Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Kızın Sırrı»

Font:

ÖN SÖZ

Çağdaş Kırgız edebiyatının nesir alanındaki önemli yazarlarından olan Öskön Danıkeyev, Yazdığı öykülerle Kırgız Türklerinin sosyal hayatından kesitler sunar. Dönem-eser ilişkisi bağlamında incelendiğinde öykülerinde gerçek yaşamdan seçtiği kahramanlarıyla kurguyu bir potada eritip oldukça samimi, akıcı bir anlatımla karşılaşırsınız. Öskön Danıkeyev, Moskova’da “Gornıy” adlı maden Enstitüsü’nde okumuştur. Oradan mezun olunca da maden ocağında çalışmıştır. Bu bakımdan öykülerinde en çok işlediği konu madencilerin zor yaşam şartları, aşkları, iş yerinde ve evlerindeki ilişkileridir. Bunun dışında aşk, aile ilişkileri, kolhoz, yetim çocuklar, eğitim, farkındalık, savaş, Kırgız kültürü vs. konuları üzerine öykülerini yazmıştır.

2013 yılında doktora eğitimim için gittiğim Kırgızistan Bişkek’te Kırgıziztan’ın yaşayan aksakal yazarları ile söyleşi yapma imkanı bulmuştum. Daha sonra bu söyleşileri Tanrı Dağından Sesler adıyla yayınlamıştım. Bu söyleşilerden birini de Öskön Danıkeyev ile gerçekleştirmiştim. Kendi ağzından yazarı dinleyelim:

“1975’de ilk öyküm yayımlandı. Zaten, bundan önce de arasıra yazıyordum. İlk öykümü olumlu eleştirenlerin başında Cengiz Aytmatov vardı. Daha sonra başka öykülerim de yayımlandı. Sonra Aytmatov: “Öskön Bey, siz matematik eğitimi almıştınız. Edebiyat eğitiminiz yok.” diyerek, edebiyat eğitimi almamı önerdi. Moskova’da iki yıllık “Yüksek Edebiyat Kursu”nda eğitim aldım. Orayı bitirdikten sonra, edebiyatta kendimi yetiştirmiş oldum. Mezun olduktan sonra tekrar Politeknik Üniversitesi’nde çalışmaya devam ettim. Sonra beni Ala Too dergisine atadılar. Sonra, Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde müşavir olarak çalıştım. 1984 yılında 50 yaşıma gelmeden Yazarlar Birliği’ne genel sekreter olarak tayin edildim. Bir gün Yazarlar Birliği’nde, birisi meşhur edebiyatçı Kaçkınbek Osmonaliyev’e rastlamış, “Nereye?” diye sorunca, Osmonaliyev “Agriteknik”e gitmekte olduğunu söylemiş. Adam şaşırarak “Agriteknik o taraftayken, sen hangi tarafa gidiyorsun?” diye sormuş. O da “Cengiz ve Öskön’e gidiyorum.” diye espri yapmış. Çünkü biliyorsunuz, Cengiz zooteknik, ben de teknoloji uzmanıydım. O zamanlarda öyle espiriler yapılırdı. Birçok eserim var. Yakınlarda Tandalmalar adlı III ciltlik seçme eserlerimi bir araya topladığım seçkim yayımlandı. Bu kitapta dört roman, dört povest, kısa hikâyeler ve makaleler bulunmaktadır. Öykülerden; “Kızdın Sırrı”, “Kızıl Aska”, “Ene Meerimi” ve “Bakır” öyküleri, romanlardan Köz İrmemdegi Ömür, Muras, Kököy Kezde ve en son yazdığım Arman romanı vardır. Sonra devlet tarafından bana ödül verildi. Bizde, Kırgızistan’da “Ardak Gramotası” (Şeref Takdir Belgesi) verilirdi. Bu ödül, Sovyetler döneminde en değerli ödüllerden sayılırdı. “Ardak Belgisi” yazılı nişandan başka, Kırgızistan’daki bir başka değerli ödül sayılan “Manas Nişanı”m vardır. Bunun dışında yine birçok değerli ödüller aldım. Bazen tercüme işleriyle de uğraştım. Beş tane piyesi çevirdim. Çevirdiğim piyeslerden en bilineni Aziz Nesin’in “Cür Beri” piyesidir. “Cür Beri” (Buraya Gel) yani Rusça’da “Poydi Syuda” adıyla bilinmektedir. Bu piyesi Rusça’dan çevirdim, çünkü Türkçe bilmiyorum.”

Görüşmemizin sonunda, yazar en büyük arzusunun öykülerinin Türkiye’deki kardeşleri tarafından da okunması ve tanınması olduğunu söylemişti. Türkçe bilmediği için bu arzusunu dile getirmemi rica etti. Cengiz Aytmatov’un çağdaşı, Kırgız nesrinin en önemli isimlerinden biri olan Danıkeyev’in bu arzusu öğrencim Emrah Altıok’un yazarın öyküleri üzerine aldığı yüksek lisans tezini başarı ile savunmasıyla bir nebze gerçekleşmiş olsa da asıl isteği bu kitabın ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiş olacaktır.

