Read the book: «Çağdaş Hakas Edebiyatı»
ÇAĞDAŞ HAKAS EDEBİYATI
Hakasların yaşadığı bölgede konuştukları dili yazılı hâle getirme çabaları 1920’lerin ilk yıllarında başlamıştır. Çeşitli denemelerden sonra 1926 yılında Kiril kökenli bir alfabe yapılmış, 1929 yılında Latin temelli alfabeye geçilmiş, 1939 yılında yeniden Kiril kökenli alfabeye dönülmüştür.
1926 yılında alfabenin kabulüyle birlikte ilk çıkarılan eserler alfabe kitapları olmuştur. Bu alfabe kitaplarıyla birlikte halkın arasında yoğun bir şekilde kurslar açılarak okuma yazma bilenlerin oranı artırılmıştır. 1927 yılında “Hızıl aal” (Kızıl Köy) adlı gazetenin çıkmasıyla edebî ürünlerin de ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz.
Hakas edebiyatının ilk ürünleri şekil olarak halk türkülerinden faydalanılan, muhteva olarak devrin siyasal gelişmelerini öne çıkaran şiirlerdir. Bu edebî ürünleri kaleme alan ilk Hakas şair ve yazarları A. M. Topanov, V. A. Kobyakov, K. K. Samrin, A. İ. Kuzugaşev gibi kişiler olmuştur. 1928 yılında Moskova’da basılan A. M. Topanov’un yazdığı “Ir Piçii” adlı şiir kitabı, “Pilistig Çobah Çoh” ve “Hattar Utii” adlı oyun kitapları türünün ilk örnekleridir. Hızıl aal gazetesinin çıkışıyla birlikte, şair ve yazarlar eserlerini bu gazetede yayımlamaya başlamıştır. 1930’lu yılların başlarında Hakasya’daki parti organizasyonuyla edebî eser yarışmaları yapılmıştır. Bu yarışmalara katılan eserler değerlendirilip basılmıştır. 1931 yılında Hakas Millî tiyatrosu kurulmuştur. A. Topanov; yönetmen, oyun yazarı, oyuncu olarak Hakas tiyatrosunun gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur.
A. Kobyakov’un “Aydo” adlı büyük hikâyesi Novosibirsk’te 1934 yılında müstakil eser olarak basılmıştır. Aydo, Hakasya’da uzun hikâye türünün ilk örneğidir. Eserde Aydo adlı bir çocuğun gözünden, zenginlerin elinde fakir halkın ezildiği, Bolşeviklerin devrim planları, Kızıllarla Beyazlar arasındaki çatışmalar ve devrimin başarıya ulaşıp, “mutluluğun gelişi” anlatılmaktadır. Bu temanın; A. Kuzugaşev’in “Öörlig Püürler”, M. Kokov’un “Örinistig Toğazığ” adlı uzun hikâyelerinde de işlendiğini görüyoruz.
Esasen “Ekim Devrimi” Sibirya’daki diğer Türk topluluklarının çağdaş yazılı edebiyatlarının da ana temalarından biridir. Bu eserlerde fakir bir ailenin küçük bir çocuğu bulunmakta, bu çocuğun gözünden devrim yılları anlatılmaktadır. Devrimden önce her şey çok kötüdür. İnsanlar zenginler tarafından sömürülmekte, karınları doyurulmamakta, sırtları giydirilmemektedir. Bu ezilen halk arasından insanlar kendi aralarında komiteler kurarak Kızıllara yardım etmektedir. Bu yardımda mutlaka yerli halkla Ruslar işbirliğine gitmektedir. Devrimin yapılışıyla birlikte halklar arası dostluk, kardeşlik gelmektedir.
Devrimin oturmasıyla birlikte okullaşma, her bölgeye doktorların, öğretmenlerin gelişi, fakir halka yardım edişi ana temalardandır. Devlet üretme çiftliklerinin kuruluşu (Kolhoz, Sovhoz), bu çiftliklerde her yıl üretimin katlanarak artışı, yeni teknolojilerin (traktör) üretim aracı olarak devreye sokuluşu hikâyelerde başlıca konudur.
II. Dünya Savaşıyla birlikte edebî eserlere yeni bir temanın eklendiğini görüyoruz. Tüm Rusya’da olduğu gibi, Hakasya’da da bu savaşın etkileri büyük olur. Hemen her aileden insanlar savaşa giderler. Savaşa katılan insanlar arasında Hakas yazarları da vardır. Savaştan sonra, gösterilen kahramanlıkların, dönmeyen evlatların, kocalarını bekleyen kadınların, babalarını bekleyen çocukların hayat hikâyeleri edebî eserlere yansır. Eserlerde ideoloji ne olursa olsun, Hakas şair ve yazarlarının yurtlarına duyduğu sevgi öncelikli olarak işlenen konuların başında gelir.
1944 yılında açılan “Dil, Edebiyat ve Tarih Bilim Enstitüsü”nün ilk müdürlüğüne getirilen İ. Domojakov, yazar ve şairlerin yetişmesine büyük katkılar sağlamıştır.
