Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt», page 8

Font:

Peygamberliğin onuncu senesinde Ebu Talib öldü. Ondan üç gün sonra Hz. Hatice de dünyadan göçüp, ceza ve mükâfat yeri olan ahirete gitti. İkisinin böyle birbiri ardınca ölmeleri Resul-ü Ekrem’e çok acı geldi. Bu yıla “Keder Yılı” dendi. Ebu Talib’in Resul-ü Ekrem ile övündüğü ve onun peygamberliğini kalben kabul ettiği, bazı şiirlerinden anlaşılır. Fakat kendisi kavminin başkanıydı, Resul-ü Ekrem ise onun elinde büyümüş olduğundan, dili ile ikrar edip de ona bağlanmaktan utanırdı.

Hatta, “Ben bilirim ki Muhammed (s.a.v.) yalan söylemez. Boş söz ondan çıkmaz. Eğer Kureyş kadınları beni ayıplamasaydı, ona bağlanırdım.” derdi. Ölümünden önce Resul-ü Ekrem, “Ey babam yerinde olan amcam! Hiç olmazsa bir kere dilinle kelimeişehadet getir ki ahirette sana şefaat edebileyim.” deyince, “Korkarım ki ‘Ebu Talib ölümden korktu da imana geldi.’ diye beni çekiştirirler. İşte bundan utanmasam şehadet getirirdim.” demiştir.

Bununla beraber Ebu Talib, öleceği zaman Kureyş’in ileri gelenlerini toplamış ve Resul-ü Ekrem’i onlara ısmarlamıştı. Şöyle ki: “Muhammed güvenilir bir kimsedir. Doğrudur, yalandan uzaktır. Benim size verebileceğim öğütleri o hep kendisinde toplamıştır. Getirdiği İslam ise kalbin kabul edeceği bir şeydir. Onu inkâr eden ancak dildir, Allah’a yemin ederim ki ben gözümle görür gibi biliyorum, Kureyş’in fakirleri, zayıfları, göçerleri ve diğer dünya halkları, hep onun çağrısını kabul ve sözünü tasdik etseler gerektir. Kureyş’in başları kuyruk olsa gerektir. Yani ona boyun eğmeyen büyükler ve Kureyş’in en şereflileri, hep hor ve hakir olsalar gerektir. Ey Kureyş topluluğu! Allah’a yemin ederim ki ben sağ olsam onu düşman şerrinden korur ve gözetirdim. Siz de ona yardım etmelisiniz.” diye vasiyet etmişti.

Yüce Allah’ın hidayet etmediği kimse Hak yolu bulamaz ve Allah’ın lütuf ve ihsanı olmadıkça kimse bir devlet ve mutluluğa eremez. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Ey Muhammed sen sevdiğine doğru yolu gösteremezsin. Fakat Allah (c.c.) dilediğine doğru yolu gösterir.” buyurulmuştur.

Bu sebepledir ki Resul-ü Ekrem, Ebu Talib’in Müslüman olmasını çok istemesine rağmen o da kendisini son derece sevdiği hâlde diliyle onun peygamberliğini kabul etmedi. Ölümünden sonra kavmi de kendisinin vasiyetini tutmadı.

Ondan sonra Ebu Leheb, onun yerine kavminin başkanı olmak, diğer Kureyş büyükleri de kendi aşiretlerinin başkanlığını elden çıkarmamak amacındaydı. Ebu Cehil ise Kureyş içinde hepsinden çok sözü geçer olma ve değer kazanma sevdasındaydı. Ebu Talib’le Hz. Hatice’nin ölmelerini fırsat bildiler. Resul-ü Ekrem’e eskisinden daha fazla eza ve cefa eder oldular.

Resul-ü Ekrem, onların eza ve cefalarından usanarak Mekke’den çıkıp Zeyd bin Harise ile birlikte Taif’e gitti. O zaman Taif’te yaşayan Sakif Kabilesi büyüklerini İslam dinine çağırdı. Onlar ise imana gelmek şöyle dursun, Resul-ü Ekrem’i horladılar, hatta içlerinden bazıları onu taşladılar. O kadar ki Zeyd bin Harise, Resul-ü Ekrem’i atılan taşlardan korumak için kendisini ona siper etmekle birkaç yerinden yaralandı. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) geri döndü. Mekke’ye bir konak uzaklığı olan Batni Nahle adındaki yere indi. Orada, insan ve cinlerin peygamberi olan Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) Er-Rahman Suresi’ni okurken, cinlerden bir kalabalık gelip dinlemişler, ona iman etmişlerdi.

Resul-ü Ekrem, bir süre Batni Nahle’de kaldıktan sonra Mekke’ye geldi. Mut’im bin Adi’ye konuk oldu. Hemen Kâbe’ye gitti. Hacer-i Esved’e el sürdü. İki rekât namaz kıldı. Sonra evine döndü.

Arap geleneği üzere Mut’im kendi evlat ve çevresiyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) etrafında dolaşıp, korunup gözetilmesinde büyük bir çaba gösterdi. O sırada Zem’a’nın kızı Şevde (r.a.), Resul-ü Ekrem’le evlendirildi.

