Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler»

Font:

Evliya Çelebi
(1611-1682)

Türk edebiyatında en büyük seyahatnameyi yazmış müellif olarak haklı bir şöhret kazanmış bulunan seyyah, memur ve asker.

Padişah imamı olan Evliya Mehmed Efendi’den dolayı Evliya adını almıştır. Evliya Çelebi’nin babası olan Saray Kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî, Evliya Mehmed Efendi’nin yakın dostu idi. Bu sebeple oğluna Evliya adını verdi.

Evliya Çelebi 25 Mart 1611’de, İstanbul’da, Unkapanı’nda doğdu.

Ailesinin kökü Kütahyalıdır. Fetihten sonra İstanbul’da yerleşmişlerdir… Fakat Kütahya’nın Zereğen Mahallesi’ndeki evlerini muhafaza etmişlerdir. Ayrıca Bursa, Manisa ve Sandıklı’da da mülkleri vardı.

Babası, Kuyumcubaşı Derviş Mehmed Zıllî 1648 Temmuz’unda, hicri hesapla 117, şemsî tarihle 114 yaşında öldü. Demek ki 1534 doğumlu idi.

Evliya Çelebi kendi soy kütüğünü sayarken dedesini “Kara Ahmed”, dedesinin babasını “Demircioğlu Şehit Kara Mustafa Paşa”, dedesinin dedesini “Turhan Bala” olarak göstermektedir. Turhan Bala’nın babası olarak “Yavuz Özbek” yahut “Yavuz Er” veya “Ya vuk Er” adında bir sancak beyinden bahsetmektedir. Bu Yavuz yahut Yavuk Er, İstanbul’un fethinde bulunmuştur. Ganimet malından kendi payına düşenle Unkapanı’nın iç yüzünde Sağrıcılar Camisi ile 100 dükkân ve bir ev yaptırmış, Evliya Çelebi bu evde doğmuştur.

Evliya Çelebi, bu Yavuz Er’in babası olarak Ece Yakub, dedesi olarak da Allahverdi Akay adlarını sayıyorsa da bunları hakikat diye kabul etmeye imkân yoktur. Hele Allahverdi Akay’ın babası ve dedesi olarak gösterilen Mehmed Kirmâni ile Hoca Ahmed Yesevî tamamıyla hayal mahsulüdür. O zamanki Türk aydınları arasında, kendisini ya Peygambe’re ya dört halifeye ya da ünlü bir şeyhe bağlamak hususundaki modanın bir neticesidir. Zaten 1167’de ölen Ahmed Yesevî ile 1682’de ölen Evliya Çelebi’nin arasında 13-15 ata bulunması gerekirken bunu 8 ata ile geçiştirmek de tamamen mantıksızdır.

Evliya Çelebi’nin anası bir Abaza kadındır. Bu kadın, sadrazamlığa kadar yükselen Melek Ahmed Paşa’nın anasıyla ya kardeş yahut da teyze çocuğudur. Bu hısımlık sebebiyle Evliya Çelebi’nin Melek Ahmed Paşa ile arası çok iyi olmuştur.

Evliya Çelebi’nin anası, I. Ahmed çağında genç kız olarak saraya getirilmiş ve Kuyumcubaşı Derviş Mehmed Zıllî ile evlendirilmiştir.

Mehmed Zıllî (1534-1648), Kanunî Sultan Süleyman’ın, birçok seferlerinde ve II. Selim çağındaki Kıbrıs fethinde (1570-1571) hazır bulunmuş, padişaha Mağusa’nın anahtarlarını takdim etmiş, I. Ahmed çağında da (1603-1617) eliyle yaptığı Kâbe’nin altın oluklarını sürre emanetiyle Hicaz’a götürmüş ve Sultan Ahmed Camisi’nin tezyinat işlerinde çalışmıştır. Konuşması tatlı ve şair olduğu için hizmet ettiği padişahların musahipliğine kadar yükselmiştir.

