün kızdırmış. Sonunda Nakkaş Paşa’nın idamına, Belkıs Sultan’ın da hapsedilerek bütün malına el konulmasına emir çıkmış.

Padişahın hemşiresi sarayından çıkarıldı. Damat Nakkaş Paşa ise Yedikule’ye kapatıldı ve idam edildi. Belkıs Sultan’ın sarayındaki bütün mallara el konuldu. Cariyeler de, köleler de haraç mezat satıldı. Böylece ben de esirci Abdüssamed’in eline düştüm. Orada sefil bir esaret hayatı yaşadım. Fakat işkencelere bile katlanabilecek bir azim ve kuvvet kazandım.”

***

Geçmişe, saray hayatına, esaret felâketlerine ilişkin konulardan saatlerce bahsedildi. Tatlı tatlı konuşuyor, geminin arkadan gelen uygun bir rüzgârla ilerlemekte olduğunu anlıyorlardı.

Akşam olmuştu. Suphi kalkıp kandili yaktı. Artık hiçbir işi Nurü’l-ayn’a bırakmıyor, ona tapınan bir kul gibi hizmet ediyordu.

Dışarıdan bir gürültü, bir bağırma işitildi. Zeynel Ağa yerinden fırladı. Dışarı çıkmasıyla içeri dönmesi bir oldu.