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) kızı Aişe’nin de o sırada Resul-ü Ekrem’le (s.a.v.) nikâhı kıyıldı. Fakat pek küçük olduğundan, zifafı geri bırakıldı.

Resul-ü Ekrem (s.a.v.) her yıl hac mevsiminde ve Sûk-u Ukâz Panayırı’nın yapıldığı günlerde Mekke şehrinin dışına çıkıp, çevreden gelen kabilelerle görüşerek onları İslam’a çağırırdı. Aynı şekilde peygamberliğinin on birinci senesinin hac mevsiminde yine Mekke dışına çıktı, Akabe yakınında Medine halkından bir topluluğa rastladı. Bu topluluk Hazreç Kabilesi’ndendi. Hazreçlilerle Haşimiler arasında ise hısımlık vardı. Çünkü Abdül-Muttalib’in annesi Selma Hatun’dur. Onun aşireti olan Neccâroğulları, bu Hazreç Kabilesi’nin bir kolu idi.

Resul-ü Ekrem o topluluğa, “Siz kimlersiniz?” diye sordu. Onlar “Hazreç Kabilesi’ndeniz.” diye cevap verdiler. “Otursanız da sizinle biraz söyleşsek olmaz mı?” diye buyurdu. “Pekâlâ!” deyip oturdular.

Resul-ü Ekrem (s.a.v.), onlara biraz Kur’an okudu. Onları İslam’a çağırdı. Onlar ise “Galip bin Fihr evladından bir peygamber gelecek.” diye kendi ihtiyarlarından işitirlermiş. Medine’deki Yahudiler de “Peygamberin geleceği zaman yaklaştı.” derlermiş. Bu sefer Resul-ü Ekrem, onları dine çağırınca birbirlerine bakıştılar. “Yahudilerin dediği peygamber işte budur.” diye aralarında konuştular. Öteden beri Yahudilerle aralarında düşmanlık olduğundan ötürü, hemen iman ederek Hz. Peygamber (s.a.v.) önünde kelimeişehadet getirdiler.

Onlar Ebu İmame Es’ad İbni Zürare, Râfi İbni Malik, Avf İbni Haris, Kutbe İbni Amir, Ukbe İbni Amir ve Haris İbni Abdullah İbni Riyab idi.

İşte ensardan, ilk önce İslam ile müşerref olan bu altı zattır, radiyallahü anhüm. Bunlar hac mevsiminden sonra Medine’ye geldiler ve İslam dinini yaymak için gayret edip çalıştılar. Bu şekilde İslam dini Hazreciler arasında gereği gibi yayılmakla beraber Evs Kabilesi’ne de sirayet etti.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin on ikinci senesi hac mevsiminde Es’ad İbni Zürare ile arkadaşları olan Râfi, Avf, Katabe ve Ukbe ile Hazrecilerden Muaz İbni Haris, Zekvân İbni Abdil Kays, Ubadetübnü Sâmit, Ebu Abdullah Yezid İbni Salebe, Abbas İbni Ubade İbni Fadla, Evs Kabilesi’nden de Ebü’l-Heysem İbni Teyyihan ve Uveym İbni Sâide, Mekke’ye gittiler. Yine Akabe’de Fahr-i Kâinat ile görüşüp biat ettiler, radiyallahü anhüm.

Bundan sonra Allah’a ortak koşmamaya, zina yapmamaya, hırsızlık etmemeye, iftiradan kaçınacaklarına ve kız çocuklarını artık öldürmeyeceklerine dair söz verdiler.

İslamiyetten önce Araplar ancak erkek çocukla övünürler, kız çocuğu olanlar ise bundan utanırlardı. Bu yüzden pek çoğu, yeni doğan kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Bir de Arapların geçim yolları dar olup, evlerini geçindirmekte zahmet ve sıkıntı çekmekte olduklarından, bazıları yoksulluk bahanesiyle kız çocukları ve bazen erkek çocuklarını bile öyle diri iken gömerek öldürürlerdi. Bundan dolayı Medinelilerle yapılan sözleşmede, “Çocuğunu öldürmemek” maddesi, ayrı bir şart olarak ileri sürüldü ve bu madde, insanlık için büyük bir iyilik oldu.

Bu şekilde biat edenler daha önce söylendiği gibi on iki kişi olup, ikisi Evs Kabilesi’nden, geri kalanı Hazreç Kabilesi’ndendi. Hepsinin başı Es’ad bin Zürare idi. Hepsi o şekilde sözleştikten sonra, dönüp Medine’ye geldiler ve hemen İslam’ı yaymakla uğraşmaya başladılar.

Miraç Olayı

O sıralarda Hz. Muhammed’in Miraç Olayı meydana geldi. Cebrail (a.s.) bir gece geldi ve Resul-ü Ekrem’i (s.a.v.) aldı, Kâbe’den Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürdü. Oradan yukarı çıkardı. Bütün semaları seyrettirdi. Sonra Allah’ın Sevgili Kulu bu görünen âlemin dışına çıkarıldı. Kendisine nice acayip ve garip şeyler gösterildi. Yüce Allah’ın (c.c.) sözünü işitti ve pak cemalini gördü. Yine o gece mutlu bir şekilde evine döndü.