Kitapta üç uzun, on bir kısa olmak üzere on dört öykü yer almaktadır. Okuyucuyu Kırgızistan’ın 1960-1970 li yıllarına götüren dönemin sosyal hayatından kesitler sunan öykülerin Türkiye’deki okurlarla buluşması 2 yıl yürütülen titiz çalışmanın ürünüdür. Kitabın yayımlanmasında emeği geçen AYB başkanı sayın Dr. Yakup Ömeroğlu’na Bengü yayınlarının değerli çalışanlarına, Uzm. Emrah Altıok’a ve kitabı baştan sonra okuyarak redakte eden yüksek lisans öğrencim Aylin Bilgiç’e teşekkürü bir borç bilirim.

Doç. Dr. Samet AZAP
Kastamonu-2020

KIZIN SIRRI

Bizim köydeki okulda sadece dokuzuncu sınıfa kadar eğitim veriliyordu. Okulu bitirenler eğitimine devam etmek için ilçe merkezinin daha ötesinde bulunan şehre gidiyorlardı. Ben de onlar gibi yaptım. Madende çalışan dayımın yanına gittim. Ancak işler düşündüğüm gibi olmadı. İki ay okula gittikten sonra okulu bıraktım. Hayır, bunun sebebi tembellik ya da yaramazlık yaptığımdan değil; asıl sebebi, Rusçayı iyi bilmiyor olmamdı. Bundan önce okulda “sözde” okumuştuk. Oysaki o sadece basit bir lafmış, kuru bir ezbermiş.

Eve geri dönmedim. Hem köydekilerden hem de Azıp-kan Annemden utandım. Onun hakkında bildiklerimi anlatmaya başlasam, söylenecek çok söz var. Olmaz olsun onun hikâyesi! Hepsini oturup da en ince ayrıntısına kadar niye anlatayım ki?

Azıpkan üvey annemdir. Babamın savaşta şehit düştüğü haberi geldikten bir süre sonra köyümüzdeki Dalıbay adlı biri ile evlendi.

Ama karakteri, dili!.. Şimdi onu hatırladığımda özgür bedenim irkiliyor, yüreğim sızlıyor.

Aradan dört ay geçti. Azıpkan beni evladı yerine koyup da bir kere görmeye gelmedi. Yazıklar olsun! Neredeyse parmak kadarken bana bakmaya başlamış, öz annem gibi olmuştu.

Dayım: “Gelmezse gelmesin, burada kal. Kendi evin gibi davran, hazır yatağın da var kurban olduğum.” dedi ve kabul ettim.

Dayım madende işçi, yengem de ev hanımıydı. Yengem sabahtan akşama kadar hiçbir zaman bitmeyen ev işleri ve çocuklarıyla uğraşırdı. Ürkmüş halim ve yanmış canımla, uzun zaman ürkek ve çekingen davrandım. Hiçbir şey yapmasam bile, “Yengem bana ne zaman üvey evlat muamelesi yapacak?” diye davranışlarını takip ediyordum. Dayım ise çok merhametli, temiz yürekli birisidir. Ben sürekli olarak “Niye bu kadar gecikti ki? Çabucak gelseydi.” diyerek sabırsızlıkla onun işten dönüşünü bekliyordum. Nedense, yengem bana dayak atmaya kalksa, kötü bir söz söyleyecek olsa o bana sahip çıkar, beni korur diye düşünürdüm. Onun yanında bana kimse sataşamaz ve beni küçük düşüremezdi.

Ama boşuna korkup dert etmişim. Yengem içi dışı bir olan, mütevazı, gönlü geniş bir insanmış. “Gerçekten insanlar birbirinden farklı olurmuş.” diyorum içimden. Azıpkan nasıl biri, bu nasıl bir insan… Üstelik bu kadının öz çocuğu bile değilim ki…

Bir tek dayım çalışıyordu, yengemin sağlığı iyi değildi ve çocukların yaşı küçüktü. Dayımın tek yeğeni ben olduğum için bir de bana bakıyorlardı. Bu iyi niyetlerini suistimal etmemek için yardım edeyim dedim.

Su aldığım yer evimizden uzak ve yokuş aşağıdaydı. Bir gün iki büyük kovayı su ile doldurup giderken tam kapının önüne geldiğimde buzdan kayıp düştüm. Gözlerimden ateş çıktı, hemen kalkamadım, başım döndüğü için orada oturup kaldım. Üzerime dökülen su yüzünden elbiselerimden su damlıyordu. Yengem bir haftadan beri hastalığından dolayı yatıyordu. Bir anda açılan kapının ardında üstünde ince bir elbiseyle yengem göründü. Korkudan vücudum titredi. O eğilip askıyı eline aldığında, galiba bana bir tane indirecek diye düşündüm. Boynumu büküp, korkarak kenara doğru çekildim. Kendimi savunmak için bir şey demek istedim, ama ağzımı açıp da bir kelime diyemeden sesim kısıldı, dudaklarım titredi. Yengem yaklaştıkça ona yalvaran gözlerle bakıyordum. “Acı bana, acıyınız.” der gibi bakıp, ayaklarına sarılasım geldi.

O zamanlar hâlâ daha aklımda, gözümün önünden hiç gitmiyor. Yengem yanımda diz çökerek, incecik zayıf kollarıyla, başımı yavaşça kendine çekip:

Kurban olduğum, zahmet ettin, benim canım çıkaydı, Allah bir türlü canımı almadı. Hepinizi zor durumda bıraktım, dedi, hıçkırıklara boğuldu.