Modern edebiyatın kuruluşuyla birlikte edebî türler de çeşitlenir. Öncelikle gelenekten en çok yararlanan şiir türünün geliştiği görülür. Sonra kısa hikâyeler, gazetelerde, edebiyat antolojilerinde kendini gösterir. Hakas Millî tiyatrosunun nispeten erken bir zamanda kuruluşu, oyun yazarlığının da erken gelişmesini sağlar. Çünkü tiyatro oyunları devrin ideolojisinin halka anlatılması için en önemli araçlardan biri olarak kullanılmaktadır. En uzun edebî eser türü olan roman ise daha sonraki zamanlarda, ilk roman “Irahhı Aalda” 1960 yılında basılır, Hakas edebiyatında kendini gösterir.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, öze dönüş çabalarını, her alanda olduğu gibi, görüyoruz.
Hakas şair ve yazarlarının eserleri daha çok müstakil olarak gazetelerde ve dergilerde yayımlanmıştır. Bu eserlerden çeşitli antolojiler çıkarılmıştır. Çeşitli ders kitaplarında yazarların bu eserlerinden örnekler verilmiştir. Bununla birlikte Hakasların en tanınmış yazar ve şairleri, kendi eserlerinden oluşan kitaplar da bastırmışlardır. Edebiyat eserlerinin çok az bir bölümünü oluşturan bu kitapların bazılarını türlerine göre toplu olarak veriyoruz:
Şiir: A. Topanov “Ir Piçii” (1928); V. Kobyakov “Hakasiya Irlapça (1936); M. Kokov “Stihtar” (1969); İ. Kotyuşev “Ah Üüs” (1948), “Suğ Bazında” (1956), “Tastağı İster” (l963); İ. Kostyakov “Stalin Küni Sus talça” (1948), “Naa Çıl Yolkazı” (1956), “Çaska in” (1959); M. Bainov “Stihtar” (1959), “Kildim, Ağban Hazınzar” (1962), “Çarıh Salğahtarı” (1977), “Tan Sol banında Toğazığ” (1982); N. Domojakov “Sti hotvorenieler” (948), “Aallar Irlasça” (1951), “Stihtar” (1955), “Kizilerge Kizidener” (1960); M. Kilçiçekov “Taygada” (1956), “Çürekte Halğan İster” (1964), “Stih tar” (1970), “Çil Ayı” (1978); M. Çebodayev “Uluğ Çolzar” (1954), “Stihtar” (1964); N. Tinikov “Irla, Haycı” (1958), “Töreen Suum” (1962), “Undulbas Künner” (1964), “İzen Kim Suğ” (1963); N. Nerbişev “Kööres Kögleri” (1978); V. Mayneşev “İrben Ot” (1978), “Köök Sannarı” (1985), “Sırlalğan Halsarığ (1990); G. Kazaçinova “Çıltızahtar” (1984).
Hikâye/Deneme: V. Kobyakov “Partizan Künneri” (1936), M. Çebodayev “Krepin” (1959), İ. Kostyakov “Minin Nancılarım” (1971), A. Çerpakov “Sayalbaan Sürmester” (1972), “Çurtas Çollarında” (1984); N. Nerbışev “Horlana Hara Suğ” (1972); S. Karaçakov “Kiri Hara Hus” (l 994); İ. Topoyev “Tuğannar” (1992)
Oyun: A. Topanov “Pilistig Çobah Çoh” (1928), “Hattar Utii” (1928); M. Kokov “Akun” (1942); M. Kilçiçakov “Hulgalar” (1952), “Pyesalar” (1961); V. Şulbayeva “Sarnalbaan Sarın” (1985).
Povest (Uzun Hikâye): A. Kobyakov “Aydo” (1934); A. Çerpakov “Pay Tirek” (1981); N. Tinikov “Kavriztin Kögleri” (1977), “Tirig Kizi Ölbecen” (1982), “Pastağı Halas (1995); N. Nerbişev “Horlana Hara Suğ” (1972); V. Tatarova “Aat Tabızı” (1991); A. Kızıçakov “Toy” (1979), “Akay” (1984).
Roman: N. Domojakov “Irahhı Aalda” (1960), İ. Kostyakov “Çibek Hur” (1960), N. Nerbişev “Kögim Horımnarda” (1983).
ÇERPAKOV ALEKSANDR YAKOVLEVİÇ
(Mithas Turan)
(1929-1992)
A. Y. Çerpakov (Edebiyat alanında Mithas Turan adını kullanmıştır.) Askiz rayonunun Murzin köyünde doğdu. 1931 yılında ailesi Askiz’e göçtü. Çerpakov’un çocukluk yılları burada geçti. 1965 yılında Abakan’daki Öğretmen Enstitüsü’nü bitirdi. İlk hikâyesi 1957 yılında “Hızıl Aal” gazetesinde çıktı. Daha sonra hikâyeleri “Lenin Çolı” gazetesinde, “Ah Tashıl” almanağında ve “Hakas Çoohtarı” adlı edebiyat antolojisinde yayımlandı. 1972 yılında Krasnoyarsk’ta çıkan “Yenisey” almanağında onun “Sayalbaan Sürmester” hikâyesi Rusçaya çevrilerek yayımlandı. Aynı yıl bu eser Hakasça olarak kitaplaştırıldı. “Kamat” adındaki oyunu sahnelendi. S. Karaçakov ile birlikte “Moollarnın Çazıt Çooğı” adlı eseri Hakasçaya çevirdi.
