Grimm Masalları

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

Simeli Dağı

Bir zamanlar biri zengin, diğeri fakir iki erkek kardeş varmış. Zengin olan fakir kardeşine hiçbir şey vermezmiş. O da hayatını mısır satarak kıt kanaat geçirir, genelde de işleri kötü gittiği için karısı ve çocuklarına bir ekmek bile alamazmış. Bir gün ormanda el arabasını sürerken bir yanında daha önce hiç görmediği büyük, çıplak bir dağ görmüş. Olduğu yerde durup şaşkınlıkla dağa bakakalmış.

Orada öylece dururken on iki iri vahşi adamın kendisine doğru geldiğini görmüş. Onları hırsız sandığı için el arabasını çalılığın içine saklayıp ağaca tırmanmış ve neler olacağını izlemeye koyulmuş. On iki adam dağa gidip: “Açıl Semsi Dağı, açıl” diye bağırmışlar. O anda çıplak dağ, yarıya kadar açılmış ve on ikisi birden içine girer girmez de kapanmış. Kısa bir süre sonra dağ tekrar açılmış ve adamlar omuzlarında ağır çuvallarla geri çıkmışlar. Tekrar gün ışığına çıktıklarında da: “Kapan Semsi Dağı, kapan” demişler ve dağ kapanmış ancak görünürde de hiçbir giriş yokmuş. Sonra da on iki adam gözden kaybolmuş.

Adamlar gözden kaybolunca fakir adam ağaçtan inmiş. Dağın içinde neyin gizli olduğunu öğrenmeye can atıyormuş. Dağın önüne gitmiş ve: “Açıl Semsi Dağı, açıl” diye bağırmış. Dağ açılınca o da içeri girmiş. Bütün dağın içi, aslında altın ve gümüşlerle dolu bir mağaraymış. Arkalarda da yığın yığın inciler ve parıldayan mücevherler varmış. Adam ne yapacağını bilememiş. Bu hazinelerden kendisi için biraz alıp almaması gerektiğine karar verememiş. Sonunda ceplerine biraz altın doldurmuş ama incilere ve diğer değerli taşlara dokunmamış. Sonra dışarı çıkmış: “Kapan Semsi Dağı, kapan.” demiş ve dağ kapanmış.

Artık adamın hiç endişesi kalmamış. Altınlarıyla karısına, çocuklarına ekmek ve yiyecek götürebilecekmiş. Onurlu ve güzel bir şekilde yaşamış, fakirlere yardım etmiş ve herkese iyi davranmış. Parası tükendiğinde de kardeşine gitmiş, kırk kilo tartan bir tartı ödünç almış, gidip kendisine biraz daha altın getirmiş ama yine en değerli mücevherlere dokunmamış. Ne zaman kendisine gidip biraz altın getirmek istese hep kardeşinin tartısını istemiş. Zengin kardeş uzunca bir süredir kardeşinin varlıklı hâlini kıskanıyor, bu zenginliğin nereden geldiğini ve kardeşinin tartıyı neden istediğini merak ediyormuş. En sonunda hain bir plan yapmış ve tartının altına zift sürmüş, tartıyı geri aldığında da altına yapışmış bir altın para bulmuş.

Hemen kardeşine gidip: “Sen bu tartıyla ne ölçüyorsun?” diye sormuş. Kardeşi de: “Mısır ve arpa.” diye cevaplamış. Bunun üzerine ona altın parayı göstermiş ve eğer doğruyu söylemezse onu mahkemede suçlayacağını söylemiş. Zavallı adam, abisine her şeyi olduğu gibi anlatmış. Zengin kardeş hemen arabasının hazırlanmasını emretmiş ve bu fırsatı kardeşinden daha iyi değerlendirmek, yanında çeşit çeşit hazineler getirmek üzere dağa gitmiş.