Ben büyük bir şaşkınlık yaşadım. Gördüklerime duyduklarıma inanamadım. Yengemin dizlerinin üstüne başımı yaslayıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. O an hayatımda ilk defa sevinçten ağlamıştım. Anne sevgisini ilk kez hissettiğim, ilk kez anne şefkati gördüğüm andı. Yengem de bunu anlamış gibi saçlarımı okşayıp, gözyaşlarımı siliyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ağlarken yüzümden aşağı sıcak gözyaşlarım damlıyordu.

Komşunun kızı Asıl ile çok iyi anlaştık, o okuyordu. Ben ise aynı yaşta olmamıza rağmen okulu bırakmıştım. Bu yüzden de Asıl beni suçluyordu. Ben hiçbir şey demiyordum. Söylesem de ne diyebilirdim ki? Anlattığına göre sekizinci sınıfa başladığında, o da Rusça’yı o kadar iyi bilmiyormuş.

Bunu saklayamayacağım. Aslında, içten içe ben de ona özeniyorum. Okusaydım ben de başarabilirmişim. Kim bilir, bundan sonra ben de okuyabilecek miyim?

Asıl’ın ağabeyi ile yengesi, maden işleten fabrikada çalışıyorlardı, durumları iyiydi. Bazen ben de oturup düşündüğümde çalışsam diyorum. Sadece dayımın eline bakıyoruz. Yengemin hali zaten ortada, bir de küçük çocukları vardı. Yok, böyle olmaz, çalışmam lazım. Aldığım para az mı, çok mu olur bilmem ama en azından eve bir katkısı olur. Bunlar sadece içimden geçen iyi niyetlerdi.

Yılbaşı yaklaşmıştı. Geçen gün Asıllarda otururken, bu yeni yılda fabrikaya işçi alınacakmış, diye duydum. Ertesi gün ise bunu evdekilere söyledim, “çalışayım” dediğimde yerlerinden kalkıp duymamış gibi davrandılar.

Dayım:

– Kızım, iş bir yere kaçmıyor. Önünde daha çok yıl var. Sen bu yıl dinlen, seneye de okuluna devam edersin, dedi.

Bu arada yengemin de hastalığı iyiye gidiyordu. Evin ufak tefek işlerini yapıyor, her zamanki gibi çocuklarıyla ilgileniyordu. Ben bir iş yapmaya kalksam, hemen elimden alıp:

– Ver yavrum, deyip beni kendine çekiyordu. Ben Allah’a şükür iyileştim artık. Bütün sonbahar iş yaptığın yeter, dedi.

O bana yardımcı olunca, beni kendine yakınlaştırmaya çalışınca, benim de ona karşı sevgim artıyordu. Bana bu kadar değer verip, sevgisini gösterince ben de ona o kadar yakınlaşıp, onu öz annem gibi seviyordum.

Ertesi gün benim elime zorla para sıkıştırıp:

– Camal, al bunu güneşim. Git de bir film seyredip gel. Evden dışarıya adım attığın yok, iyice sıkıldın, dedi. Sonra hâlâ kendini suçlayarak kendi kendine konuştu.

Ben de çekinerek:

– Yapmayınız, yenge. Oyunu, filmi sonra da seyrederim, dedim.

O, kabul etmeyip Asıl ile beni gönderdi. İlçe merkezine sonbahardan beri ilk kez geliyordum. Biz en kenarda, ırmağın öbür tarafında yaşıyorduk. Buraya ara sıra yakındaki bir dükkândan şeker çay almak için geliyordum.

Kesinlikle insan kendini yabancı bir yerde çok değişik hissediyor.

Kültür evinin önü kalabalıktı. Bizden az ileride “Muhterem tahta” (Şeref panosu) yanında duran üç kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. İkisinin yaşları ilerlemiş, diğeri delikanlıydı. Siyah palto giymiş, başında siyah beyaz desenli, kenarlı bir kep vardı. İçimden: “Bu zemheride de bu şapka giyilir mi?” diye gülümsedim. Üçü de etrafına sürekli bakınarak tuhaf davranıyorlardı.

Bizim önümüzde oturan tanımadığım iki kız onlar hakkında konuşmaya başladılar:

– Genel mühendis olarak gelen galiba, dedi birisi.

– Ta kendisi.

– Bayan kim?

– Eşi diyorlar.

– O delikanlı kimmiş?

– Dağ mühendisiymiş. Nikolskiy’in yerine nöbetçilerin müdürü olacakmış.

– Hmmm… Yakışıklıymış değil mi?

– Evet ya. Hi-hi-hii…

Ben o anda delikanlıya göz ucuyla bir bakıverdim. Düşünmeden oldu, isteyerek yapmadım. Nedense, bir anda heyecanlandım. Sonra da bu histen dolayı içten içe utandım. Belki de ben o an dişilik özelliğimi fark etmiştim.