Eserleri: Sayalbaan Sürmester (Hikâyeler), Abakan, 1972. Pay Tirek (Uzun Hikâye), Abakan, 1981. Çurtas Çollarında (Hikâyeler), Abakan, 1984.
Kaynaklar: Pisateli i Hudojniki Hakasii, Abakan, 1997, s. 44-45. Hakasskie Pisateli, Abakan, 1999, s.84-86. Kızlasova, A.G. Hakas Çoohtarının Çıındızı, Ah Tashıl, 1973, No:21, s. 151. Karaçakov, S. Mithas Harındas, Hakas Çiri, 1993, 6 May. Bainov, M. Çiit Çüreenin Çalınnığ Örtin Çıllar Halını Üzirbes, Hakas Çiri, 1994, No:72
KAVAKLAR
Otobüs gidiyor da gidiyor. Geniş dağlar ve onların sırtındaki seyrek ağaçlar resimlenip, ırgalanıp birbirlerine yaslanıp kayboluyorlar. Yoldaki sıcak toz, kara duman gibi kıvrılıyor, yeniden otobüse doğru sararıp sıcaklığıyla buruna doluyor.
Bütün bu patırtıda sağlam ve tam olarak kalmak için önündeki kutu gibi parlak sandığa sağlamca tutunup oturmak gerek der gibi Sarap ihtiyar iyice tutunuyor. İhtiyarla birlikte çok kişi yolculuk yapıyor. Bazıları konuşmak için çaba harcıyor. Sarap ihtiyar, kendisiyle konuşmak isteyenleri duyamayınca, konuşan kişinin üzüldüğünü anlayıp inliyor. Onu tanırmış gibi selamlaşıyorlar. Yer verip oturtuyorlar. Birçok köyü geçiyorlar ve tanıdık dağlar görünmeye başlıyor. Toğır Çul köyü artık daha yakın. Yaşlanıncaya kadar yaşadığı köyüne yaklaşmasına, insanların ona sevgi göstermesinden ihtiyarın gönlü açılıyor. Konuşacağı şeye insanların inanmayacağını bilmesine rağmen, en kıymetli düşüncesini söylemeden rahat edemiyor:
“Toray geldi herhalde.” diye yanında oturan genç, çocuklu kadın duyacak şekilde hırıltılı bir sesle konuşup göz ucuyla, şüpheyle bakıyor.
“İnanmadın mı?”
“Kim kim?” diye önüne dönmüş güzel elbiseli kadın soruyor.
“Toray… Savaşa gitmişti ya… Benim oğlum!”
İhtiyar, ağzını biraz açarak, kadına kızarmış göz kapakları sulanarak bakıyor.
“Savaşa, hangi savaşa?” diye tekrar soruyor genç kadın.
“Stalin zamanındaki, nasıl böyle büyük bir şeyi nasıl unutursunuz?” diye çıkışıyor ihtiyar.
O sırada durumu anlayan yanındaki yolcu, konuşan kadını dirseğiyle dürtüyor. Diğerleri göz kırpıyorlar, elleriyle işaret ediyorlar çoktan aklını yitiren ihtiyarı. Bunu anlayan ihtiyar hüzünleniyor. İnsanların hâlâ çok şeyi anlamamalarına ve sadece kendilerini düşünmelerine içerliyor. Ondan sonra da yol çok uzun ve ıstırap verici oluyor.
Sarı boyalı otobüs, aniden durup ardından yükselen kara toza büründüğünde, kapıları gürültüyle açılıyor, dağınık uzun kara saçlı oğlan ve kırmızı elbiseli kadın çabucak iniyorlar. Sarap ihtiyar da kapıya doğru ilerliyor. Otobüsten inmeden önce, bastonunu yere düzgünce koyup önce bir ayağını sonra ikincisini atıyor. İlerleyip bir iki adım atana kadar, otobüs çoktan kapılarını kapatıp sağır edici bir sesle gürleyerek ilerleyip gidiyor. İhtiyar etrafına bakınıyor, bir an nerede indiğini anlayamıyor. Köy büsbütün değişmiş. Tanıdığı dökük, kabukla kaplanmış, bazılarının çatısı olmayan çıplak evlerin yerinde nakış kapılı, yüksek ak çatılı, yeni evler renklenen fidanlar gibi duruyor. Fakat köyün en ucundaki seyrek kavakları görünce, köşelerinden düğümlenmiş dağarcığını arkasına çabucak atıp heyecanla yürümeye başlıyor. Kuru yolda bastonu tıkır tıkır ediyor, büyük, kara yepyeni botları yere sürünüyor.