Dağa vardığında: “Açıl Semsi Dağı, açıl.” diye bağırmış. Dağ açılmış, içeri girmiş. Her tarafı hazinelerle doluymuş ve uzunca bir süre ilk önce hangisini alacağını bilememiş. En sonunda taşıyabileceği kadar değerli taş yüklenmiş ve dışarı çıkartmak istemiş. Yine de aklı, alamadığı diğer hazinelerle öylesine doluymuş ki dağın adını unutarak: “Açıl Simeli Dağı, açıl.” diye seslenmiş. Ancak bu isim yanlış olduğu için dağda hiç kıpırtı olmamış ve kapalı kalmış. Adam çok endişelenmiş ve düşündükçe aklı daha da karışmış, hazineler de artık işine yaramıyormuş.

Akşam olduğunda dağ açılmış ve on iki hırsız içeri girmiş. Adamı görünce kahkahalarla gülmeye başlamışlar ve: “Seni fare! En sonunda yakaladık seni! Senin daha önce buraya iki kez geldiğini anlamadık mı sanıyorsun? Artık buradan hiç çıkamayacaksın!” demişler. Adam: “O ben değildim, kardeşimdi.” diye haykırdıysa da işe yaramamış, hırsızların gazabından kurtulamamış.

Camdan Tabut

Sanmayın ki fakir bir terzi büyük şeyler yapamaz ve büyük ün kazanamaz. Tek yapması gereken doğru zamanda, doğru yerde bulunmak. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

Ahlaklı ve becerikli bir terzinin çırağı; bir gün, bir yolculuğa çıkmış ve büyük bir ormana gelmiş. Yolu bilmediği için de kaybolmuş. Derken karanlık çökmüş. Bu korkunç ıssızlıkta kendisine yatacak bir yer aramaktan başka da yapabileceği hiçbir şey kalmamış. Yumuşak yosunlardan kendisine iyi bir yatak yapabilirmiş ancak domuzların kendisini rahat uyutmayacağından korkarak geceyi bir ağacın tepesinde geçirmeye karar vermiş. Yüksek bir meşe ağacı bulmuş ve tepesine tırmanmış.

Karanlıkta korkmadan ve titremeden birkaç saat geçirdikten sonra yakınlarda bir yerde, bir ışığın parıldadığını görmüş ve oralarda birilerinin yaşıyor olabileceğini düşünmüş. Orada, ağacın tepesinde olduğundan daha rahat edebileceğini düşünerek dikkatlice aşağı inmiş ve ışığa doğru gitmiş. Karşısına sazlıklardan yapılmış, küçük bir kulübe çıkmış. Kapıyı çalmış. Kapıyı ufak tefek, ak sakallı; türlü renkli kumaş parçalarının bir arada dikilmesiyle oluşan bir ceket giymiş adamın biri açmış.

Adam, homurdanarak: “Kimsin ve ne istiyorsun?” diye sormuş. Diğeri: “Ben fakir bir terziyim. Ormanda yolumu ararken karanlık çöktü ve dışarıda korkuyorum. Sabah olana kadar burada kalabilir miyim acaba?” demiş. Yaşlı adam, gayet kararlı bir sesle: “Git buradan. Serserileri evime almam. Git, sığınacak başka bir yer ara.” demiş. Yaşlı adam tam kapıyı kapatacakmış ki terzi onun ceketinin yakasına yapışmış ve öyle dokunaklı bir şekilde izin istemiş ki aslında kötü yürekli olmayan yaşlı adam yumuşayıp onu içeri almış, ona yiyecek bir şeyler vermiş. Sonra da ona bir köşede, rahat bir yatak göstermiş.