İşte beş vakit namaz, bu Miraç gecesi farz kılındı. Gerçi ondan önce de namaz kılınırdı. Fakat beş vakit sırayla namaz kılmak, o gece emredildi.

Ertesi gün Hz. Muhammed (s.a.v.) Miraç Olayı’nı ümmetine söyledi. İlk önce Hz. Ebu Bekir ve sonra diğer ashap tasdik ve tebrik etti. Müşrikler inkâr edip Mescid-i Aksa’nın nişanlarını sordular, Resul-ü Ekrem (s.a.v.) aynısını haber verdi. Onlar yine inkârlarında ısrar edip durdular.

Bu sırada İslam, Arabistan’ın her tarafına yayılmakta, özellikle Medine’de pek hızla tutunmaktaydı. Öyle ki Evs ve Hazreç kabileleri, ashaptan birinin Medine’ye gönderilmesini rica etmiş olduklarından, Resul-ü Ekrem (s.a.v.) de onlara Kur’an-ı Kerim’i ve İslamiyet’i öğretmek üzere Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye göndermişti.

Mus’ab, Medine’ye vardığında oradaki Müslümanların sayısı kırka yükselmişti. Başkanları Es’ad ve hocaları Mus’ab ile birlikte hepsi cuma günleri Medine dışına çıkıp bir yerde cemaatle namaz kılmaya başladılar.

Fakat Es’ad’ın teyze oğlu ve Evs Kabilesi’nin başkanı olan Sa’d bin Muaz ile yine başkanlardan Üseyyid bin Hudayr daha iman etmemiş olduğundan İslam dini tam olarak yayılamıyordu. Bir gün Mus’ab ile Es’ad, Zuferoğullarının evlerinden birinde sohbet ederlerken, Üseyyid bin Hudayr süngüsü elinde olduğu hâlde onların üzerine geldi. “Maksadınız nedir? Bazı zayıflarımızı aldatıp azdırıyorsunuz!” diye hiddet ve şiddetini dile getirdi. Mus’ab, ona nazik bir şekilde, “Hele biraz dur, otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla.” deyince Üseyyid de oturdu. Mus’ab, ona İslam dinini tarif etti ve biraz Kur’an okudu. Kur’an’ın belagati kendisine tesir ettiğinden Üseyyid, “Ne güzel şey!” dedi ve “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu.

Mus’ab, ona İslam dinini bir güzel anlattı. O da Müslüman oldu. “Ben varayım, size birini göndereyim. Eğer o da imana gelirse, artık bu şehirde iman etmedik kimse kalmaz.” diyerek gitti ve Sa’d bin Muaz’ı gönderdi. Sa’d ise oraya hiddetle çıkageldi. “Ya Es’ad! Eğer seninle aramızda hısımlık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere katlanamazdım.” diyerek onu azarladı ve tehdit etti.

Mus’ab, ona da “Hele biraz durunuz. Oturunuz, dinleyiniz, anlayınız da beğenirseniz kabul ediniz. Beğenmezseniz biz de size çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz.” diye nazik bir davette bulundu. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz oturdu ve Mus’ab’ın sözlerine kulak verdi. Mus’ab ona İslam’ın ne olduğunu anlattı ve biraz Kur’an okudu. Kur’an okunurken Sa’d’ın yüzünde iman belirtileri görüldü. Hemen, “Siz bu dine girerken ne yapıyorsunuz?” diye sordu Mus’ab ona İslam dininin esaslarını ve yapılması gerekenleri bildirdi. O da kalbinin bütün içtenliğiyle İslam’a girdi. Sa’d bin Muaz böylece iman ettikten sonra kalkıp döndü. Ve hemen kendi kavmi olan Abdül-Esheloğullarının yanına gitti. Onlara, “Ey cemaat! Beni nasıl biliyorsunuz?” dedi. Onlar da “Sen bizim ulumuz ve en faziletlimizsin.” dediler. “Öyleyse siz de Allah’a ve elçisine iman etmelisiniz. İman etmedikçe bundan sonra hiç birinizle görüşemem.” deyince, Abdül-Esheloğulları Aşireti içinde o gün iman etmedik kimse kalmadı.

Sonra, Sa’d bin Muaz ile Mus’ab, Es’ad bin Zürare’nin evinde oturup, halkın geri kalanını da İslam’a çağırmakla meşgul oldular. Kısa zamanda İslam dini Medine’de o kadar yayıldı ki Evs ve Hazreç kabileleri içinde Beni Ümeyye bin Zeyd’in evinden başka, İslam nuruyla aydınlanmadık ev kalmadı.

Evs ve Hazreç kabileleri, Ezd kabilelerinden ayrılmış bir gruptur. Asıl vatanları Sebâ diye bilinen Me’rib şehriydi. Zamanla bu şehrin su bentleri harap olunca Ezd kabileleri, şuraya buraya dağıldılar, işte onların bir grubu da gelip, o zaman Medine’de yerleşmiş olan Yahudilerle anlaşma ve sözleşme yaparak Medine dolaylarında kaldılar.