Evliya Çelebi’nin Mahmud adında bir erkek kardeşiyle birkaç kız kardeşi varsa da bunlardan yalnız bir tanesinin devlete isyan ederek 1632’de idam edilen Balıkesirli İlyas Paşa’nın zevcesi olan “İnal”ın adını zikretmiştir ki bu Türkçe isim dikkate değer.

Evliya Çelebi, ilköğrenimden sonra Unkapanı’ndaki Fil Yoku şu’nda, Şeyhülislam Hâmid Efendi Medresesi’nde Müderris Ahfeş Efendi’den 7 yıl ders gördü. Bu sıradaki ders ortağı (o zamanki tabirle ders şeriki), yani aynı hücrede kaldığı arkadaşı, sonradan Osmanlı tarihine geçen ve “Cinci Hoca” diye tanınan Hüseyin Efendi idi.

Bu medresedeki 7 yıllık dersin Evliya Çelebi’yi, zamanımız tabiriyle yükseköğrenim mezunu seviyesine getirmeyeceği aşikârdır ve zaten Seyahatnamesi’nden de bu anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi, Sâdîzade Dârülkurrâsı’nda hafız olmuş, babasından da kuyumculuğa dair bazı şeyler öğrenmiştir. Daha sonra enderunda tahsiline devam etmiştir. Burada Güğümbaşı Mehmed Efendi’den “yazı”, Müsahip Derviş Ömer Gülşenî’den “musiki”, Keçi Mehmed Efendi’den “Arapça gramer”, babasının dostu olan ve kendisine “Evliya” adının verilmesinde amil bulunan Evliya Mehmed Efendi’den de “tecvid” dersleri aldı.

Evliya Çelebi seyahate âşıktı. İstanbul ve çevresindeki dolaşmalarına 1630’da yani 19 yaşlarında iken başlamıştı. Sesi güzeldi ve aldığı dersler arasında en çok musikide ileri gitmişti.

1635’te (yani 24 yaşlarında iken) Ayasofya’da IV. Murad’ın huzuruna çıkarıldı ve kendisine Has Kiler’de vazife verildi. Bir gün sarayda IV. Murad’ın huzuruna kabul olunarak besteler okudu ve nükteli konuşmasıyla padişahın çok hoşuna gitti. Bu tesir kuvvetli olmuş olacak ki padişahın kederli zamanlarında huzura çıkarılarak tatlı sözleriyle onun kederini azaltmaya başladı.

Sarayda 4 yıl kadar kaldıktan sonra padişahın Bağdat seferinden (Nisan 1638) biraz önce çırağ edilerek 40 akça maaşla sipahiler zümresine girdi.

Bundan sonra meşhur seyahatlerine başladı, önce 1640’ta kısa bir Bursa ve İzmit seyahati yaptı. Sonra, babasının oğulluğu olup Trabzon valiliğine tayin edilen Ketenci Ömer Paşa ile birlikte Trabzon’a gitti.

1641 Nisan’ında Azak Kalesi’nin Rus Kazaklarından geri alınması için Hüseyin Paşa kumandasında yapılan sefere katıldı. Kış bastırıp da Azak alınamayınca Kırım Hanı Bahadır Kirey Han ile Kırım’a döndü. Onun maiyetinde olarak 1641-1642 kışını Bahçesaray’da geçirdi.

1642 yazında Azak’ın geri alınışı harekâtına katıldı. Handan izin alarak İstanbul’a dönerken Karadeniz’de korkunç bir fırtınaya yakalandı. Gemileri battı. Kendi ifadesine göre üç gün, önce geminin bir sandalı, sonra da büyük bir tahta parçası üstünde ölümle pençeleştikten sonra bugünkü Bulgaristan kıyılarına çıkıp canını kurtardı. Bir Türk köyünde epeyce hasta yattıktan sonra İstanbul’a gelerek 4 yıl kadar kaldı ve bundan sonra Karadeniz’de gemiyle yolculuğa tövbe etti.