İhtiyar sırtındaki yükünden ve sıcağa göre giydiği uzun paltosundan ter içinde kalıyor. Yüreği dayanamayacak gibi çarpıyor. Bir anda duruveriyor, hırıltılı nefesini hızla dışarı koyuveriyor. Göğsünü bastonuna yaslayıp cebinden bembeyaz bir mendil çıkarıp silkerek açıyor. Mendille ak saçlı başını, sonra boynunu sıvazlayıp göz kapaklarından taşar gibi olan gözlerini itinayla ovalayıp, iniltiyle öksürüyor. Gözleri kararıyor. Epeyce soluklandıktan sonra ak mendilini eskisi gibi düzgünce katlayıp cebine koyuyor. Çoktan kaybettiği bir şeyi bu köyün ucundaki yüksek kavaklarda görüp bulmuş gibi oluyor. Yapraklar güneşten parıldıyorlar, sanki şarkı söyleyip ona sesleniyorlardı.
Onların önündeki evin çatısı, pencereleri görünmeye başladı. O kavaklar, alçak kırık dökük çatılı ev Sarap ihtiyarın. Evi gençliğinde kendi elleriyle yapmıştı. O evde karısı Hızina beş oğul ve bir kız doğurmuştu.
Beş oğlunun beşi de Büyük Savaşa gitmişti. Arap, Markis, Karapin ve Kabris oğullarından, öldüler haberi gelmişti. Küçük oğlu Toray, savaş bitince, yazın eve mutlaka dönerim diye beş kez mektup yazıp geri dönmemişti.
“Toray’ın yolu geçilmez olup engel çıkmış olmalı, geçen yıl gelemedi, bu yıl gelecek.” diye ihtiyar Sarap yıllarca beklemişti. Güçleri yettiğince karısıyla birlikte hep beklediler. Güçleri tükendiğinde ise kızlarının yanına gittiler. Damatları Kris, sakin karakterli biriydi. Çobanlık yapıyor, çok çalışıyordu. Yaz geldiğinde, ihtiyarın yüreği kabarıyordu. Bazen dayanamayınca karısını alıp birlikte kayboluyorlardı. Sonra yaz bitince tekrar kızıyla damadının yanına dönüyorlardı. Bu durum karısı hastalanıncaya kadar sürdü. Hastaneye yatırdılar. Daha önceleri Sarap’ın azığında Toray için yağ peynir olurdu, şimdi ise sadece sert kuru ekmekler ve ballı çöreklerden başka bir şey yoktu.
Yol kıyısında birileri duruyordu.
“Ey, Hüda!” diye mırıldanan Sarap ihtiyarın küçük kardeşinin gelini Payusa idi. Çite yaslanmış duruyordu fakat Sarap, geline cevap vermeyerek geçip gitti.
“Toray’ın babası nasıl?” diye gelin arkasından seslendi. Payusa’nın sesi kısık çıkmıştı. Ördek gibi paytak paytak koşarak gelip ihtiyarın koluna girdi.
İhtiyar, kül içinde kirlenmiş gibi gri renkli gözleriyle bakıp elini uzattı. Sonra elini yeniden bastona dayayıp yüksek sesle öksürdü. Çenesindeki sakalını kımıldatıp, gözlerini dikerek bakıp sesli kopuz telinin inlemesine benzer bir sesle konuştu:
“Payusa gelinim mi bu?”
“Evet, benim ben, Toray’ın babası. Payusa.”
Gençliğinde bir hastalıktan ölen Ohçın kardeşinin oğlu Sıbos’ın karısı karşısında duruyordu. Sıbos, yetim büyümüş ve savaştan dönememişti. Payusa ise gençken kocasız kalıp şimdiye kadar dul yaşamıştı. İhtiyarlamıştı ama kapkara gözleri hâlâ çok güzeldi.
“Sıbos geri dönmeyecek.” dedi. “Tıpkı Toray gibi.” diye ekledi. Böyle konuşmasından Sarap korktu. Payusa’yı gördüğüne sevinemedi ve yürüyüp gitmek istedi ama kavaklı sahipsiz eve doğru yürümeye de üşendi. Ev, buradan çok uzak değildi. Tepede onu bekliyordu.
“Payusa gelinim, seni iyi gördüm. Haydi artık bana müsaade. Eve ancak varırım.” diyerek kolunu çekti ama Payusa onu bırakmadı.
“Toray’ın babası dur. Bize gidelim de sana çay yapayım. O ıssız evde ne yapacaksın ki, tek başına?” diye ısrar etti.
İhtiyar, ıssız evine doğru baktı. Kavaklar ve alçak çatılı ev parıldıyordu. İhtiyarın ağzı açılıp kımıldandı. Gözleri sulandı. Dilini titretip bir nefeste:
“Toray gelmedi mi?” diye sordu Payusa’ya. Payusa’nın cevap vermesini çenesi titreyerek bekledi. Sonra da telaşla ekledi:
“Yoksa gelmek üzere mi?”