O zamanda Medine dolaylarında yerleşmiş olan Yahudiler, Kurayza ve Nadir adlarıyla iki kabileye ayrılmıştı. Ezdîlerin başı olan Harise ölünce, Evs ve Hazreç adlarında iki oğlu kaldı. Bir kısmı buna uymakla EzdîIer de iki kabileye bölündü. Sonra Yahudilerle EzdîIer arasına düşmanlık girdi ve pek çok çarpışmalar oldu.

EzdîIer her ne kadar iki kabileye ayrılmışlarsa da düşmana karşı birlikte hareket ettiklerinden ve Yahudilere göre kalabalık olduklarından çok defa Yahudilere üstün gelirlerdi. Sonradan Evs ve Hazreç kabileleri arasına düşmanlık girdi ve birbiriyle uğraşarak ikisi de yıprandı. Fakat bu sefer İslam birliği yönünden birleştiler ve barıştılar. Bu şekilde kuvvet buldular ve Yahudilere üstün geldiler.

Peygamberliğin on üçüncü senesinin hac mevsiminde Mus’ab, Mekke’ye döndü. Onunla beraber Müslümanlardan yetmiş üç erkek ve iki kadın da Mekke’ye gitti. Bunların kimisi Evs ve kimisi Hazreç Kabilesi’nden idi. Neccâroğullarından Ebu Eyyûbi Ensari diye bilinen Hz. Halid de onlardan birisiydi.

Mekke’ye vardıklarında hepsi yine Akabe’de Resul-ü Ekrem (s.a.v.) ile buluştular. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Medine’ye göç buyurması meselesini konuştular. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) onlara bazı ayet-i kerimeleri okuduktan sonra, nefislerini, çocuk ve eşlerini nasıl koruyup gözetirlerse, kendisini de öylece koruyacaklarını garanti etmek üzere onlardan kesin söz istedi.

Düşündüler taşındılar. “Ya Resulullah! Senin uğrunda ölürsek bize ne var?” dediler. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) “Cennet var.” deyince, “Öyleyse elini ver.” dediler. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) mübarek elini uzattı. Hemen biat ettiler, yani can verip cennet aldılar. Pek hayırlı bir alışveriş ettiler ve hemen dönüp Medine’ye gittiler.

Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) artık Medine’ye göç etmek üzere ashaba, izin verdi. Onlar da hemen göçe başladılar. Muharrem ve sefer aylarında vatanlarını terk ederek birbiri arkasından Medine’ye gittiler. Önce Habeşistan’a göçüp de sonradan Mekke’ye gelmiş ve kâfirlerin eza ve cefasından usanmış olan Ebu Seleme bin Abdül-Esed (r.a.) bu izni işittiği gibi, herkesten evvel kalkıp Medine’ye göç etti. Arkasından birçok Müslüman Medine’ye gitti.

Daha sonra Hz. Ömer, kardeşi Zeyd ve Abbas bin Reb’ia ile beraber yirmi kişi oldukları hâlde Medine’ye gittiler. Medine’nin avali denilen köylerinde kaldılar. Sonunda evvelce Habeşistan’a gidip gelenlerden, Hz. Peygamber’in damadı olan Osman bin Affan da gitti.

Mekke’de Resul-ü Ekrem ile birlikte ashaptan yalnız Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali kaldı. Resul-ü Ekrem de göç etme niyetindeydi. Ancak kendisi için Allah’tan izin çıkmasını bekliyordu. Hatta Hz. Ebu Bekir, Medine’ye gitmek istedikçe Resul-ü Ekrem (s.a.v.), “Sabret… Umulur ki yüce Allah sana bir yoldaş verir.” diye buyururdu.

Ashap, arka arkaya Medine’ye göçtükçe Evs ve Hazreç kabileleri yer gösterip onları barındırırlar, pek sayarlar ve onlara yardım ederlerdi. Din uğrunda, bu şekilde vatanlarını terk ederek göçen ashaba “muhacirun”, Medineli olup da onları bu şekilde ağırlayıp İslam dinine yardım eden ashaba da “ensar” denirdi. Gerek muhacirun ve gerek ensar, hepsinden Allah (c.c.) razı olsun ki İslam dinine gerçekten çok büyük hizmetleri olmuştur.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hicret Etmesi

Kureyş müşrikleri baktılar ki Evs ve Hazreç kabileleri iman etti. Böylece İslam Medine’de kuvvet bulup yerleşti. Onların Akabe’deki biatlerinden sonra, ashap da arkalarından gitti ve hemen bir iki ay içinde çoğu Medine’ye gidip onlarla birleşti.

Müşriklerin akılları başlarına geldi ki Resul-ü Ekrem de onların yanına giderse Medine’de büyük bir İslam kuvveti doğacak ve Kureyş’in Şam yolunda pek önemli bir geçit yeri olan Medine yolu Müslümanların elinde kalacak. Kureyş ileri gelenleri bunları düşündükçe telaşa düştüler ve hemen danışma için Dârü’n-Nedve’de toplandılar. Dârü’n-Nedve, Kusay bin Hakim’in evidir ki yukarıda anlattığımız gibi Kusay, şurada burada dağılmış olan Kureyş kabilelerini toplayıp kuvvet bularak Mekke başkanlığını kazanmış olduğundan onun evi, danışma yeri yapılmıştı. Ne zaman Kureyş’in önemli bir işi olsa orada toplanıp görüşme yaparlardı.