1645 baharında Girit seferine çıkan Yusuf Paşa kumandasındaki ordu ile Hanya’nın fethinde bulundu. Sonra İstanbul’a döndü.

1646’da Erzurum Beylerbeyi Defterdaroğlu Mehmed Paşa’ya müezzin ve Erzurum gümrük kâtipliğine tayin edilmiş olarak onunla ve kalabalık maiyeti ile 12 Eylül’de İstanbul’dan hareketle Anadolu’nun birçok şehir, kasaba ve köylerinde konaklamak suretiyle Erzurum’a gitti.

Tebriz Hanı’nın elçisine yoldaşlık ederek Azerbaycan ve Gürcistan’ın bazı yerlerini gördü. Birtakım vazifeler dolayısıyla Revan, Gümüşhane ve Tortum’a giden, sınır paşalarının Gürcistan seferinde bulunan Evliya Çelebi 1647-1648 kışını Erzurum’da geçirdi.

Erzurum Beylerbeyi Defterdaroğlu Mehmed Paşa, Kars’a tayin edilip bu vazifeyi kabul etmeyerek İstanbul’a hareket edince Evliya Çelebi de ona katıldı.

Defterdaroğlu Mehmed Paşa o sırada hükûmete karşı isyan etmiş bulunan Varvar Ali Paşa’yı tenkile memur edilenler arasındaydı. Fakat hükûmete güvenemediği için bu emri dinlemediği gibi, diğer Anadolu paşalarıyla anlaşmaya çalışıyor, bu sebeple Evliya Çelebi’yi kurye olarak kullanıyordu. Evliya Çelebi bu gidiş gelişlerin birinde yolunu şaşırıp ünlü Celalîlerden Kara Haydaroğlu ile Katırcıoğlu’nun arasına bile düştü.

1648 yazında İstanbul’a geldi. Babası çok yaşlı olarak bu sırada ölmüştü. Miras işlerini hallettikten sonra Şam Beylerbeyi Murtaza Paşa’ya kapılanarak 1648 Ağustos’unda, Şam’a gitmek üzere onunla yola çıktı. Ekimde Şam’a vardılar. Murtaza Paşa tarafından vazifeyle gönderilmek suretiyle Suriye ve Filistin’in birçok yerlerini gördü.

Murtaza Paşa Sivas’a tayin edilince onunla birlikte Sivas’a gitti. Vergi toplamak için Orta ve Doğu Anadolu’nun birçok yerlerini gezdi.

Murtaza Paşa, Sivas’tan azledilince onunla 14 Temmuz 1650’de İstanbul’a döndü.

Bu sırada Melek Ahmet Paşa sadrazam oldu (5 Ağustos 1650). Hısım oldukları için Paşa, Evliya Çelebi’yi kendisine musahip ve mahrem edindi.

21 Ağustos 1651’de Melek Ahmed Paşa büyük vezirlikten azlolunup Özi Beylerbeyiliği’ne tayin olununca Evliya Çelebi de onunla beraber gitti. Rumeli’nin birçok yerlerini gezdiği bu yolculuğa 1651 yılının Eylül ayı ortalarında başladı.

Melek Ahmed Paşa, Rumeli Beylerbeyiliği’ne tayin olununca yine onunla birlikte Sofya’da bulundu. Paşa azlolununca 1653 Temmuz’unda İstanbul’a döndü. Bir süre İstanbul’un gezinti yerlerinde eğlendi. 1655 başına kadar İstanbul’da kaldı.

Melek Ahmed Paşa, Van Beylerbeyiliği’ne tayin olununca onunla birlikte giderek Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümünü görmüş oldu. İranlılar tarafından götürülen koyun sürülerinin geriye verilmesini sağlamak ve Bağdat Valisi Murtaza Paşa’nın İranlılara esir düşmüş olan kardeşini kurtarıp Bağdat’a getirmek vazifeleriyle İran’a ve oradan da Bağdat’a gitti. Buradan Van’a döndü.