“Aman Tanrım!” diye kendi kendine mırıldandı Payusa. Gözlerine yaş doluvermişti. Baş örtüsünün köşesiyle gözlerini silmiş, cevap vermeden sessizce ihtiyarla birlikte yürümüştü.
Kavakların üzeri sığırcıklarla dolu uğuldaşıp cıvıldaşıyorlardı. İhtiyar börkünü çıkarmış, başını sonra yanağını sıvazlayıp, elini bastonuna dayamış, “işte geldim” der gibi kavaklara bakıyordu.
Evine ulaşmasına, kavaklardaki kuşların böyle uğuldaşarak onu karşılamasına mutlu olmuş, evin önündeki çalılara ben geldim dercesine bastonuyla hafifçe vurmuştu. Güneşin sıcağından, kışın soğuğundan sertleşen bahçedeki gri çıkrığı geçerek kapısına varmıştı. Bir şeyler mırıldanıp anahtarı çevirmiş kapı ardına kadar açılıvermişti.
Payusa, ihtiyarın ardından girmek için bekledi.
“Kimse var mı?” diye sertçe seslendi ihtiyar. Bastonuyla masayı, sobayı, uzun koltuğu, kap kacak raflarını karıştırdı. Başköşedeki bölümün kapı penceresinin kanatlarını salladı, öylece çivilenmiş duruyordu kanatlar… .
“Kimse var mı burada?” diye yeniden seslendi ihtiyar.
“Tanrım Tanrım!” diye mırıldanarak Payusa, pencere tarafından ağzı kuzeye bakan kerpiç ocağa yaslanıp ihtiyarın ardından başköşeye doğru geçti.
Gün sıcak olsa da evin içi serindi. Başköşe tarafının sol yanında geniş bir yatak vardı. Üstünde keten yüzlü döşek. Düğün boyunca neşeyle dikilen deri yorgan, yeni örtünülüp birisi az önce çıkıp gitmiş gibi duruyordu. Yatan kişinin sıcaklığı henüz soğumamıştı. Pencere önündeki eski masada dağınık olta ipleri vardı. Pencerelerde yeşil, çiçek baskılı perdeler çekilmişti. Perdeleri ihtiyarın kızı Nona, ev boş gibi görünmesin diye takmıştı. Duvarlarda ise, Sarap ihtiyarın beş oğlunun resimleri, bundan önce nasıl duruyorsa hâlâ öyle duruyorlardı. Camın içinde hiç değişmeden yılları saymışlardı. Hepsi asker elbiseli. Hepsi genç. Hepsi sessiz. Gülümsüyorlar…
Sarap ihtiyar tek tek oğullarının gözlerine bakıyor. Sonra pencere eşiklerine, yatak altına duvar çatlaklarına bakıyor. Sanki oğullarını orada bulacakmış gibi bakıyor.
Sarap ihtiyar, salon altındaki bodrum kapağını kanırtarak çekip açtı. Aniden eski bir koku yayıldı. Payusa korktu. Sarap ihtiyarla bodrum katına indi. İki kez kibritini yaktı sonra bir şeyden boğulur gibi öksürdüler. İhtiyar o arada kapaklı eski ağaç bir kap ve çizme kalıplayacak bir ipi aldı ve gelinle birlikte geri çıktılar. İhtiyarın omzuna örümcek ağı yapışmış. Payusa ne yapacağını bilemedi. İçerden gelen rutubet ve küf kokularından bir an evvel kurtulmak istercesine bodrum kapağını çabucak kapatıverdi. Fakat yüreğinin kalkmasını engelleyemedi hızla dışarı çıktı. Baltayla kıymıklanan kütüğün üzerine oturdu.
İhtiyarın evdeki tıkırtısı işitiliyordu. Kapıya çıkıyor. Biraz durup ardına bakıyor telaşla ahıra, oradan tekrar eve giriveriyordu.
Bir süre sonra bağırmaya başladı.
“ Toray’ı evde göremedim.”
Elinde sıkı sıkı tuttuğu kapaklı eski ağaç kap ve çizme kalıplayacak ipi, Payusa’nın oturduğu kütüğün yanına güzelce koydu.
“Bunu tutuver, gelinim.” dedi. Payusa güçlükle konuşarak:
“Haydi bize gidelim Toray’ın babası.” dedi. İhtiyarın aklını kaçırdığını düşünüyordu. İhtiyarın getirdiklerini tiksinerek alıp ayağa kalktı. Evden kaçar gibi hızlıca yürüdü. Ardınca, hırıltıyla Sarap ihtiyar geliyordu. Gözleri kızarmış, çürük kokusu yayarak mırıldanarak geliyordu. Payusa, durup onu kolundan tuttu. Kendi kendine nefes alarak içinden konuştu:
“Vay, ihtiyarım! Nasıl kendini kaybettin. Yoksa yolculuktan mı böyle yoruldun sen?” diye ihtiyarla konuşmaya başladı.