Yorgun terzi sabaha kadar deliksiz, rahat bir uyku çekmiş. Sabah olunca da hemen uyanmak istememiş ancak korkunç bir gürültüyle yerinden fırlamış. Bu korkunç kükreme ve çığlıklar kulübenin içinden bile duyuluyormuş. Cesur terzi hemen yataktan çıkıp aceleyle kıyafetlerini giymiş ve dışarı fırlamış. Hemen kulübenin yanında, vahşice dövüşmeye hazırlanan büyük, siyah bir boğa ve güzel bir geyik görmüş. İki hayvan birbirlerine öyle bir hışımla saldırmışlar ki yerler sarsılmış ve her yer haykırışlarıyla inlemiş. Uzunca bir süre kimin bu dövüşte galip geleceği belli olmamış. En sonunda geyik, boynuzlarını rakibinin vücuduna geçirmiş. Boğa korkunç ve acı bir kükremeyle yere yığılmış, geyikten aldığı birkaç darbeyle tamamen yıkılmış.

Bu dövüşü şaşkınlıkla izlemekte olan terzi, hareketsiz duruyormuş ki geyik son sürat kendisine doğru koşmaya başlamış. O da kaçmayıp geyiği kocaman boynuzlarından yakalamış. İki eliyle hayvanın boynuzlarına tutunmuş ve kendisini bırakmış. Sanki her an uçacakmış gibi hissetmiş. En sonunda geyik taştan bir duvarın önünde durmuş ve sakince terziyi indirmiş. Yarı ölü gibi sersemlemiş olan terzinin kendine gelmesi için uzun bir süre gerekliymiş. Biraz daha kendine geldiğinde yanında durmakta olan geyik, taş duvardaki kapıyı boynuzlarıyla öyle bir itmiş ki kapı “pat” diye açılıvermiş.

Terzi orada, öylece, kararsız hâlde dururken kayaların içinden bir ses: “Korkma, gir, burada kötülük yok.” demiş. Önce tereddüt etse de gizemli bir gücün etkisiyle sesi dinleyip, demir kapıdan girip; tavanı, duvarları ve yerleri parlak kesme taşlarla kaplı geniş bir koridora gelmiş. Her bir taşın üzerinde bilmediği bir alfabeden oyma harfler duruyormuş. Hayranlıkla etrafını incelemiş ve tam oradan çıkacağı anda aynı sesi tekrar duymuş. Ses: “Koridorun ortasında duran taşın üstüne çık. Seni büyük bir talih bekliyor.” diyormuş.

Cesareti zaten yerinde olduğundan kendisine söylenileni dinlemiş. Taş, ayaklarının altından yerin altına doğru inmeye başlamış ve derinliklere doğru alçalmış. Tekrar durduğunda terzi etrafına bakmış ve bir öncekine benzeyen başka bir koridorda olduğunu görmüş. Ancak burası daha da göz kamaştırıcıymış. Duvarlardaki oyuklarda, içlerinde mavimsi dumanların ya da renkli gazların dolu olduğu cam şişeler duruyormuş. Yerde karşılıklı olarak duran, iki büyük camdan sandık varmış. Merakla sandıklardan birinin yanına gittiğinde içinde çiftlikler, evler ve bir sürü güzelliklerle çevrelenmiş harika bir şato maketi görmüş. Her şey minicikmiş ama usta bir el tarafından özenle ve dikkatlice yapıldığı belli oluyormuş.

Bu nadir parçadan uzunca bir süre gözlerini alamamış ancak aynı ses tekrar duyulmuş ve terziye diğer tarafta duran camdan sandığın içine bakmasını söylemiş. Diğer sandığın içine bakıp da orada dünyanın en güzel kızının uzanmakta olduğunu görünce hayranlığı bin kat artmış. Kız, oldukça değerli bir eşya gibi uzun ve sarı saçlarına sarmalanmış bir şekilde, uyuyor gibi görünüyormuş. Gözleri sımsıkı kapalıymış ancak teninin parlaklığından ve her soluk alıp verişinde kıpırdayan kurdelesinden, canlı olduğu anlaşılıyormuş.