Bu sefer de orada toplanıp, “Muhammed için ne tedbir almak lazım gelir?” diye aralarında görüştüler. Her biri bir söz söyledi. Bazıları, “Onu hapsedelim.” dediler. Münasip görülmedi. Bazıları, “Bir tarafa sürgün edelim.” dediler. Bu da kabul görmedi.

Sonunda en büyük müşrik Ebu Cehil, “Onu öldürmekten başka çare yoktur. Her kabileden birer adam gidip, hepsi birden vurarak öldürmeli ki katil belli olmasın. O zaman Beni Haşim çaresiz kalıp diyete razı olacak. Bu şekilde iş biter ve kan davası da olmaz. Kabileler içinde konu kapanıp gider.” dedi. Diğerleri de onun görüşünü kabul edip uygun gördüler.

Bu kararın yerine getirilmesi için birtakım kötü kişiler ayrılıp seçildi. O gece Hz. Muhammed’in (s.a.v.) evinin önünde durup, onun uyumasını beklediler. Kâfirlerin ileri gelenlerinden Ebu Cehil, Hakem İbni As, Ebu Leheb, Ümeyye İbni Halef, Ubeyye İbni Halef ve benzeri başları da onlarla beraberdi. Cebrail (a.s.) gelip durumu Resul-ü Ekrem’e haber verdi. Medine’ye hicret etmek üzere izin verildiğini ve Hz. Ebu Bekir’i birlikte götürmeye memur olduğunu bildirdi.

Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hemen Hz. Ali’yi çağırdı ve kendisinde şunun bunun emanetleri olan eşyayı verdi. “Ey Ali! Ben, Medine’ye gidiyorum. Bu emanetleri sahiplerine ver. Ondan sonra sen de durma gel fakat şimdi benim yatağıma yat ki müşrikler beni yatıyor sansınlar.” diye buyurdu.

Hz. Ali, Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) döşeğine yattı ve Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) yeşil hırkasını kendi üzerine örttü.

Resul-ü Ekrem (s.a.v.) hemen bir avuç toprak aldı ve Yasin Suresi’nin evvelinden “Ve ceâlnâ min beyni eydihim şedden ve min halfihim şedden feağşaynâhüm fehüm lâ yübsirûn.” ayetini sonuna kadar okudu. O toprağı kapısının önünde bekleyen müşriklerin üzerine saçtı ve içlerinden çıkıp gitti. Kör gibi bakıp durdular ve onu göremediler. Bir süre sonra kendilerinden olan biri geldi, “Burada ne bekliyorsunuz?” dedi. “Muhammed’i bekliyoruz.” cevabını verdiklerinde, “Muhammed, sizin başınıza toprak saçıp, içinizden kaçıp gideli epey zaman olmuş. Hele bir kere kılığınıza bakınız.” diyerek onlarla alay etti. Birbirilerine bakıp üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Fakat evin içerisine bakıp Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) döşeğinde birinin yattığını görünce, “İşte Muhammed yatıyor.” deyip durdular. Sonra yataktan Hz. Ali kalktı. Onu görür görmez neye uğradıklarına şaşırdılar. “Muhammed nerede?” diye sordular, Hz. Ali, “Bilmem.” deyince, o kötü niyetli kişiler şaşırıp ne yapacaklarını bilemediler.

Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) böyle gözlerden kayboluvermesi Kureyş’in ileri gelenlerine pek güç geldi. Mekke’yi altüst edip Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bulamadıkları için canları pek sıkıldı. Hemen, “Muhammed’i her kim bulup getirirse yüz deve veririz.” diye her tarafa duyurdular.

İçlerinde ne kadar hırsız, kanlı, hayır ve şerrini bilmez delikanlı varsa, kimi kılıçlar ve kimi sopalarla Mekke dışına çıkıp etrafa koşuştu. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) ise o gece evinden çıkıp gizlendi ve her nerede kaldı ise kaldı. Ertesi gün öğleyin Hz. Ebu Bekir’in evine gitti, kapısı önünde durdu. Dinin gereği üzere, “İçeri girmeye ev sahibinin izni var mı?” diye seslendi. Hz. Ebu Bekir, “Buyurunuz ey Allah’ın elçisi.” deyince Resul-ü Ekrem (s.a.v.) içeri girdi ve Allah tarafından göçe izin verildiğini bildirdi.

Hz. Ebu Bekir, “Ben de birlikte miyim?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, “Evet.” cevabını verdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile birlikte göç edeceğine o kadar sevindi ki gözlerinden sevinç gözyaşları aktı. Hemen evinde bulunan develerden birini Resul-ü Ekrem’e (s.a.v.) sundu. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Pekâlâ, ama şimdi hediye kabul etmem, satın alırım.” dedi ve hemen parasını ödedi.