Sarap’ın eli zincirlerle bağlanmış gibiydi sanki. Sadece oğlu için çarpan yüreği rahat vermiyordu zavallı ihtiyara. Ne kadar da yiğit idi, yaşlanıncaya kadar kolhozun yılkısını otlatmıştı. Yabani atlara eyersiz binerdi. Şimdi… İkisi birlikte bir evin duvarına dayanıyorlar, başkasının arkasına dolanıyorlar, nihayet Payusa’nın evine ulaşıyorlar.
Akan su boyunca uzanan köy, nehrin ağzındaki dar yerden başlayıp, su boyunca dolanarak aşağıya doğru iyice genişliyordu. Köyün karşısında, suyun yamacında zirveli Kirim diye bilinen dağ duruyordu. Su yukarıda, o sarp kayalarda bitiyordu. Sarp bir kayanın çıkıntısı, suyu Sarap ihtiyarın evine doğru koşturur gibi uzatıyordu.
Köyün hemen dışında, tepede dörtgen çit içinde yüksek bir ak taş duruyordu. Üzerinde kızıl camdan yıldız. Etrafı kalın zincirle çevrilmiş. Bu da insan eliyle yapılan kurgan, fakat başkalarına benzemiyordu. Uzaktan güneşte parlayıp ağarıyordu. Yakınlaşınca yüzeyleri yazılarla doluydu. Orada insanların soyadları. En üstünde: “Sizleri hiç bir zaman unutmayacağız.” yazıyordu. Diğer yüzünde Rusça: “1941-1945 yıllarında Ata yurdumuz için büyük savaşta ölenler hiçbir zaman unutulmayacak.” yazıyordu.
Bu mermerde yetmişten fazla kişinin adı soyadı betona kazılmıştı. Onların arasında Sarap ihtiyarın beş oğlunun da adları var; “ Arap, Markis, Sarapin, Kabris, Toray.”
Payusa ile Sarap burada çok durdular. Ses yok. Ordaki isimlerin hepsini tanıyorlar. Mezar anıtın etrafını çevreleyen zincir rüzgâr estikçe onların yerine nefes alır gibi sallanıyor. O sağır ses, uzaktaki kişilerin çığlığını, yılları ve dağları aşarak rüzgârla alıp buraya getiriyor. Bu ses o kadar uzak ve o kadar yakın. O sağır bir ses.
Payusa, Sarap ihtiyara anıt mezarın üzerinde yazılı olan Toray adını göstermek istemiyor. Biliyor ki Toray’ı öldürmüşsünüz diye çok kızar.
Koluna girip onu oradan uzaklaştırıyor. Nihayet Payusa’nın evine varıp masa başında saygın bir misafir olarak oturuyor. Payusa gelin, yakında oturan kocasının akrabalarını çağırdı. Yemek hazırlayıp ikramda bulundu. Kocasının akrabaları toplanıp böyle sohbet ettiklerinde, Payusa’nın içi açılıyordu. O, büyük evi idare ediyor, kayınpederi Ohçın’ın ve onun oğlunun öğrenimini yaptırıyordu.
Sarap ihtiyar, en büyük misafir olduğunu anlayıp parlak kalay vurulmuş eski bakır tencere gibi parlayıp oturuyordu. Seyrek keçi sakalını bazen birine bazen diğerine döndürüyor fakat konuşmanın ne hakkında olduğunu anlamıyor, dinlemek için de çaba harcamıyordu. Aklı başka yerdeydi. Bir şey sorduklarında cevaplıyor sonra da susuyordu. Bu yüzden akrabaları, Sarap dedelerinin kulağı çok sağırlaşmış diye aralarında konuştular. İçlerinden bazıları ihtiyarı çok bunamış buldular.
İhtiyar ise, eski günlerine gitmişti. Şimdi o, evlendiği zamanı görüyor. Yedi kardeşini tek tek karşısına diziyordu. Kardeşlerinden üçü gözünün önünde çiçek hastalığından tek tek ölüyorlardı. Kocasız kalan kadınlar birine kölelik edip yaşıyorlar, Sarap ihtiyara gözlerini dikip soruyorlardı. Payusa niye bizim gibi değil diye. Payusa gelin kocasız olsa da hâlâ evin hanımıydı. Misafir ağırlayıp duruyordu.
Yanında oturan Tireek ve Todıl, Kerim kardeşin oğulları. Kerim kardeş Todıl oğluyla birlikte savaşa gitmiş dönememişti. İkisinin de çocukları vardı. Sarap’ın da oğlu. Toray gelse her şey daha tamam olacak yoksa oralarda evlenip çoluk çocuğa mı karıştı? Merhametsiz! İnsan bu zamana kadar bir haber vermez mi? Evlendiği kişi Rus da olsa getirsin. Buraya gelirlerse, kendi dillerini öğrenirler. İhtiyarın gönlü açıldı. Hafifçe gülümsedi.