Melek Ahmed Paşa yine Özi eyaletine vali tayin olununca 26 Temmuz 1655’te İstanbul’dan kalkarak onunla birlikte eyalet merkezi Silistre’ye gitti.

26 Mayıs 1657’de Macar Rakoczi üzerine yapılan sefere katıldı. Bu sırada Kırım Hanı IV. Mehmed Kirey Han’ın hizmetine girdi. Güney Rusya’ya yapılan akınlara ve Özi’ye saldıran Rus Kazaklarının bozgunu ile biten savaşlara katıldı. Bu zafer haberini İstanbul’a ulaştırıp yine vazifesi başına döndü. Eyalette birçok yerleri dolaştı.

10 Aralık 1657’de İstanbul’a döndü. Melek Ahmed Paşa’nın zevcesi Kaya Sultan’ın bahçesinde hoş vakitler geçirerek dinlendi.

Melek Ahmed Paşa, Bosna beylerbeyi olunca onunla birlikte yola çıktıysa da Büyük Çekmece’de Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın adamları tarafından yaralanarak tedavi için İstanbul’da bir ay kadar kaldı.

1658’de Bursa, Çanakkale ve Gelibolu yörelerine gidip geldi.

9 Kasım 1659’da Buğdan’ın yeni voyvodası Stefanitza’yı memleketine götürenlerle birlikte Edirne’den kalkarak Romanya’ya doğru gitti. Yaş Ovası’nda Eflak Voyvodası Minnea ile yapılan savaşta bulundu. Sonra Kırım atlılarıyla birlikte akınlara katılıp Edirne’ye döndü.

26 Nisan 1660’ta Köse Ali Paşa’nın maiyetinde olarak Varad seferine katıldı. Bu kalenin fetihnamesini Bosna Beylerbeyi Melek Ahmed Paşa’ya götürdü. Evliya Çelebi bu sırada Bosna eyaletini dolaşmış ve akınlarda bulunmuş, hatta Venedik topraklarına kadar uzanmıştır.

Melek Ahmed Paşa yeniden Rumeli beylerbeyi olunca Sofya’ya gitti. Yine vergi toplamak için birçok yerler dolaştı.

29 Temmuz 1661’de, Tımışvar Ovası’nda, Erdel seferine giden Köse Ali Paşa ordusuna rastlayıp ona katıldı. Kırım atlılarıyla birlikte düşmanla çarpışıp Erdel’i bir hayli dolaştı. Belgrat’ta kışladı.

Baharda Arnavutluk’ta vergi topladıktan sonra 4 Nisan 1662’de İstanbul’a döndü.

10 Mart 1663’te Fazıl Ahmed Paşa ordusuyla birlikte Alman (Nemse) seferine çıktı. Bu seferin birçok kısımlarına katıldı. Seferin devamı sırasında Belgrad’dan Hersek’teki Sührab Mehmed Paşa’ya mektup götürdü. Venedik sınırındaki hareketlere katıldı. Macaristan’a döndükten sonra Zrinvar ve Raab savaşlarında bulundu. Budin’den Eğri’ye giderek oraları gezdi. Peşte’de Kara Mehmed Paşa ile buluştu. Vasvar barışından sonra Viyana’ya elçi gönderilen Paşa’nın maiyetinde Viyana’ya gitti. 9 Haziran 1665’te Viyana’ya girdi. Almanya İmparatoru I. Leopold’dan aldığı pasaportla çevreyi gezdi. Viyana’da bulunduğu sırada, vaktiyle, 1647’de Erzurum’da katıldığı bir cirit oyununda Şeydi Ahmed Paşa’nın attığı ciritle kırılmış olan dört dişinden üçünü usta bir dişçiye tedavi ettirdi.

