Read only on LitRes

The book cannot be downloaded as a file, but can be read in our app or online on the website.

Read the book: «Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt», page 14

Font:

Yahudiler o zaman neye uğradıklarını anladılar ve haksız olarak antlaşmayı bozduklarına çok pişman oldular. Reisleri olan Ka’b, bir cuma günü onları topladı ve danışma meclisini açtı. “Kitaplarımızda adı geçen ahir zaman peygamberinin bu zat olduğu anlaşıldı, isterseniz Müslüman olalım ve bu beladan kurtulalım.” dedi. Yahudiler Müslümanlığa hiç yanaşmadılar. Ka’b da “Öyleyse eş ve çocuklarımızı öldürelim. Geride düşüneceğimiz bir şey kalmasın. Ondan sonra kılıçlarımızı çekerek çıkıp Müslümanların üzerine saldıralım. Görelim Hak ne gösterir?..” dedi.

Yahudiler, “Eş ve çocuklarımız gittikten sonra bize yaşamak ne lazım?” diyerek bu görüşü de reddettiler. Ka’b, “Öyleyse başka bir çare arayalım. Bu gece cumartesi gecesi olduğundan Müslümanlar bizden emindir. O kadar ihtiyata uymazlar. Ansızın çıkıp üzerlerine saldıralım. Umulur ki kazanırız.” dedi. Yahudiler, “Biz cumartesi gününün hürmetini bozamayız.” diyerek bu tedbiri de kabul etmediler.

Beni Nadir Yahudileri gibi, develerinin taşıyabileceği kadar eşya yükletip gitmek şartıyla Resul-ü Ekrem ile haberleşmeye başladılar. Bu dileklerini Hazreti Peygamber geri çevirdi. Kuşatılmaları da yirmi günü geçmişti. Yahudilerin açlıktan takatleri kesildi ve hepsine yeteri kadar ümitsizlik ve usanç geldi.

İşte o hâlde Allah’ın Aslanı Hazreti Ali, Zübeyr İbni Avvam (r.a.) ile birlikte ilerleyip, “Ya ben amcam Hamza’nın içtiği şerbetten içerim ve bu tatlı candan geçerim ya da bu kalenin içine dalarım!” diyerek, Beni Kurayza kalesine hücum etmek üzere hazırlandı. Hâlbuki yürüyüşle kaleye girilse onca kadın ve çocuk ayaklar altında kalır ve uygunsuz işler meydana gelebilirdi. Yahudilerde ise asla karşı koyacak hâl kalmadığından kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kaldılar. Sayıları dokuz yüz kadardı.

İçlerinde harp etmeye gücü yetenler dört yüz kadar olduğundan, onların elleri arkalarına bağlandı.

Beni Kaynuka Yahudileri, Hazreç Kabilesi’nin amanında oldukları gibi, bu Beni Kurayza da Evs Kabilesi’nin himayesinde oldukları hâlde Müslümanların aleyhinde bulunmamak üzere Resul-ü Ekrem ile sözleşip yemin etmişlerdi.

Hâlbuki Müslümanların en sıkışık anlarında, verdikleri sözden döndüler. Bu sefer üzerlerine yüründüğünde, Resulullah’a sövüp saymak gibi pek çirkin sözler sarf ettiler. Bunun için Müslümanların çoğu onların idamını istiyordu fakat evvelce Beni Kaynuka da bu şekilde ele geçmişken, Hazreç Kabilesi ileri gelenlerinden Abdullah İbni Übeyy İbni Selûl’ün yalvarıp ısrar etmesiyle serbest bırakılmış olduklarına kıyas ederek, bu sefer Beni Kurayza’nın da serbest bırakılması Evs Kabilesi tarafından istendi.

Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Sa’d İbni Muaz’ı (r.a.) hakem seçti. Sa’d ise Hendek Harbi’nde yaralandığından yatıyordu. Hemen onu bir hayvana bindirdiler ve Hazreti Peygamber’in yanına getirdiler.

Evsliler, “Ey Sa’d, Resulullah seni Beni Kurayza hakkında hakem seçti. Eski hakları unutma. Onlara merhamet et.” diye yalvardılar. Sa’d İbni Muaz (r.a.) ise Beni Kurayza’nın sebepsiz olarak anlaşmayı bozduğundan ve gidip kendilerine nasihat ettiğinde kötü muamelede bulunulduğundan dolayı pek gücenmiş ve onlardan öç almak için fırsat gözetmekteydi.