Diğerleri konuşmaya dalmışlardı. Tireek kardeş annesine çok benziyordu. Onun gibi sessizdi. Çok konuşmuyordu. Sovhozda işçi olarak çalışıyordu. Şişmanlamıştı. Büyük yuvarlak burnu kızarmış, gözleri şiş kapaklarından duvar arkasında saklambaç oynarken bakıveren çocukların gözlerine benziyor, parlayıp duruyorlardı.
“Ben Sarap büyük babamın çocuklarının hepsini biliyorum. Ne iyi oğlanlardı.” deyip, Tireek bu konu hakkında konuşmak gerek der gibi etrafına bakındı. Karısı Kara, ördeğinki gibi kabarık dudağını ileri çıkarıp mırıldanıp yeninden çekiştirdi.
Akrabalar Tireek’in sözlerine dikkat kesilmişler fakat ses çıkarmayarak Sarap ihtiyara doğru bakışmışlardı. İhtiyar sözleri anlayamamıştı.
Tireek de konuşmasını uzatmak yerine susmuştu. Şimdi durduk yere ihtiyara ölen oğullarından bahsetmek ne yersiz bir davranıştı. Utandı. Karısını sarsıp ağlamaklı oldu. Oturanlar Tireek’e ters ters baktılar. Onu ayıpladılar. Çıtkırıldım Tireek hava alma bahanesiyle dışarı çıktı. Kaçtı. Kapıyı gürültüyle kapattı.
Hepsinin huzuru kaçmış, söyleyecek söz bulamamışlardı. Payusa, burnunu çekip gözlerini sildi. Onu teselli etmeye çalışan Tireek’in karısı konuştukça Payusa daha çok ağlamaya başladı. Payusa yirmi yaşına ulaşmadan kocasız kaldı, evini bırakmadı. Burada yaşlanıyor. Sıbos’ı bekliyor. Kocasını beklemesi, gelmesini umması dipsiz bir kuyunun dibine ulaşmaya benziyor. Durum sadece bu da değil, Sarap ihtiyar da nasıl mücadele ediyor; Payusa yenge Sıbos’ın yaşadığına nasıl inanıyorsa o da Toray’ın yaşadığına inanıyor.
Aniden Tireek gürültüyle kapıyı açıp içeri bağırarak girdi. Gözleri yuvalarından çıkmış elini kolunu sallayarak dışarıyı işaret ediyordu.
“Ateş, ateş yanıyor!”
“Ne yanıyor?”
“Orada! Sarap büyükbabamın evinde!”
“Yoksa, Toray mı geldi?” diye vızıltıya benzer bir sesle bağırdı Sarap ihtiyar.
“Toray?! Yer üstünde, Tanrı büyük!” diye bağrıştı kadınlar.
Dışarıya birbirlerini iteleyerek çıktılar. Payusa, feneri bulamadı kap kacağı devirdi. Sarap ihtiyar şaşkınca oturduğu yerde kalakaldı.
“Otur… dur, Toray’ın babası.” deyip Payusa da dışarı çıktı. Dışarıda yaz karanlığı. Yıldızlar parıldayıp duruyorlar.
Yavaşça, konuşmadan gitmek için birbirlerini sakinleştirdiler. Bazıları bildiği duaları okumaya başladı. Tireek, yanımıza tüfek alalım diye yavaşça öksürdü.
Boş ev aydınlıktı. Başköşe odasının iki penceresinden gerçek bir ışığa benzemeyen, yer altından gelir gibi bir ışık sızıyordu. Yaklaşınca ev, kapı pencereler daha belirgin görünüyordu. Kavaklar kararıyorlardı. Kim onları dikmişti? Sarap ihtiyarın oğulları. Savaştan dönüldüğünde, Sarap ihtiyarın bahçesinde genç kavaklar çıkmışlardı. Şimdi büyüdüler, yüksekler. Köyün her yanından görünüyorlar. Yolculuğa çıkıp, eve geri dönüldüğünde, onlar uzaktan bekleyen sevgili akrabalar gibi görünürler. Şimdi, ise, onlara doğru ürpertiyle gidiyorlardı.
Tireek’le Agur öne geçiyor, bahçe kapısı önünde duruyorlar, girmeye çekiniyorlar. Todıl doğruca geçip, depo kapısını aniden açıyor. Deponun bölümlerinden ayaklarının altındaki ağaçları patırtıyla geçip, kapı kolunu hızla çeviriyor. Başköşedeki odadan salona doğru sönük bir ışık düşüyor. Yatakta biri yatıyor, salondaki mum yanıyor ve ışığı yayılıyor. Tireek yavaşça gidip, mumu eline alıp yatağın üstüne tutuyor. İki çocuk birbirlerine sokulmuş nefessiz uyuyorlar.
Tireek, onları korkutmamak için yavaşça sesleniyor:
“Kardeşlerim, a kardeşler… .”
İkisi birlikte sakince uyanıyorlar fakat etraflarında insanların durduğunu fark edince şaşırıyorlar. Tireek daha da şaşırıyor.