29 Haziran 1665’te Viyana’dan çıkarak çevreyi de gezmek suretiyle Macaristan’a döndü. Eyalet ve sancaklardaki kaleleri yoklamaya memur edildi. Oradan Erdel, Eflak ve Buğdan yoluyla Kırım’a gitti. 1665 yılı içinde ve herhâlde güz başlarında, Kırım Hanı IV. Mehmed Kirey ile Rus Kazakları arasındaki bir savaşa katıldı.

Kırım’dan kara yolu ile Kafkasya’ya geçti. Dağistan’ı, Hazar kıyılarını ve İdil Irmağı ağzını dolaştı. Bu sırada Terek Kalesi’nde iken Azak’a gitmekte olan bir Rus elçisinin kafilesine katıldı. Azak’a gelince Osmanlı ordusunun Girit seferine çıktığını duydu. Kefe üzerinden Bahçesaray’a gitti. Adil Kirey’in bazı akınlarına katıldıktan sonra kara yolu ile (Karadeniz’den geçmeye tövbeliydi) 11 Mayıs 1668’de İstanbul’a geldi.

26 Aralık 1668’de İstanbul’dan çıkarak Edirne, Gümülcine, Selanik, Tesalya ve Mora’yı dolaştı. Anaboli’den gemiyle Girit’e gitti. Kaydiye’nin fethi için yapılan savaşlara katıldı ve fethi gördü.

1670 Nisan’ında Girit’ten ayrılarak bazı Osmanlı kuvvetleriyle birlikte Yunanistan’da, Mayna’daki isyanın bastırılmasında bulundu. Oradan Arnavutluk’a geçerek bu ülkenin birçok yerlerini dolaştı. 28 Aralık 1670’te İstanbul’a döndü.

Nihayet Hacca gitmeye karar vererek dostlarından Sâilî Çelebi ile 21 Mayıs 1671 (= 12 Muharrem 1082)’de yola çıktı. Henüz görmediği Sakız, Sisam, İstanköy, Rodos adalarını; Adana, Maraş, Ayıntap, Kilis taraflarını gezdi. Şam’a uğrayıp Şam Beylerbeyi Hüseyin Paşa’nın da katıldığı hacı kafilesiyle Hacca gitti.

Hacdan sonra Hüseyin Paşa’dan ayrılarak Mısır hacılarına katıldı. Onlarla birlikte Mısır’a gitti. Mısır’da 8-9 yıl kaldı. Mısır, Sudan ve Kuzey Habeşistan’ı bu sıralarda gezdi.

Evliya Çelebi’nin ne zaman öldüğü, nerede gömülü olduğu belli değildir. Prof. Cavid Baysun birtakım karinelerle 1682’de ölmüş olacağını kabul ediyor.

Evliya Çelebi evlenmemiştir. İnce yapılı olmasına rağmen sağlam ve çevik olduğu, Kırım atlılarıyla yaptığı akınlardan ve cirit oyunlarına katılmasından anlaşılıyor. Sık sık Kırım hanlarının yanına gitmesi ve soy kütüğünü sayarken çok yukarılarda bir “Allahverdi Akay”dan bahsetmesi Kırım’la bir kan bağı ihtimalini de akla getiriyor. Çünkü “Akay” kelimesi tam Kırım ağzıyla bir kelimedir ve bizim “ağa” (aka) nın karşılığıdır.

Evliya Çelebi mevki ihtirası göstermemiş, fakat seyahat ihtirası büyük olmuştur. Ufak tefek vazifelerden aldığı para ile paşaların ve Kırım Hanı’nın verdiği hediyeler ve savaşlardan elde ettiği ganimetler, bir de mütevellisi olduğu ata mülklerinden gelen para kendisine ve kölelerine yetmiştir.