O deveyi Hz. Peygamber (s.a.v.) için, başka bir deveyi de Hz. Ebu Bekir için hazırladılar. Kılavuzlukta usta olan Abdullah bin Ureykit’i kılavuzluk etmek üzere ücretle tuttular. Develeri, belli bir vakitte Mekke’nin alt tarafında ve yaklaşık olarak bir saat uzaklıkta olan Sevr Dağı’na götürmek üzere Abdullah ile sözleşerek ona emanet ettiler.

O gün Hz. Muhammed (s.a.v.) akşama kadar Hz. Ebu Bekir’in evinde oturdu, geceleyin Ebu Bekir’le beraber çıktılar ve Sevr Dağı’na gittiler. Sevr Dağı’nda ıssız bir mağara vardı. Oraya girdiler. O anda Allah’ın (c.c.) emriyle bir örümcek gelip, o mağaranın ağzına ağını ördü. Bir çift yabani güvercin de gelip yuva yaptı ve yumurtladı.

Kureyş’in etrafa gönderdiği adamlar gelip Sevr Dağı’nın her tarafını dolaştılar. Bir kısmı da Ümeyye bin Halef ile beraber o mağaranın ağzına geldi. “Şu mağarayı da arayalım.” diye birbirleriyle söyleştiler. Ümeyye bin Halef, “Allah akıllar versin. Orada ne işimiz var? Orada Muhammed doğmadan bu örümcekler ağ germiş. Ayrıca güvercinler de yuva yapmış.” deyince hepsi dönüp gittiler.

Hâlbuki mağara ağzına geldiklerinde içeriden Resul-ü Ekrem (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir onları görüyorlardı. Fakat onlar bu iki kişiyi görmezlerdi. Öyle ki onlar mağara yakınına geldiklerinde Hz. Ebu Bekir, pek endişelenerek, “Ey Allah’ın resulü, beni öldürürlerse ne gam… Ben bir kişiyim, ama Allah göstermesin sana bir zarar gelirse bütün ümmetin mahvolmasına sebep olur.” deyince, Resul-ü Ekrem, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” diye teselli etti.

Onlar geri dönüp gittikten sonra Hz. Ebu Bekir, “Ey Allah’ın resulü, eğer içlerinden birisi şöylece önüne bakıverseydi bizi görürdü.” deyince, Resul-ü Ekrem, “Ya sen ne sanıyorsun? O iki arkadaş hakkında ki onların üçüncüsü Allah’tır.” diye buyurdu.

Hz. Ebu Bekir, mağaraya girdiğinde bir delik gördü. Oradan yılan ve çıyan gibi bir zararlı hayvan çıkıp da Resul-ü Ekrem’e zarar ve ziyan vermesin diye onu ayağıyla tıkayıp oturdu. Resul-ü Ekrem de ona dayanıp uykuya daldı. Hâlbuki o delikten bir yılan çıktı ve Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) ayağını soktu. Fahr-i Âlem (s.a.v.), uykudan uyanıp da rahatsız olmasın diye Hz. Ebu Bekir ayağını çekmedi. Fakat canı acıyıp gözlerinden yaş aktı ve gözyaşları Resul-ü Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzüne damlayınca, Efendimiz uykudan uyandı, “Ne var ya Ebu Bekir?” diye sordu. O da “Ey Allah’ın elçisi, ayağımı bir şey soktu. Ama zararı yok. Anam babam sana feda olsun.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) kalktı, yılanın soktuğu yere tükürdü. O anda acısı geçti ve Hz. Ebu Bekir şifa buldu.

Hz. Ebu Bekir’in azatlı kölesi Amir bin Füheyre, Sevr Dağı’nda bir sürü koyun güder ve geceleri sağıp mağaraya bir miktar süt götürürdü. Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdullah da geceleri gizlice o mağaraya gelip Kureyş’in hâl ve hareketlerine dair haberler getirirdi. Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşı olan Hz. Ebu Bekir, üç gece bu hâl üzere o mağarada kaldılar. Daha Sonra kılavuzları olan Abdullah bin Üreykit develeri getirdi. Bindiler, onu ve Amir’i de beraber aldılar ve sahil yoluyla giderek Kudeyd denilen yere ulaştılar. Orada yaşayan Ebu Ma’bed’in çadırı önünden geçerken satın almak üzere, “Hurma yahut başka yiyecek bir şey var mı?” diye sordular. Ebu Ma’bed, orada yoktu fakat karısı Âtike oradaydı. “Yiyecek bir şey yoktur.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem (s.a.v.) bir tarafta bir koyun gördü, “Bu nedir?” diye sordu. Âtike, “Bir zayıf koyundur ki yürümeye takati olmadığından sürü ile gidemeyip kalmış.” deyince Efendimiz (s.a.v.) “İzin verirsen sağalım.” diye buyurdu. Âtike, ne desin? “Sürü ile otlamaya gidemeyen bir zayıf hayvandan ne çıkar?” diye karşılık verdi ama misafirin isteğini reddetmek uygun kaçmayacağından, “Pekâlâ onda süt bulursan sağıver.” dedi.