Hemen, “Ben hükmederim ki Beni Kurayza’nın harbe yarayan erkeklerini öldürün, eş ve çocuklarını esir alın ve mallarını bölüşün.” dedi ve dediği gibi yapıldı. Bin beş yüz kılıç, üç yüz zırh, bin mızrak, beş yüz kalkan ve birçok deve ve başka hayvanlar ele geçirildi. Bütün ganimet mallarının hazine için beşte biri çıkarıldı. Geri kalanı İslam gazilerine bölüştürüldü. Beni Kurayza’nın arazisi, ensarın rızasıyla din uğrunda ev ve yurtlarından ayrılmış olan muhacirlere verildi. Resul-ü Ekrem, kendisi için esirler içinden, Reyhane adlı kızı seçerek onunla evlendi.

Sonra Sa’d İbni Muaz’ın (r.a.) yarası azdı, şehit olarak ölüp cennete gitti. Muhacirlerin en üstünü Hz. Ebu Bekir olduğu gibi, ensarın en üstünü de Sa’d idi. Tavır ve ahlakça Hz. Ömer’e benzerdi. Ölümü Müslümanlara çok üzüntü ve keder verdi. Resul-ü Ekrem, “Sa’d’ın ölümüyle arşıâlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır oldu.” dedi.

Bu sırada Müzeni Bilâl ile kabilesinden dört yüz kişi Medine’ye geldi ve İslam’la şereflendi.

Hicret’in Altıncı Yılı

Hicret’in bu altıncı senesinin muharrem ayında ensardan Muhammed İbni Mesleme (r.a.), otuz süvari ile Necid ülkesine gitti ve orada bir aşireti vurdu. Yüz elli deve ile bir hayli koyun ele geçirdi. Hanifeoğullarının ileri gelenlerinden Sümame İbni Esal’i esir etti.

Sümame, Medine’ye getirilince, Resul-ü Ekrem, onu karşılıksız olarak serbest bıraktı. Sonradan o da imana geldi. Ashabın büyüklerinden oldu.

Rebiülevvel ayında Ebu Zer (r.a.), Medine’ye üç saat uzaklığı olan bir otlakta oğlu ile birlikte, Resul-ü Ekrem’in develerini güderken, Uyeyne İbni Hısni’l-Fezarî’nin, kırk atlı ile gelip Ebu Zer’in oğlunu öldürmüş ve develeri alıp götürmüş olduğu haber verilince Resul-ü Ekrem, hemen Mikdad İbni Esved’in eline bir sancak verdi ve onu süvari ile ileri gönderdi. Kendisi de beş yüz kadar İslam askeri ile binip Necid ülkesinde bulunan Gatafân’a gitti.

Hayber yolunda Medine’ye iki günlük uzaklığı olan Zûkar denen yerde düşmanlara yetişildi. Birkaçı öldürüldü. Develeri geri alındı ve sonra Medine’ye dönüldü. O sırada Kureyş’in bir kervanının Şam’dan çıkıp Mekke’ye doğru gitmekte olduğu işitildi. Onun üzerine Resul-ü Ekrem, cemadiyel-ula ayında Zeyd İbni Harise’yi (r.a.) yetmiş kişilik İslam askeriyle Medine’den çıkardı. Zeyd de gidip Medine’ye dört mil uzaklıkta bulunan, Ays denen yerde Kureyş kervanına rastladı. Kervanı vurup, mevcut olan malları aldı. Bu mallar içinde Safvan İbni Ümeyye’nin epeyce gümüşü vardı.

Bundan başka, bir hayli esir de aldı. Resul-ü Ekrem’in kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası olan Ebu’l-As İbni Reb’i de bu esirler içindeydi. Medine’ye gelindiğinde Hz. Zeyneb’e sığındı. O da kendisini himaye edince Resul-ü Ekrem onu bedelsiz olarak serbest bıraktı. Ondan sonra Ebu’l-As da İslam olunca, Resul-ü Ekrem yine Zeyneb’i ona verdi.

Şaban ayı içinde Resul-ü Ekrem, Abdurrahman İbni Avf’ı (r.a.) bir miktar askerle Kelboğulları Kabilesi’ni dine çağırmak üzere Dûmetü’l-Cendel adındaki şehre gönderdi. O da gidip onları üç gün dine davet etti. Reislerinin oğlu Amr İbni Esbağ ki Hristiyan dininde idi. İslam ile şereflenince, kabile halkının çoğu imana geldi. İman etmeyenler de vergi vermek üzere orada kaldı. İbni Avf (r.a.), Esbağ’ın kızı Temadir’le evlendi ve onu alıp Medine’ye getirdi.

Yine şaban ayında, Beni Sa’d İbni Bekir Kabilesi’nin, Hayber Yahudileriyle Müslümanlar aleyhine birleşmek üzere toplanmakta olduğu işitilince Hz. Ali (r.a.), bir miktar askerle o tarafa gitti. Sa’doğullarına rastlayamayıp, ancak Gameç denen yerde onların hayvanlarına rastladı. Beş yüz deve ile iki bin koyun alıp Medine’ye getirdi. Resul-ü Ekrem de onların beşte birini hazine için ayırdı ve geri kalanını gazilere bölüştürdü.