Zamanına göre yüksek tahsil yapamamışsa da gördükleriyle kültürünü tamamlamıştır. Tahsil eksikliği bilhassa tarih olaylarını anlatırken çok açık ve acı şekilde gözükmektedir (Fatih’le Mısır Sultanı Kalavun’u çağdaş göstermesi gibi). Bir de hayal gücü geniş olduğundan evliyalar, şeyhler hakkında verdiği bilgiler uydurmalarla doludur.

Hattat, nakkaş, müzikçi, şair ve biraz da kuyumcudur. Şairliği kaliteli değildir. Nesri, kendi çağının ağdalı nesri olmayıp çoğu zaman sade, tekellüfsüz bir nesirdir. Hatta bazen o kadar güzel ve orijinaldir ki Evliya Çelebi’ye 17. yüzyılın Dede Korkut’u denebilir. Bütün bunlardan başka bir yönü daha vardır: Askerdir. Birçok savaşlara girmiştir.

Evliya Çelebi seyahat gayesini başarabilmek için herkesle iyi geçinmeye mecburdu. Zaten yaradılıştan huysuz bir adam değildi. Nazik, güler yüzlü idi ve herkesin hoşuna giden bir şahsiyeti vardı. Fakat dalkavuk değildi.

Zevk ehli idi. Mesirelerde kalmış, meyhaneleri dolaşmıştır. Ağzına içki koymadığını söylemesi herhâlde esmayı üstüne sıçratmamak için olmalıdır. Ahmed Yesevî soyundan geldiğini iddia edip din ve tasavvuf davası gütmesi dolayısıyla dinin ve devletin yasakladığı içkiyi içmemiş görünmek lüzumunu duymuştur.

Büyük Seyahatname esas bakımından coğrafya bilgisi vermekle beraber tarih, etnografya, folklor, binalar, yollar, kültür ve dil bakımından da çok mühimdir. Evliya Çelebi zamanında mevcut olup da bugün bulunmayan köyler, kasabalar, camiler, mezarlar hakkındaki satırları birinci derecede kaynak değerini taşır. Orijinal gözükme gayretiyle bazı zorlama ve uydurmaları olduğu muhakkaktır. Bazen de, eskiden yazılmış kitapları okuyarak seyahatnamesine aldığı bilgileri kendi görgü mahsulü diye göstermesi bu kabildendir. Mesela Viyana’da bulunduğu sırada imparatordan izin alarak kuzeyde Brandenburg, Danimarka, Hollanda ve batıda İspanya’ya kadar gittiği hakkındaki satırlarının hiçbir değeri yoktur. Fakat bazen mübalağa veya uydurma sanılan satırlarının doğru olduğu da muhakkaktır.

Şimdiye kadar Evliya Çelebi hakkında yapılan incelemelerin en iyisi olan ve İslam Ansiklopedisi’nin 1947 yılındaki 33. fasikülünde yayımlanan merhum Prof. Cavid Baysun’un Evliya Çelebi maddesinde, onun bazı hızlı yolculuklarına inanılmamıştır. Cavid Baysun, Evliya Çelebi’nin Van’dan İstanbul’a 13 günde, Silistre’den İstanbul’a 3 günde gelmesini imkânsız görerek kabul etmemektedir. Hâlbuki o zamanki Türk askerliği ve biniciliği düşünülürse bunların doğru olduğu kabul edilebilir. Posta Tatarlarının at değiştirerek nasıl hızlı gittikleri malumdur, iyi bir binici olan ve Kırım atlılarının yıldırım hızına sürçmeden ayak uyduran Evliya Çelebi, at değiştirmek suretiyle Silistre’den 3 günde, Van’dan 13 günde İstanbul’a gelebilir. Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa da Mudanya’dan Halep’e atla 10 günde gitmişti.