Dedikleri gibi görünüşü güzeldi. Beyaz tenli, orta boyluydu. Geniş göz kapakları vardı. Ela gözlerindeki düşünceli bakışları çok güzeldi. Dümdüz burnu, ince dudakları kısacası her şeyi güzel, yakışıklı ve özeldi. Bana sanki daha önce tanıdığım yakın birisiymiş gibi geldi. “Acaba gerçekten de daha önceden bir yerde görmüş olabilir miyim? Yok. O zaman neden ona baktığımda şimdiye kadar hiç hissetmediğim, bilmediğim hislerle, garip hayallere kapıldım. İçime çok farklı duygular doluyor?” Cevap bulamıyordum. Dahası kalbim hızla çarpıyor, kanım kaynıyor, nefesim kesiliyordu. İki yandan örülü saçlarımdan bir örüğün açık olan ucunu elime almış öylece durmuştum. Asıl da ona bakakalmıştı. İkimiz de tek bir söz etmiyorduk. Çıt çıkarmıyorduk.

Dayım her zamankine göre işinden bugün daha geç döndü. Biz onu bekler ve onun erken dönmesini isterdik. Lanet olsun, madencilik zor bir iş sürekli yer altındaydı. Orada her şey olabilirdi. Ufak bir gecikmesi bizi fazlasıyla endişelendirirdi.

Dayımın morali her zamankinden daha iyiydi. Eve geldi, kürk şapkasını çıkarıp içeri geçti. Oturur oturmaz çocuklar etrafına toplanıp küçükleri hemen boynuna atılıverdi. Dayım yetişemiyordu. Çocukların oyununa katılıp sırtüstü düşüyor, dirsek sürtüyor “Ha ha ha!” diye bir de kahkaha ile gülüyordu.

– Oy benim küçük burunlum, bu nasıl karın böyle, hı hı? Kapat ayıptır. Kapat, kapat, diyerek küçüğün önlüğünden çekiştirirken, bir yandan da ortancaya damağından ses çıkarıp, kulaklarını hareket ettiriyordu. Bu, çocuğun çok hoşuna gidiyor kahkahalarla gülüyordu. Küçüğü de kardeşini taklit edip gülücüklerle, tırnak kadar başparmağı ile babasının kulağını gösteriyordu.

Yengem:

– Hey hey! Bak ne yapıyorlar bunlar, dedi. Bırakın dinlensin babanız, zaten yorgun geldi.

Çocuklar sustular. Dayım onlara gülümseyerek baktı:

– Yorulmaz. Bizim babamız yorulacak bir katır mı desenize, ha ha!

O bağdaş kurup, seyrek bıyıklarını düzeltirken, sakin bir sesle:

– Ne yorgunluğu. Tam tersi, bunlar benim için dinlenmektir, mutluluk kaynağı, neşemdir, diye devam ediverdi.

Yengem sofrayı kurdu.

Kendi aramızda iş yerinde neler olup bittiğini konuşurken, bir laf geçti.

– Bize yeni iki kişi geldi, dedi dayım.

– Çalışmak için mi? diye sordu yengem ilgisizce.

– Evet.

– Nerede?

– Biri Maden Genel Mühendisi, ikincisi de Nöbet Müdürü oldu.

– Öyle mi, nereliymiş onlar? diye sorarak konuşmaya ben de katıldım.

– Taa üretim fabrikasından.

– Kırgız mı?

– Evet. Kırgız diyorlar. Bu maden açıldığından beri hiç Kırgız mühendis gelmemişti.

– Bir de yavrum çok genç görünüyor. Yanlış bilmiyorsam, Kırgızca bilmiyor, hep Rusça konuşuyor. Yetenekli bir delikanlıya benziyor.

Ben de içimden, dünkü kızların bu konuyla ilgili konuşmalarının ne kadar doğru olduğuna şaşırıyordum. Meğer o kızların biri maden müdürünün sekreteri olarak çalışıyormuş. Bunu sonradan öğrendim.

Bundan başka, evde bu gençle ilgili hiç konuşulmadı. Onu ilçede görüyordum. Bazen bizim sokaktan geçiyordu. Etrafına hiç bakmıyordu. Ben ona hiç fark ettirmeden, sürekli göz ucuyla onu takip ediyordum.

Küçük ve kalabalık olmayan yerlerde dedikodu çabuk yayılır, yeni gelen kişilerin; nereden geldiği, kim olduğu, hatta ismine kadar öğrenilirdi. “Mühendis delikanlı” hakkında bir sürü şey konuşuluyordu. “Kazak’mış” dediler. “Kırgız değil Koreli’ymiş” dediler. Sonra “Bunların hepsi asılsız laflar” dediler. “Babası Kırgız, anası Rus’muş” dediler. Ben de buna inandım çünkü bir karışım var gibiydi. Saf Kırgız’a benzemiyordu.

Şimdi kendi kendime gülüyorum. Gerçekten kimin kim olduğunun ne önemi var, ne fark eder ki?

Kadınlar, kızlar ondan bahsettiklerinde sürekli dinlemek istiyordum. Bense ağzımı açıp tek bir laf etmiyordum. Hem neden özellikle kadınlar ve kızlar sadece onu konuşuyorlar? Anlamıyorum, hakkında konuşulacak gençler az mı buralarda? Tuhaf yani…

Neyse, bana ne oluyor ki! Onun hakkında konuşulanlar beni ilgilendirmez. O kim, ben kim? Ama ne yaparsam yapayım, içimde ona karşı bir yakınlık, bir özlem duyuyordum. Hatta bu ne ki, başkalarının onun adını söylemelerine bile dayanamıyordum.