Terzi bu güzelliği izlerken kız aniden gözlerini açmış ve karşısında onu görünce sevinçle karışık bir telaşla yerinden sıçrayarak: “Aman Allah’ım! Sonunda kurtuldum. Acele et, hemen beni buradan çıkart. Eğer bu cam tabutun sürgüsünü itersen özgür kalabilirim.” demiş. Terzi hemen kızın dediklerini yapmış. Kız, cam kapağı kaldırıp dışarı çıkmış ve hemen koridorun köşesine gidip kendisini büyükçe bir pelerinle sarmış. Sonra da bir taşın üstüne oturup genç adamın yanına gelmesini söylemiş, adamın dudağına hafif bir öpücük kondurmuş ve: “Benim yıllardır beklediğim kurtarıcım! Çok şükür ki geldin ve acılarıma bir son verdin. Benim acılarımın bittiği yerde, senin mutluluğun başlayacak. Sen Allah’ın bana gönderdiği eşsin. Bundan sonra benim tarafımdan sevilecek, dünyanın bütün nimetleriyle donatılacak ve sonsuz bir mutluluk yaşayacaksın. Şimdi arkana yaslan ve benim hikâyemi dinle.” diyerek anlatmaya devam etmiş.

“Ben zengin bir kontun kızıyım. Ailem ben daha çok küçükken öldü ve ölmeden önce beni, abime emanet ettiler. Abimle birbirimizi çok seviyor ve birbirimize her bakımdan çok benziyorduk, bu yüzden kimseyle evlenmeden hayatlarımızın sonuna kadar beraber yaşamaya karar verdik. Evimiz hiç boş kalmazdı. Öylesine misafirperverdik ki dostlarımız ve komşularımız sık sık ziyaretimize gelirdi. Bir akşam şatomuza bir yabancı geldi ve gideceği yere henüz varamadığını söyleyerek gece bizim yanımızda konaklamak için izin istedi. Onu memnuniyetle buyur ettik. O da akşam yemeği boyunca anlattığı çeşit çeşit hikâyelerle bizi çok eğlendirdi. Abim bu yabancıyı öyle çok sevdi ki birkaç gün daha bizimle kalması için ısrar etti. O da biraz tereddüt ettikten sonra razı geldi. Geç saatlere kadar masadan kalkmadık. Misafirimize bir oda verdik. Ben de çok yorgun olduğumdan bir an önce yumuşak yatağıma uzanmak için sabırsızlanıyordum.

 

Hoş bir müzik sesi beni uyandırıncaya kadar azıcık uyumuş olmalıyım. Müziğin nereden geldiğini anlayamadığım için yan odada uyuyan hizmetçime seslenmek istedim ancak ne var ki o an bilinmeyen bir güç tarafından sesimin benden alındığını fark ettim. Göğsüme tonlarca ağırlık oturmuş gibi hissettim, en küçük bir ses bile çıkartamıyordum. O sırada gece lambamın ışığıyla aydınlanan odamın sıkıca sürgülü kapılarından, yabancının odama girdiğini gördüm. Yanıma geldi ve bana, beni uyandırmak için kendisine bahşedilmiş olan özel güçlerini kullanarak o güzel müziği çaldığını; bütün bunları bana olan sevgisini göstermek için yaptığını anlattı. Onun bu sihirli güçlerinden öylesine rahatsız oldum ki ona hiçbir karşılık veremedim. Bir süre benden olumlu bir cevap duyabilme düşüncesiyle sessizce durdu ancak ben sessiz kalmaya devam edince bunun intikamını alacağını ve beni cezalandıracağını söyleyerek odadan çıktı. Geceyi endişe içinde geçirip ancak sabaha doğru uyuyabildim. Uyandıktan sonra hemen abimin yanına koştum ancak onu odasında bulamadım. Hizmetçiler bana onun daha gün ağarmadan yabancıyla birlikte çıkıp gittiğini söylediler. Hemen aklıma kötü şeyler geldi. Hızlıca giyinip atımın eyerlenmesini emrettim. Hizmetçilerimden birini de yanıma alarak dörtnala ormana doğru gittim. Hizmetçim yolda atıyla beraber düştü ve atının ayağı kırıldığı için beni takip edemedi. Hiç durmadan yoluma devam ettim. Birkaç dakika sonra yabancının, boynunda tasma olan güzel bir geyikle birlikte bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Ona abimi nerede bıraktığını ve kocaman gözlerinden yaşlar akan bu geyikle ne yapmaya çalıştığını sordum. Bana cevap vereceğine kahkahalarla gülmeye başladı. Sinirden deliye dönerek tabancamı çıkartıp o korkunç canavara doğru ateşledim. Ancak kurşun onun göğsünden sekip atımın kafasına isabet etti. Yere düştüm ve yabancı beni bilinçsiz bırakan bazı sözcükler mırıldandı.