Seyahatname, mübalağalı ve hayalî taraflarına rağmen birçok bakımlardan mühim, ciddi incelemelere layık bir eserdir ve hakikaten kültürümüzün temel kaynaklarındandır. Bu temel kaynaktan ilmî sonuçlar çıkarmak için uzun ve etraflı çalışmalara ihtiyaç vardır ki bu da yıllara bağlıdır. Fakat bu çalışmalara başlamak için önce Seyahatname’nin mukayeseli ve çok doğru bir basımının yapılması şarttır.

Bugün hızla gelişmekte ve değişmekte olan Anadolu şehirlerinde, birkaç yıl sonra, Evliya Çelebi’nin bahsettiği bazı anıtlardan eser kalma yacaktır. Bunları kaybolmadan önce yakalayıp incelemek bir heyetin, bir derneğin başarabileceği iştir. Ben burada yalnız bir iki kelimeye dikkati çekerek Seyahatname’nin ehemmiyetini göstermeye çalışacağım:

1. Evliya Çelebi, Kırım’dan İstanbul’a gelirken gemilerinin batmasını ve denizde geçirdiği tehlikeli zamanı anlatırken üç yerde “kum” kelimesini kullanmaktadır (II, 128, 129, 131). Buradaki “kum” kelimesi “dalga” demektir. Bu, mana ile “kum” kelimesi malum Türkiye lehçesi sözlüklerinde yoktur. Dil Kurumu tarafından yayımlanan Tarama Sözlüğü (Ankara, 1969) nün IV. cildinde (s. 2729) “dalga” manası ile gösterilen bu kelimenin kaynağı Aydınlı İshak Hocası Ahmed Efendi’nin Aksa’l-İreb adlı eseridir. Hicri 1120 (= 23 Mart 1708-12 Mart 1709) de ölen Ahmed Efendi’nin bu eseri, meşhur Zemahşeri’nin Mukaddemetü’l Edeb adlı Arapça-Farsça sözlüğünün tercümesidir. 18. yüzyılın başında ölen mütercimin bu kelimeyi kullanması, o asırda Aydın bölgesinde kelimenin yaşadığını gösterebileceği gibi Mukaddemetü’l Edeb’in Doğu Türkçesine yapılan tercümelerden faydalanan İshak Hocası’nın bu kelimeyi o tercümelerden aldığı da düşünülebilir.

Bu kelimenin ehemmiyeti, “kum” kelimesinin “dalga” manası ile ilk önce Kaşgarlı Mahmud’da kullanılmış olmasındadır. 11. yüzyılın ikinci yarısında yazılan Dîvân-ı Lûgat-it Türk ile Evliya Çelebi arasında altı asırlık bir zaman bulunması, edebî Batı Türk metinlerinde kelimeye rastlanmayışı, halk arasında millî kültür birliğinin yaşadığını gösteren tanıklardan biridir. Kelime 13. veya 14. asırlara ait olup Doğu Türkleri lehçelerini tanıtan İbnü Mûhennâ ve Ebû Hayyân sözlüklerinde de vardır.

2. Evliya Çelebi’de aynı şekildeki diğer bir kelime de “Senek” kelimesidir. Kastamonu bölgesi Türkleri arasında “bardak” manası ile kullanılan bu kelime de yine Divân-ı Lûgat-it Türk’te “ağaçtan oyulmuş su kabı” olarak tanıtılmaktadır (Besim Atalay Dizini, 505).

3. Evliya Çelebi, ilk Osmanlı padişahlarından “beğ” diye bahsettiği gibi İstanbul kuşatması sırasında Ak Şemseddin’i Fatih’e “beğim” diye hitap ettirmektedir. Türk geleneklerine göre Osmanlı hanedanının “han” olmayıp “beğ” olduğu malumdur. Hanlık sonradan, bü yük imparatorluk hâline geldikleri zaman takılmış bir unvandır. Fatih’le Ak Şemseddin’in konuşmalarını bize anlatan çağdaş bir eser bulunmadığına göre Fatih’ten iki asır sonra yaşayan Evliya Çelebi’nin o koca padişahı “beğ” olarak görmesi, eski ananenin Türkler arasında hâlâ yaşadığını göstermesi bakımından mühimdir.