Hava şahaneydi. Dağın güneşli kısmı resmen kararmış ama gölgelik tepeleri hala karlıydı. Ormanın dere yataklarından pırıl pırıl su akıyordu. Dağların üzerindeki bozkırlarda kar eriyip gitmişti. Buralarda ilkbaharın habercisi olan karahindiba açmıştı. Yukarıdan gelen serin ve hafif rüzgârın esintisi vardı.

Dayım sabah aceleyle çıktığı için öğle yemeğini almamıştı. Ben de öğleye doğru yemeğini götürdüm. Maden girişinin önündeki alan oldukça kalabalıktı. Bazıları kesilmiş ağaçların kabuklarını sıyırıyor, diğerleri ise kabukları soyulan ağaçları yüklüyordu.

Kısacası, gürültü patırtı içinde herkes kendi işiyle uğraşıyordu. İş bir hayli çok olmasına rağmen bitti. Bu arada içeriden maden yüklü vagon, gürültülü bir şekilde çıktı. Kocaman tekerleklerinin “Tak! Tak!” sesi de yavaşladığı için artık duyulmuyordu. Dayımın söylediği saat geçiyor ve ben hâlâ bekliyordum. Bir ara yemekten iki kişi çıktı. Biri dağ madeninin başkanıydı (onu daha önceden tanıyordum) ikincisi de o mühendis delikanlıydı. O, diğerinden ayrılıp direk bana doğru yürüdü. Üstü başı batmıştı. Kafasında siyah kaskı, sağ elinde maden çekici vardı. Kaskını yukarıya doğru itip arkaya hafif kaydırdı. Benim gözüme onun geniş alnı, gür siyah saçları çarptı. O sırada bana gülümseyerek bakıyordu. Ben de ne yapacağımı bilmeden olduğum yerde dikilip kalmıştım.

– Bacım, siz kim… Hmm kime geldiniz? dedi mütevazı ve kibar bir şekilde. Sesi bana çok sakin ve sevimli geldi.

Ben sadece gülümsedim ve cevap veremedim. Çok geçmeden ileride dayım göründü. Ben de ona doğru yöneldim. Ama göz ucuyla da ona bakıyordum. İçinde yemeği olan torbayı uzatırken:

– Dayı o Kırgızca biliyormuş, dedim, sesim sanki biraz titrek çıktı.

Dayım hiçbir şey demedi. Benim söylediklerimi “mühendis delikanlı” da sanki duymuş gibi, tekrar bizim tarafa bakınarak uzaklaşıp gitti.

İlkbahar benim için çabuk geçmişti. Güzel yaz geldi. İlçe yeşil yapraklı ağaçlara büründü. Akşamları ilçe merkezi eğlence yerleriyle doluyordu. Madenciler ağaçların arasında toplanıp dinlenirlerdi. Gençler dans pistinde olurlar, ben onları gizli bir yerden izlerdim. Aradığım kişiyi de her zaman orada görüyordum. (Saklasam da neye yarar, içim yanıyor, boğuluyordum. Kaç defa eve döndüğümde yüzümü yastığa saklayıp, sessiz çığlıklarla ağladım, gözyaşlarım göle döndü.) O, hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Her şeyden habersiz başka kızlarla dans ediyordu. Bunu benim istediğimi, başıma bu aşk belasını sardığımı o nerden bilsin. İkimizin arasında dipsiz, derin bir uçurum olduğunu çok iyi biliyordum. “O kim, ben kim? Allahımm!..” Ama ben bu halime, bu sevdaya boyun eğmek istemiyordum, inanmak istemiyordum, çünkü böyle yapmazsam umutlanmış oluyordum.

Bazen kendimi ondan koparayım, onu gönlümden sonsuza kadar çıkartayım, unutayım diyordum, ama olmuyordu, buna dayanamıyordum. Kendimi ne kadar ondan uzaklaştırmaya çalışsam, ona o kadar bağlanıyordum. Belki bunların hepsi çocukluktu, çocukluğun o saf halleri, bir anlamı olmayan geçici, boş hislerdi.

Her ne kadar kendi kendime böyle desem de aklımdan geçen onca düşüncenin, sınırsız hayallerin tutsağı olup kaldım. Bu kızın hayalleri bir garip mi ne! Onu hiç kimse çözemez. O bir anda iradesizce boyun eğmeden yükseklerde uçar, bazen de gönlünün derinlerine inip sakinleşir. Onun gözlerindeki derin ayna, gönlüdür. Oraya dikkatlice bakarsanız kızın hayallerinden bir kıvılcım görebilirsiniz. Evet… Ama onun doğasındaki asıl gerçeğin tadına varabilmek zordur. Off! Bu kız çocuğunun parlayan gözlerinde ancak bir göz kırpmasında fark edilebilecek, kirpiklerinin arasında saklanmış boncuk gibi gözyaşlarında saklı olan ruhunun acısını, yaşadığı eziyetleri çözebilecek bir yiğit. Binlercenin içinden bir tane çıkmazsa… Yazık!