Tekrar gözlerimi açtığımda kendimi bu yer altı mağarasındaki cam tabutun içinde buldum. Sihirbaz tekrar geldi; abimi bir geyiğe çevirdiğini, yaşadığım şatoyu ve tüm içindekileri küçültüp diğer cam sandığın içine sığdırdığını, bütün halkımı ve arkadaşlarımı da dumana dönüştürüp cam şişelere hapsettiğini söyledi. Sonra da eğer onun isteğini yerine getirirsem her şeyi tekrar eski hâline getirmesinin hiç de zor olmadığını, tek yapması gerekenin şişeleri açmak olduğunu söyledi. İlk seferinde olduğu gibi fazla bir şey söylemedim. O da ortadan kayboldu ve beni burada derin bir uykuya hapsetti. Rüyalarımdan birinde, genç bir adamın gelip beni kurtaracağını görmüştüm ve bugün gözlerimi açtığımda karşımda seni gördüm. Rüyalarım gerçek oldu. O rüyada gördüğüm diğer şeyleri de gerçekleştirmeme yardım et. İlk olarak içine şatomun hapsedildiği diğer cam sandığı, şu büyük taşın üstüne koymalıyız.” demiş.

Bunu yaptıkları anda taş, üzerinde genç kız ve genç adamla birlikte tavandaki boşluktan yükselerek sonunda yeryüzüne çıkmış. Burada genç kız kapağı açmış; sandığın içindeki şato, evler ve çiftlikler inanılmaz bir hızla büyüyüp eski boyutlarına geri dönmüşler. Ardından genç kız ile terzi, yer altındaki mağaraya geri dönmüşler ve içi dumanla dolu cam şişeleri yüklenip yukarı çıkartmışlar. Kız, şişeleri açar açmaz içinden mavi bir duman çıkıp kendi halkına ve arkadaşlarına dönüşmüş. Boğa kılığındaki büyücüyü dövüşerek öldüren abisinin, insan hâline dönüp ormandan kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce sevinci kat kat artmış. Aynı gün, genç kız söz verdiği gibi şanslı terziyle evlenmiş.

Rapunzel

Bir zamanlar, tek dilekleri bir çocuk sahibi olmak olan bir karı koca varmış. Sonunda muratlarına ermişler, heyecanla minik bebeklerinin doğacağı günü bekliyorlarmış. Evlerinin arka penceresi, içinde birbirinden güzel sebze ve meyveler olan güzel bir bahçeye bakıyormuş. Bu güzel bahçe oldukça yüksek bir duvarla çevriliymiş ve kimse bu duvarın ötesine geçmeye cesaret edemezmiş çünkü duvarın ardında herkesin çok korktuğu, kötü kalpli bir cadı yaşarmış. Bir gün kadın, pencerede durup o bahçeye bakarken içi güzel evliya otlarıyla dolu bir saksı görmüş. Otlar öylesine taze ve yeşil görünüyormuş ki çok canı çekmiş ve birkaç gün boyunca şiddetli bir şekilde bu otlardan yemek isteğiyle dolup taşmış. Bu evliya otlarından birazcık bile yemesinin imkânsız olduğunu düşündükçe hasta düşmüş, sararıp solmuş.

Kocası, onun bu hâlinden endişelenerek: “Sevgili karıcığım, neyin var?” diye sormuş. Kadın: “Ah kocacığım, evimizin arkasındaki bahçede yetişen o güzel evliya otlarından yiyemezsem öleceğim.” demiş. Karısını çok seven adam: “Karımı kaybedeceğime gidip şu evliya otlarından biraz alabilirim. Bundan ne çıkar ki?” diye düşünmüş.