Resul-ü Ekrem (s.a.v.) o koyunu tutup memesini sağdı ve “Bismillahirrahmanirrahim.” dedi. Koyunun sütü gelince bir büyük kap istedi ve koyunu sağdı. Kap doldu. Önce Âtike’ye ve sonra orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi ve en son kendisi içti. Tekrar sağdı, yine içtiler. Üçüncü defa sağıp onu Âtike’ye bıraktı. Oradan kalkıp mağara arkadaşı olan Ebu Bekir’le (r.a.) beraber yola koyuldular.

Aradan çok zaman geçmeden Ebu Ma’bed geldi. O kap içindeki sütü gördü, “Bu ne?” diye sordu. Karısı Âtike, “Allah’a yemin ederim ki buraya bir mübarek adam geldi. Koyunu böyle sağdı.” diyerek olup biteni olduğu gibi anlattı. Ebu Ma’bed, “Bunda bir iş var. O adamın şekil ve yüzü nasıldı?” diye sordu. Karısı da “Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve son derece nur yüzlü, güzel adamdı.” diyerek, peygamberin vasıflarını anlattı.

Kocası Ebu Ma’bed, “Allah’a yemin ederim ki bu senin dediğin kişi, Kureyş içinden çıkan peygamberdir. Eğer ben burada bulunsaydım ona uyardım.” dedi. Âtike’den rivayet edilir ki “O koyun Hz. Ömer’in hilafetinde ortaya çıkan kuraklık zamanına kadar yaşadı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu akşam sabah sağardık.” demiş.

Resul-ü Ekrem’i ele geçirenlere Kureyş’in yüz deve vadettiği, Kinâne Kabilesi’nden, o taraflarda, çadırda yaşayan Müdlicoğulları Aşireti içinde duyulmuş ve kıyı yolundan iki deve ile dört kişinin geçip gittiği de işitilmişti.

Bunun üzerine Müdlicoğullarından Sürâka yüz deve tamahına düşmüş, atına binip onların peşine takılmıştı. Onlar ise Kudayd denilen yerde henüz Âtike’nin çadırından çıkarken Sürâka, onlara yetişti. Hz. Ebu Bekir, “Eyvah ey Allah’ın elçisi! Tutulduk!” diyerek telaşa düştü. Hz. Muhammed (s.a.v.), “Endişe etme, Allah bizimle beraberdir.” diye teselli ederken Sürâka gelip çattı. Ama atının ayakları dizlerine kadar yere battı. Sürâka, “Ey Muhammed! Dua et kurtulayım. Boynuma borç olsun ki geriden gelen arayıcıları savıp uzaklaştırayım.” diye yalvardı.

Hâtemü’l-Enbiya dua etti. Yüce Allah da onun duasını kabul buyurdu ve Sürâka kurtuldu. Sürâka, bu şekilde uğramış olduğu beladan kurtulup onların yanına geldi. Üç gün kadar onların durumunu gizlemek üzere söz verdi. Kurnaz ve akıllı bir adam olan Sürâka, ileride İslam’ın kuvvetlenmesini düşünerek bir amanname istedi. Resul-ü Ekrem, Amir bin Füheyre’ye deri üzerine bir amanname yazdırıp Sürâka’ya verdi ve yoluna gitti.

Sürâka orada kaldı. Peygamberimizi aramak için gelenlere, “Ben buraları arayıp taradım, kimseler yok, başka tarafa bakalım.” diye onları geri çevirdi.

Daha sonra Ebu Cehil, Sürâka’nın onları bilerek geri çevirdiğini duyunca fena hâlde hiddetlendi. Hatta onu ayıplayan bir de şiir yazdı. Sürâka da ona, “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü görseydin sen de Muhammed’in peygamberliğine iman ederdin.” diye şiirle cevap verdi.

Daha sonraları Ebu Bekiri’s-Sıddık Radiyallahü Anh Hazretleri de bu olaya dair bir güzel kaside söylemiştir.

Mekke’nin Fethi senesinde Resul-ü Ekrem, Huneyn Gazası’ndan döndüğünde; Sürâka o amanname ile peygamberimizin huzuruna gelmiş ve İslam ile müşerref olarak peygamberimizin iltifatına nail olmuştur.

Resul-ü Ekrem ona, “Ya Sürâka, nasılsın? Kisra’nın bileziklerini takınacağın vakit gelmiştir.” demiş ve “Sanki gözümün önünde gibi görüyorum ki Sürâka, Kisra’nın bileziklerini takınıyor.” diye buyurmuş idi. O vakit bu sözlerin manası gereği gibi anlaşılmamıştı. Sonra Hazreti Ömer’in hilafetinde, Kisra’nın malları ganimet olarak alınarak Medine’ye getirilip de bileziklerini Sürâka’nın takındığı vakit, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mucizelerinden olduğu meydana çıkmıştır. Nitekim yeri gelince açıklanacaktır. Biz yine konumuza gelelim.

Resul-ü Ekrem beraberindekiler ile beraber Kudeyd adlı mahalden ayrılıp giderken, yolda bir çobana rast gelip süt istedi.

Çoban, “Sağılır koyunum yok. Şurada bir keçi var, onun da sütü kalmadı.” dedi.