“Mühendis delikanlı” benim için yükseklerde uçan, çok sayıdaki mevsimsel güvercinler arasındaki sanki tek ak güvercindi. Başkaları ne kadar takla atarsa atsın, oyun kursun, gökyüzünde kanatlarını geniş geniş açarak uçsun fark etmez, onlar benim için sis bulutlarının arasında kalır. Benim gözümün önünde her daim o var. Uyusam düşümde, uyansam düşüncelerimde.

Onun nefesinin sıcaklığını, yüreğinin çarpan sesini henüz yakından duymadım. Daha elimi bile tutmadı. Belki de ben bunları hayatta hiç duymam, hissetmem. Belki de o benim ruhumdaki bu acı sırrı bilmeden, beni yakıp kavuran bu aşk ateşi en sonunda kendi kendine söner, unutulup gider. Sönsün, iyi de olur! Ne yapmalıyım… O zaman ne? “Hepsi kaderdir, bahtım nasıl yazılmışsa onu göreceğim.” deyip, her şeyi akışına bırakıp yaşamaya devam etmem mi gerekiyor? Belki çabalayıp bir çıkış arasam kendimi oyalasam? Bulunur bir çare, ona yönelirim. Ya beni kalbimdeki kutsal muradıma götürür, ya da…

Madende mesai bitmek üzereydi. Dayımı karşılamak için onun ortanca çocuğunu da yanıma alıp yola çıktım. İlçeden yeni uzaklaşmıştık. Neden bilmem ama geriye dönüp arkama baktığımda o mühendis delikanlının geldiğini fark ettim. Ne yapacağımı bilemeden birden acele etmeye başladım. Yoldan dönecektim, ama sol tarafta dere, sağ tarafta kayalık vardı. Bir yandan onu gördüğüm için seviniyor bir yandan da sanki onu görebilmek için mahsustan çıkmış gibi utanıyordum. Biz köprüye yaklaşınca o yetişti.

Ben onu fark etmemiş gibi davrandım. O da yanımızdan geçerken adımlarını yavaşlattı ve:

– Aa… Tanıdık bacımmış. Nasılsın iyi misin? dedi özen göstererek.

Ben cevap vermedim. Nedense yanaklarım “ateş” gibi olmuştu. O bunu fark etti mi, yoksa fark etti de fark etmemiş gibi mi davrandı bilmiyorum, sonra çocuğa doğru eğilerek:

– Hey! Yiğit! Senin adın ne bakalım? dedi. Beni taklit eder gibi, yanımdaki minik kuzenim de gözlerini yere dikmez mi? Ben hemen kendimi toplayıp:

– Söyle canım, bak ağabeyin soruyor, dedim. Köprünün üzerine kadar gelmiştik. Minik kardeşim köprünün ahşap parmaklıklarından tuttu. O da diz çökerek oturdu:

– Ha, söyle, dedi kâkülünü okşayarak. İyi çocukmuş kendisi…

– Irısbek.

– Hm… Irısbek mi?

– Iy-ıs-bek.

– Heyyy, aferin. Demek ki I-rıs-bek! Baştan öyle demeliydin.

O Irısbek’in çenesinden tutup sevdi, sonra ayağa kalktı, ahşap parmaklıklara dayanıp suya baktı. İkimiz de akan suya bakıyorduk. Suyun hızlı akışının kuvveti insanı çekip götürüyor gibiydi. Bu akışın hızına kapılınca sanki kendinden geçecek gibi oluyorsun, anlamıyorsun başın mı dönüyor yoksa bu hız mı başını döndürüyor. Taştan taşa çarpan suyun ak köpüklü akışı bendeki gizli saklı düşünceleri de beraberinde götürüyor, yok ediyordu.

Onlar da tıpkı bu su gibi düşünceler içindeydi. Ben hâlâ suya bakıp duruyordum. Orada sanki iki gölge canlanmış gibi hareket ediyorlardı. Bazen kafaları birbirine yaklaşıyor, bazen de birbirlerine sarılıyorlardı. Bir anda her şey dağılıp kayboldu. İşin tuhafı ben durduğum yerden hareket ettim, yukarıya doğru uçtum. Suyun üstü daha da bulanıklaşarak uzaklaşıyordu. Etrafı bir hüzün sardı.

Bir ara:

– Bacım, ne oldu? diye bir ses duyuldu.

O yankıyla iki üç kere tekrarlandı. Sonra birisi sanki kolumu tuttu. Ben silkinerek, korkuyla kendime geldim. Sanki yeni uyanmış gibi gözlerimi açıp kapatıyordum, sersemlemiştim. Ben mühendis delikanlıya dayanmış duruyordum.

– Hee, ne oldu? dedi. Akan suya uzun süre bakmamak lazım, başın döner, dedi.

O beni bıraktı, ayaklarını çaprazlayıp, az önceki gibi köprünün ağaç parmaklıklarına dayanıp durdu. Bir an bakışlarımız birbirini yakaladı. Sanki benim aklımdan geçenleri okuyor gibiydi. Eğer öyle ise ben neyi saklıyordum ki? Er ya da geç farketmez, hislerim en sonunda belli olacaktı. İki elimi öne doğru uzattım tam ağzımı açacaktım ki nedense hemen geri çekildim. Elimle göğsüme bastırıp dudaklarımı ısırdım. Sanki sihirli bir güç beni durdurmuş gibiydi. Ama hâlâ gözlerimi onun gözlerinden almakta zorlanıyor ve öylece duruyordum.