Alaca karanlık çöktüğünde adam gizlice duvara tırmanıp cadının bahçesine girmiş, bir tutam evliya otu kopartıp karısına götürmüş. Kadın hemen ottan bir salata yapmış ve iştahla yemiş. Ama ot öyle lezzetliymiş ki ertesi gün canı daha da fazla çekmiş. Kadının rahatlaması için adamın tekrar o duvarın diğer tarafına geçmesi gerekiyormuş. Gece yarısı adam tekrar bahçeye gitmiş, tam otları alıp duvara geri tırmanacakmış ki birdenbire önünde dikilen cadıyı görüp korkudan bembeyaz olmuş. Cadı, ona: “Ne cesaretle bir hırsız gibi gizlice benim bahçeme girip otlarımı çalarsın? Bu yaptığını çok kötü ödeyeceksin!” diye bağırmış.

Adam: “Lütfen biraz merhametli olun. Zorunda kalmasam yapmazdım. Karım pencereden bakarken sizin bahçenizdeki evliya otlarını görmüş ve öyle çok canı çekmiş ki! Birazcık yiyemeseydi ölecekti.” diye açıklamış.

Bunun üzerine cadı: “Eğer gerçekten dediğin gibiyse istediğin kadar evliya otu alabilirsin ama tek bir şartla. Dünyaya gelecek olan çocuğunuzu bana vereceksiniz. Ona, bir anne gibi bakacağım.” demiş.

Adam, o anki korkusuyla cadının istediği her şeye söz vermiş ancak çocukları doğduğunda cadı gerçekten gelerek evliya otu anlamına gelen Rapunzel ismini verdiği bebeği alıp götürmüş.


Rapunzel, dünyanın en güzel çocuğuymuş. On iki yaşına geldiğinde cadı onu ne merdivenleri ne de kapısı olan, ormanın ortasında bulunan bir kuleye kapatmış. Kulenin üst kısmında sadece küçük bir pencere varmış ve cadı kuleye çıkmak istediğinde kulenin altında durur: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt!” diye seslenirmiş.

Rapunzel’in altın gibi ışıl ışıl parlayan, güzel, uzun saçları varmış. Cadının sesini duyduğunda pencerenin kilidini açar, saçlarının bağını çözer, cadı tutunarak tırmanabilsin diye yirmi metre aşağıya sarkıtırmış.

Böyle birkaç yıl geçtikten sonra, günün birinde ormanda atıyla gezmekte olan bir prens kuleyi bulmuş. Kuleye yaklaştıkça billur gibi bir sesin, güzel bir şarkı söylediğini işitmiş; ses öyle güzelmiş ki olduğu yerde durup dinlemiş. Bu ses, yalnızlığını güzel şarkılar söyleyerek gidermeye çalışan Rapunzel’in sesiymiş. Prens onun yanına gitmek istemiş ama kulede tek bir kapı bile bulamamış ve evine dönmüş. Ne var ki duyduğu şarkı kalbine öyle işlemiş ki tekrar işitebilmek için her gün ormana gidip dinlemeye başlamış.

Bir gün yine bir ağacın altında dururken birden bir cadının kuleye yaklaştığını görmüş ve onu izlemeye başlamış. Cadı yine: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt.” diye seslenmiş.

Prens, Rapunzel’in saçlarını aşağıya sarkıtışını ve cadının kuleye tırmanışını görmüş. Kendi kendine: “Eğer kuleye çıkış yolu buysa, ben de tırmanıp şansımı deneyeceğim.” diye düşünmüş. Ertesi gün hava kararmaya başladığında kuleye gitmiş ve: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt.” diye seslenmiş. Rapunzel saçlarını sarkıtmış ve prens tutunarak kuleye tırmanmış.