Hazreti Peygamber, “Onu getir.” diye buyurdu. Çoban da o keçiyi getirdi.

Resul-ü Ekrem, mübarek elini onun memesinin üstüne koydu, hemen sütü geldi. Hazreti Ebu Bekir kalkanını tuttu, kalkan süt ile doldu.

Fahr-i Âlem, onu Hazreti Ebu Bekir, Amir, Abdullah ve çobana içirdi. Ondan sonra yine sağıp kendi içti.

Çoban, “Sen kimsin? Ben senin gibi adam görmedim, ne olursun bana kendini anlat.” diye yalvardı.

Resul-ü Ekrem, “Eğer kimseye duyurmaz isen söyleyeyim.” diye buyurdu. Çoban da kimseye söylemeyeceğine söz verdi.

Fahr-i Âlem, “Muhammed Resulullah, dedikleri benim.” dediğinde çoban, “Ha, şu Kureyş’in dininden dönen kişi dedikleri sen misin?” dedi. Resul-ü Ekrem de “Elbette onlar öyle söyler ya!” diye buyurdu.

Çoban, “Ben şehadet ederim ki sen Hak peygambersin ve senin yaptığını kimse yapamaz, meğerki peygamber ola. Ben seninle beraber giderim.” dedi.

Resul-ü Ekrem, “Şimdi olmaz, sonra benim ortaya çıktığımı haber aldığın vakit gel.” dedi ve yoluna devam etti.

Hz. Ebu Bekir, pek çok kere Şam’a gidip gelmiş olduğundan yol üzerinde onu tanıyanlar çoktu. “Bu önündeki kimdir?” diye soranlara, “Kılavuzdur. Bana yol gösterir.” diye cevap verirdi.

Fakat Zübeyr bin Avvam (r.a.), Şam kafilesiyle henüz Medine’den çıkıp Mekke’ye gelirken onlara rast geldi ve Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir’e ak ve yeni elbiseler giydirdi.

Zübeyr bin Avvam (r.a.) kafileyle Mekke’ye gelip işlerini bitirdikten sonra, o da Medine’ye göç etmiştir. Resul-ü Ekrem’in Mekke’den çıktığı daha önce Medine’de duyulunca Müslümanlar birkaç sabah Medine dışına çıkıp, sıcak basıncaya kadar Hz. Peygamber’in Medine’yi şereflendirmesini beklediler.

Yine bir pazartesi günü çıkıp çok sıcak bastırınca geri dönmüşlerdi. Bir iş için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi, uzaktan Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşının ak elbiselere bürünmüş şekilde gelmekte olduklarını gördü ve “İşte beklediğiniz geliyor.” diye Müslümanları müjdeledi.

Müslümanlar silahlanıp o tarafa koşuştular ve Fahr-i Âlem’i büyük bir saygıyla karşıladılar. Peygamberliğin on dördüncü senesi ve rebiülevvel ayının başları idi.

Pek sıcak bir gündü ve Resul-ü Ekrem yorgundu. Medine’ye bir saat kadar uzaklığı olan Kuba köyüne indi ve Neccâroğullarından birinin evine kondu. Birkaç gün Kuba’da kalmak üzere karar verdi ve orada bir mescit yaptı.

Ondan önce Müslümanlardan bazıları, kendileri için mescit yapmışlarsa da Müslüman cemaati için ilk önce yapılan mescit, bu Kuba mescididir.

Resul-ü Ekrem’in Kuba’ya geldiğinde ensarın hepsi gelip Medine topraklarına ayak basmasını tebrik ettikleri sırada, Medine’nin en usta ve ünlü şairi olan Hassan bin Sabit de (r.a.) Hz. Muhammed’in şeref vermesine dair güzel ve övücü bir kaside söyledi ve onu bir şükrane olarak Fahr-i Âlem’e sundu.

Hz. Ali, Resul-ü Ekrem’den sonra üç gün Mekke’de kalıp, kendisine bırakılmış olan emanetleri sahiplerine verdikten sonra Mekke’den ayrılmıştı. Resul-ü Ekrem henüz Kuba’dayken o da gelip Kuba’ya erişti.

Sonra Resul-ü Ekrem, bir cuma günü kendi devesine bindi ve yüz kadar Müslüman ile beraber Kuba’dan kalktı, Medine’ye doğru yollandı.

Yolculuk esnasında sol tarafına saparak Beni Salim yurdunda Ranuna denilen vadinin üst tarafına indi ve orada çok belagatli bir hutbe okuyup cuma namazı kıldı. Hâtemü’l-Enbiya’nın ilk kıldığı cuma namazı budur. İlk hutbesi de burada verdiği hutbedir. Kısaca şöyledir:

“Ey halk! Sağlığınızda ahiretiniz için hazırlık görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra yüce Allah ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Tercümanı yok, perdedarı yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim resulüm gelip de bildirmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın?’ O kimse de sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyleyse her kim kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, hiç olmazsa dua, niyaz ve salavat getirerek, yani kelime-i tayyibe ile kendisini kurtarsın. Çünkü onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Vesselamü alâ Resulullahi ve rahmetullahi ve berekâtühû…”