4. Evliya Çelebi, “Oğuz” kelimesini “saf” manasında kullanıyor (IH, 141). “Türk” kelimesinin “köylü”, hatta “kaba köylü” yerinde kullanılması gibi “Oğuz” kelimesi de Anadolu’da gerek Osmanlı aydınları, gerekse halk tarafından “sert, kaba” kelimeleriyle aynı manada kullanılmıştır. Mohaç Savaşı’nın ertesi günü, savaş alanını gezen Kanunî Sultan Süleyman, otağına dönerken kendisini selamlayan büyük rütbeli Türk subaylarından birine (Koca Alaybeyi’ne), şimdiden sonra ne tedbir alınması gerektiğini Büyükvezir İbrahim Paşa ile sordurunca Koca Alaybeyi: “Hünkârım! Domuzun yatağında çocuğu olmasın.” (Toparlanmasına meydan verilmesin.) diye cevap vermiştir. Bu vakayı anlatan Peçevî (1,95-96), Koca Alaybeyi’nin cevabını “Oğuzâne” (= Oğuzcasına) diye sıfatlandırmıştır ki “tekellüfsüz, kaba, sert” manalarına gelmektedir. Hammer ise Peçevî’den aldığı “Oğuzâne” kelimesini “Türkler’in eski sertliği ile” diye tercüme etmiştir (V, 64). Meşhur Fîrûzâbâdi (1329-1414) Kamus’unu Türkçeye çeviren ve Ukyânûsü’l Basit adını veren Mütercim Asım, bu tercümesinde “Oğuz” kelimesini “elinden iş gelmeyen” manasında kullanmıştır (II, 796). Tercüme, hicri 1220-1225 arasında (= 1 Nisan 1805-25 Ocak 1811) yapılmıştır. Mütercim Asım’ın “Oğuz” kelimesine verdiği mana acaba onun memleketi olan Ayıntab’a mı aittir, yoksa o sırada, yani 19. asrın başında, Türkiye’nin edebî çevreleri bunu bu anlamda kullanıyor muydu, bu belli değildir. Ben de 1932’de Bolu’nun bir köyünde, yanıma çağırdığım üç dört yaşlarında toraman bir oğlanın gelmemesi üzerine anasının “O gelmez, uğuzdur.” dediğini işittim. Köylü kadın “yabani” yerinde kullandığı bu kelimeyi ”uğuz” diye söylüyordu.

Evliya Çelebi başka milletlerin de dikkatini çekmiş, üzerinde birçok incelemeler yapılmış, yazılar ve tenkitler yazılmıştır. Bunların listesi Prof. Cavid Baysun’un İslam Ansiklopedisi’ndeki makalesinde gösterilmiştir. Bu yazılar umumiyetle müspettir. Fakat yukarıda da işaret ettiğim gibi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi hakkındaki son ve kesin hükmün verilmesi için önce eserin karşılaştırmalı ve doğru bir basımının yapılması lazımdır.

Evliya Çelebi’nin kendilerini ilgilendiren parçalarını Almanlar, Bulgarlar, Ermeniler, Farslar, Fransızlar, İngilizler, Macarlar, Romenler, Ruslar, Sırplar, Yunanlılar kendi dillerine çevirmişlerdir.

Evliya Çelebi’den parçalar seçerken her şeyden önce Türk kültürü bakımından ehemmiyetli ve Türk gençleri için faydalı olduğuna kanaat getirdiğim parçaları aldım ve bu sevimli seyyah hakkında tam bir fikir vermiş olmak için onun mübalağalı ve bazen de muhayyel olan bölümlerini ihmal etmedim.

Genç okuyuculara kolaylık olması için onların güçlüğe uğrayabileceği birçok noktalarda küçük dipnotlarla açıklamalar yaptım.