Rapunzel daha önce hiçbir erkekle karşılaşmadığından yukarı tırmananın bir erkek olduğunu görünce çok korkmuş ancak prens onunla nazikçe konuşmaya başlamış ve ona, söylediği şarkının kalbine nasıl işlediğini, bu şarkıyı söyleyen kişiyi kendi gözleriyle görene kadar huzur bulamayacağı için geldiğini anlatmış. Rapunzel’in korkusu geçmiş. Prens, Rapunzel’e kendisiyle evlenmesini teklif ettiğinde Rapunzel onun ne kadar genç ve yakışıklı olduğunu görerek: “Kesinlikle onu yaşlı annem Gothel’dan daha fazla severim.” diye düşünerek prensin elini tutmuş. “Seninle gelmeyi yürekten isterim ancak buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Buraya her gelişinde ipekten bir ip getir ki o iplerden merdiven yapayım. Merdiven tamamlandığında onu sarkıtıp kuleden inebilirim. Sen de beni atına bindirir, buradan götürürsün.” demiş.



Yaşlı cadı kuleye gündüzleri geldiği için, prensin akşamları gelmesini kararlaştırmışlar. Rapunzel, yanlışlıkla bir gün: “Gothel anne, prens hızla yanıma çıkabiliyorken sen neden bu kadar yavaş tırmanıyorsun?” deyinceye kadar cadının olan bitenden hiç haberi olmamış.

Cadı sinirlenerek: “Neler diyorsun sen? Seni hain çocuk! Ben seni herkesten saklıyordum, sen bana ihanet ettin!” diye bağırmış.

Cadı, gözünü öfke bürümüş bir şekilde Rapunzel’i tutup büyükçe bir makasla o güzel saçlarını -kıt kıt- kesmeye başlamış. Cadı o kadar taş kalpliymiş ki Rapunzel’i büyük bir mutsuzluk duyacağı ve ızdırap çekeceği bu ıssız yerde bir başına bırakarak onu terk etmiş.

Cadı, aynı günün akşamı kuleye geri dönmüş ve saçları bir makaraya kopçalamış. Bu sırada prens kuleye gelmiş ve aşağıdan: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağıya sarkıt.” diye bağırmış.

Saçlar aşağıya salındıktan sonra prens tırmanmaya başlamış fakat karşısında çok sevdiği Rapunzel yerine parlayan, nefret dolu gözlerle kendisine bakmakta olan cadıyı bulmuş.

Cadı: “Aha!” diye bağırmış. Alaycı bir şekilde: “Buraya sevgilin için geldin ancak kuş artık kafesinde durmuyor ve şarkı söylemiyor; kedi, o kuşu kaptığı gibi aynı şekilde senin de gözlerini oyacak! Rapunzel senin için artık yok, bundan sonra onu hiçbir zaman göremeyeceksin.” demiş.

Prens üzüntüyle kendinden geçerek acı içinde kuleden atlamış. Cadıdan kurtulmuş fakat üzerine düştüğü dikenler gözlerini kör etmiş. Öylece, kör bir şekilde ormanda dolanıp durmaya başlamış. Dutlar ve bitki kökleri dışında hiçbir şey yemiyor, sevgilisini kaybettiği için ağlamak ve ağıt yakmak dışında hiçbir şey yapmıyormuş.

Prens, ta ki bir gün Rapunzel’in biri kız diğeri erkek olan ikiz çocukları ile yaşadığı ıssız yere gelinceye kadar birkaç yıl böyle sefil hâlde yaşamış. Önce tanıdık bir ses duyduğunu sanmış, sonra sese doğru yaklaşmış. Sevgilisini tanıyan Rapunzel, onu görünce boynuna sarılıp ağlamaya başlamış. Rapunzel’in gözyaşları prensin gözlerine değer değmez gözleri tekrar açılmış ve eskisi kadar iyi görmeye başlamış.

Sonra Rapunzel’i ve çocuklarını sarayına götürmüş; orada sonsuza dek birlikte, mutlu olarak yaşamışlar.