Gençlerin hayali, aşk… Ona başımı eğmiş, tapıyordum. Ne hoş bir duyguymuş. İçimde nelerin kaynayıp nelerin taştığını acaba o hissetmiş midir? Benim şu tuhaf halimden anlamış mıdır bilmiyorum. Sanki endişeli bir düşünce içindeydi. Sonradan lafı kıvırdı:

– Bacım, ben sizi ikinci defa görüyorum. Şimdi de babanıza gidiyorsunuz değil mi?

Ben düzelterek:

– Hm… Benim babam yok, dedim.

– Aa… Peki anneniz?

– Annem de.

O, bu durum hakkında hiçbir şey demedi, sadece gözlerini hafif kısıp, derin bir of çekti. Bir anda alnı kırışıp, yüzünün rengi değişti. “Ne, ben bir yaranıza mı dokundum? Üzdüm…”

– Ee, hiçbir şeycik olmaz, derin bir nefes aldıktan sonra, öksüzlüğün acısından hiçbir his, hiçbir şey kalmaz.

– Her şey geçer artık. Bundan sonra hiç ayrılmayalım, daha yakın olalım, dedi o.

Ben o anda onun bu dediklerini nasıl kabul ettim tahmin etmişsinizdir. Ama asıl amacı başkaymış.

– Olur, ağabey. Ben…

– İyi, tamam, kurban olduğum. Çekinmek yok. Genç insanın açık ve yalansız olması iyidir. Evet, bana ağabey veya Azim derseniz de olur. Sizin adınız ne?

“Azim”. Bir nefeste söylenebilen, sevimli bir isimmiş. “Azim, Azim…” Ağzımı açıp, dile getiremesem de içimden bin kere tekrarlıyordum.

– He, benim mi? Benim adım Camal.

İkimiz uzun zaman konuştuk. Hakkımda hiçbir şeyi gizlemeden anlattım. O benim gibi çok konuşmadı. Sadece çok kısa söylediği:

– …Ne olursa olsun sizin çalışmanız gerek. Evin işi evdedir. Çoğunluğa karışarak, yaşamın acısına tatlısına şimdiden alışabilmeniz lazım, dedi sonunda.

Benim ne kadar mutlu olduğum tahmin edilemezdi. Daha ne isterim! O benim uzun zamandır huzurumu bozan, büyük arzumu söyledi.

– Ben de bir işe girsem diye…

Eğer mümkünse ben de sizin çalıştığınız yere gelsem?

– ?..

Azim dediğimi tekrarlayıp bana başka soru sormadı. Sadece:

– Belli olmaz, dedi. Konuşuruz, bakalım…

Dayımla yengem kıvranıp dolandılar, sonunda kabul ettiler. Sabaha kadar dönüp dolandım, hiç uyuyamadım. Gözümün önünden Azim gitmedi, kalp atışlarım yükseldi. Atardamarımın hızı yükselip, bedenim ateş gibi yanıyordu. Yatağımda dönüp durup bir türlü sakinleşemedim. Rahat edemiyor, kalkıp pencereden bulanık göğe bakıyor, karanlıktan sadece siyah dağların siluetine ve onların uçlu tepelerine bakıp oyalanmakla meşgul oluyordum. Azim’in sanki pencerenin dışında olduğunu hissediyordum. Çabucak sabah olsaydı. Azim’in yüzünü görür, sesini duyarım. Yanında olacağım, diyorum. Tuhaf… Acaba, aşk bu mu? Başka kızlar da böyle mi seviyor? Bu derinden gelen duyguyu sezip, duygularının anlamını düşünerek, bu anlık yürekleri alevlendiren sevince değişir mi ki? Onlar da bir can.

Bu gizlice alevlenmeye başlayan sevgiyi onlar da hissederler. Onların da kalbi birinin hasretiyle attığında, uykuları kaçar, huzur bulamazlar. Öyle de olsa onların içinde benim kadar seven yoktur. Çünkü kızların aklına, hayaline sahip olan, gönlünün derinliğini dolduran dünyada tek bir adam var. O, Azim. Azimm…

Pencereden yatağıma dönüp gene bir türlü sabit yatamadım. Oflamalarımın farkında olmuyorum galiba, bitkin şekilde sabahı bekleyerek yatıyordum.

O zaman ben tam on yedi yaşındaydım…

Ertesi gün maden müdürlüğüne geldim. Azim, dün söylediği gibi beni binanın önünde bekliyormuş. Elini uzatarak benimle selamlaştı ve içeriye davet etti. Böyle bir yere ilk defa geliyorum, bana değişik geldi. Raflarında parlak taş parçaları dizilmiş dolaplar, duvarlarda değişik ve çeşitli resimler, posterler asılmış. İlerideki pencerenin yanında uzun masa vardı. Onun iki tarafında iki bayan vardı. Birisi daktiloda bir şeyleri yazmakla meşguldü. Onu hemen tanıdım. Geçen sinemanın önünde gördüğüm kızdı. İkincisi de kâğıtları düzeltiyor, işine bakmıyordu. Yan tarafta geniş bir koltukta ileri yaşlarda iki üç kişi oturuyordu. Azim yanlarına gidip müdürü sordu.