“Kostacah, sen…” gözlerine inanamayarak oğluna bakıyor. Oğlu Kostacah ile tanımadıkları Kostacah’ın yaşlarında bir çocuk… On yaşlarında oğlanın kapkara gözleri açılıyor. Tireek şaşkınlığını üzerinden atar atmaz Kostacah’ın kulağına yapışıyor.
“A şeytan!” diyerek yataktan çekip indiriyor. Oğlu salonda yuvarlanıp ağlamaya başlıyor. Tireek Kostach’ı bu sefer ensesinden yakalıyor. Diğerleri ancak kendilerine gelip Tireek’i engelliyorlar. Tanımadıkları diğer kara gözlü çocuk yataktan fırlayıp Kostacah’ın yanına gidiyor. Ona sarılıyor. Tireek hâlâ sinirli:
“Güzelce dövmeli bu şeytanı. Evde döşek yetmiyor mu?” Sonra yabancı çocuğa bakıyor.
“Bu hırsız şeytan kim? Niçin buraya girdiniz? Burada ne arıyorsunuz siz?” diye bağırıyor.
“Ben hırsız değilim!” diye titriyor yabancı çocuk. Kostach’a daha çok sokuluyor.
“Kimsin? Kimin piç şeytanısın?”
“ Sensin piç!” diye dikleniyor bu sefer çocuk.
“Kim senin baban?” diye nefes nefese soruyor Payusa bir adım öne geçerek.
“Baban kim senin çocuk?”
“Toray!” Ortada ölümün içinden çıkan cansız bir nefes gibi duruyor Toray’ın adı.
“İşte bu!” diye duvarda asılı duran Toray’ın resmini işaret ediyor yabancı çocuk. Herkes ilk kez görüyormuşçasına önce duvarda asılı duran Toray’ın resmine sonra yabancı çocuğa sonra da birbirlerine bakıyorlar.
“Ama Toray savaştan dönmedi ki?” diyor Payusa gelin.
“Annen kim, söyle öyleyse?” diye Tireek çocuğa gözlerini dikiyor.
“ Nasta. Doyarka Nasta.”
“Aa, Kurgundosova Nasta. O genç kadın buraya göçeli bir yıl oldu olmadı ama nasıl? Fakat senin babam dediğin kişi, savaşta öleli otuz yıldan fazla oldu. Annen ise daha otuz yaşında bile değil gibi.”
“Olsun.”diyor çocuk omuzlarını silkerek.
“Ben sonradan doğmuşum!” Kostacah’ı yanına alıp, insanların şaşkınlığından yararlanıp kaçıyor.
Boş evdeki insanlar yanan mumu söndürüp kapıyı iyice kilitleyerek çıkıyorlar. Sarap ihtiyarı hâlâ aynı minderde oturmuş beklerken buluyorlar.
Hepsi yüreğinden Sarap ihtiyarın küçük oğlu Toray’ın çocuklu geldiğine inanıyorlar. Toray gelmiş, çocuğuyla karısını da getirmiş. Çocuğu burada idi. Az önce konuştular.
“Toray burada mı? Geldin mi yavrum?” diye soruyor Sarap ihtiyar.
“Gelmiş gelmiş, kayınpederim, gelmiş.” diye temiz yüreğiyle konuşuyor Payusa.
Çenesi titreyip Payusa’nın konuşmasına devam etmesini bekliyor ihtiyar.
“Toray’ın oğlu da olmuş. Karısıyla oğlunu da getirmiş. Oğlu burada idi, annesinin yanına yeni gitti.”
“Toray!” diye ince bir sesle bağırıyor ihtiyar.
“Evet, Toray!” Payusa ağzını tutup ağlıyor.
Sarap ihtiyar, oracıkta ölüveriyor.
Sabah bütün akrabalar toplandı. Sarap ihtiyar Sovhoz çiftliğinin ustalarının yaptığı, çevresi kara pliselerle süslü tabuta yatırıldı.
Kavakların dibinde Tireek uyuklayıp oturuyor, gece cenazeyi beklediğinden uyumamış. Az ötede balık tutan çocukların bağrışları kavaklara kadar gelip, kavak dallarının arasında kayboluyor.
“O nasıl bir çocuk idi?” diye soruyor Tireek, Payusa’ya.
“Çocuğun babası ölmüş.” diyor Payusa.
“Annesi de senin baban Toray diye çocuğu avuturmuş.” dedi.
“Toray’I nerden duymuş bu Rus kadın?” diye Tireek soruyor yeniden.
“Duymuş işte köydeki kadınlardan.” diyor Payusa. Susuyorlar.
“Peki şimdi, burada her şey bitiyor mu?” diye bu sefer Payusa soruyor.
“Niçin bitecek, yengeciğim, hiçbir şey bitmiyor.” diyor Tireek. Payusa, buna sevinip başını sallıyor. O, kocasını beklemeye devam edecek. Kavaklar hışırdayıp daha da büyüyecekler. Sarap ihtiyarı defnediyorlar…