– Yerinde, dedi sekreter kız. Biraz bekleyin.

Biz o üç kişiden sonra girdik. Müdür, Azim ile selamlaştıktan sonra, işaret ederek oturmayı teklif etti. Sigara içiyormuş, bir nefes çektikten sonra:

– Ee, yoldaş Kurmanov, işler nasıl gidiyor? dedi.

– Teşekkür ederim, Anatoliy Mihayloviç…

– Üretim ve geri kalan işlere alıştığını sanıyorum.

– Yeterince zaman geçti, alıştım Anatoliy Mihayloviç. Burası Bordu değil ki, her bölgesinde yüzlerce insan çalışmıyor. Bizim maden küçük.

– Değil mi… Hayırdır? Sen, yoldaş Kurmanov sadece bizim üretimle değil, kızlarımızla da tanışmaya başlamışsın galiba? diye titreyerek güldü. Belki de eş bulursun?

– Ben yere diktim gözlerimi. Azim de ondan böyle bir espri beklemiyordu, hemen kendini toparlayarak:

– Anatoliy Mihayloviç, biz size bir ricada bulunmak için gelmiştik, dedi.

– Bu kız bazı sebeplerden dolayı bu sene okula gitmemiş. Bizim bölümdeki madenci Sadıgaliev’in yeğeni. Tanıyor musunuz?

– Tanımaz mıyım?

– Küçük çocukları var eşi de rahatsız. Kısacası, işe girmesi gerekiyor.

Müdür Azim’e bakarak:

– Hm… Yoldaş Kurmanov, affedersin adın neydi? dedi, sanki gergin gibiydi.

– Azim.

– Azim… Azim, şöyle… Bizim bu insanlara yardım etmemiz kesinlikle şarttır. O dudaklarını toplayıp omuzlarını kaldırdı:

– İş ise… İş yok ki. Bu fabrika değil.

– Öbür bölümlerde de yok mu?

Diğeri de düşünerek:

– Yanılmıyorsam, sanki boş bir yer vardı, dedi. Ama… Bir anlığına sustu ve sonra:

– Yoldaş Yakovlev nerede? dedi sekreterine seslenerek.

Fazla zaman geçmeden uzun boylu, zayıf birisi içeri girdi.

– Merhabalar.

– Merhaba, Vasiliy Petroviç. Geliniz, oturunuz.

– Anatoliy Mihayloviç, geçen sizin dediğiniz mesele ile ilgili on ikinci bölümün devamını inceledik. Oradaki…

– Vasiliy Petroviç, affedersiniz. Onun hakkında başka zaman konuşuruz. Şöyle bir mesele var, birinci bölümün kolektörü ne zaman hesabını verdi gitti?

– Bir dakika… Oo, bir aya yaklaştı.

– Neden o yer onca zaman boş kaldı?

– Uygun biri bulunmuyor da…

– Haa… Vasiliy Petroviç, o zaman sizden şöyle bir isteğim olacak, bu kız çalışmak istiyormuş. Oraya alsak uygun olur mu?

Yakovlev bana bakışlarını dikerek:

– Anatoliy Mihayloviç, dedi ona geri dönüp. Siz de farkındasınız, kız çocuğuna göre ağır bir iş diye düşünüyorum.

– Ben de onu düşündüm…

Azim huzuru kaçarak:

– Tamam, zor iştir, dedi. Ama savaşta bile kadınlar cephelerde bulunmuşlar. Belki bu kız da zamanla alışabilir?

– Evet, evet, dedi müdür. Kısacası bir düşününüz, Vasiliy Petroviç…

Biz müdürle vedalaşarak, Yakovlev’in peşinden geldik.

Yakovlev genel jeologmuş. Azim ile ben onun odasında bayağı oturduk. Rusça’yı pek anlamasam da onların konuşmalarını çap pat anlayabiliyordum. Azim konuşma sırasında sert davrandı gibi geldi. “Benim için amirlerine karşı gelmesi, onların arasında bir kapışma, soğukluk olması gibi endişeler beni korkutuyordu.” Bu şekilde işine zarar gelebilirdi.

Sonunda Yakovlev ikna oldu.

25 Mart’ta benim işe alındığıma dair onay verildi.

Ertesi gün Yakovlev beni bölümde çalışanların tümü ile tanıştırdı. Toplam dokuz kişi çalışıyormuş. İki bayan, kalanı erkekti.

Ben Yakovlev’in yanındaydım.

– Kanay, dedi. Gelebilir misin?

Kıvırcık saçlı, dağınık kafalı, ileride çizgi çizmeyle uğraşan bir delikanlı yavaşça yaklaştı. Nedense kaşını kaldırıp heyecanlandığını hissettim.

– Kanay, bu kız seninle çalışacak. İlk önce üretim ile ilgili genel bilgi vereceksin. Teknik Güvenlik hakkında tanıtımı öğrendikten sonra, hesaplaşma defterine imzasını atsın. Kısacası ne yapacağını biliyorsun.