Kısaca Hendek Muharebesi’nde kâfir kabilelerinin dağılarak savuşup gitmeleriyle Müslümanlar, artık meydan buldu ve her tarafa korkusuzca bölükler gönderilir oldu. İslam dini günden güne kuvvet ve şeref kazandı.

İslamiyet’in İnsanlara Tesiri

Cahiliye zamanında Araplar, haksız yere kan dökmek ve yoksulluk bahanesiyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi, insanlığa yakışmayan, fena huylardan sakınmazlardı. Hırsızlık ve zina gibi çirkin işlerden çekinmezlerdi.

İslam dininde bu gibi kötü huylar ve çirkin işler yasaklandı. İnsanlara üstün ve güzel huylar, faydalı işler yapmaları emredildi. Bu yolda öğütler verildi.

Akıl ve insafı olanlar, Hazreti Peygamber’in mucizelerini ve İslam dininin güzelliklerini görüp iman ettiler. Kabile ve aşiretlerin ileri gelenlerinden çoğu, dillerini çok iyi bilen, çok düzgün ve güzel konuşan, şair ruhlu kimseler olduklarından, Kur’an’ın edebî yönü bakımından son derece yüksek ve erişilmez niteliğine bakarak insan sözü olamayacağını anladılar fakat kavim ve kabilelerine hükmetmeye alışmış olduklarından, bulundukları mevkileri ellerinden çıkarmamak için halkı eski sapık inançlarda tutmakta direndiler.

Hele Kureyşlilerin başları olan kişiler, kendi içlerinde yetişip büyümüş olan şanlı peygambere halk kesimiyle beraber uymaktan utanıyorlardı. Hatta bazıları apaçık bir mucize olan Kur’an’ın yüksek ve asla erişilmez edebî yönüne diyecek bir söz bulamayarak, “Bu Kur’an Mekke ulularından Velid İbni Mugire ya da Taif şehrinin beyi olan Urve İbni Mesud Sakafi gibi büyük bir adama inmeliydi.” dediler.

Bak şu batıl düşüncelere ki kendi aralarında mal ve itibarca büyük bildiklerini, gerçekten büyük sanırlar ve peygamberlik makamının onlardan beğendiklerine verilmesini isterlerdi. Hâlbuki büyük sandıkları adamlardan Velid İbni Mugire gibi bazıları çok geçmeden Mekke’de öldü. Birçoğu da Bedir’de öldürüldü. Bu yüzden Mekke reisliği Ebu Süfyan’da kaldı.

Urve İbni Mesud Sakafi, gerçi daha sağdı ve Taif’te hüküm sürüyordu. Fakat kardeşinin oğlu olan Mugire İbni Şu’be Sakafi; Malikoğullarından, “Lât” adındaki put evinin hizmetçisi olan on üç kişiyi öldürmüştü. Bundan dolayı Malikoğulları ile Mugire’nin kabilesinin arasına büyük düşmanlık girmişti.

Urve, tedbirli ve hatırı sayılır bir adamdı. Bu on üç kişinin diyetlerini verdi ve iki tarafı birbiriyle barıştırdı. Mugire ise Hendek Muharebesi’nden sonra Medine’ye geldi ve İslam ile şereflendi. Mu-gire çok hazırcevap, cin fikirli ve amcası gibi şan ve şöhret sahibi bir adamdı. Bunun için onun imana gelmesi, Müslümanları sevindirdi, müşriklerin ise gücüne gitti.

Kureyş reislerinden ölenlerin yerlerine geçen İkrime İbni Ebu Cehil ve Safvan İbni Ümeyye gibi yeni reisler de babalarının yolunda direnmekte iseler de pek o kadar halkın fikirlerine karşı duramıyorlardı.

Fakat Resul-ü Ekrem ile harp ettiklerinden, onlara uyan halk tabakasının çoğu, Müslümanlar ile kaynaşamadı ve İslam dininin güzelliklerini tanıyamadı. Diğer kabile ve aşiretler de Kureyş ile Müslümanlar arasındaki muharebelerin sonunu bekliyorlardı.

Bununla beraber bir vesileyle İslam dininin güzelliklerini öğrenenler ve özellikle Resul-ü Ekrem’in kutlu yüzünü görenler de yavaş yavaş imana geliyorlardı çünkü Fahr-i Âlem’in (s.a.v.) yüzü herkesten daha güzel ve ahlakı tamdı. Bütün azası tam, birbirine uygun ve seçkin bir hâlde, bütün vasıfları ise ölçülü ve en güzel şekilde idi. Yüzünde nur ve güzellik, sözünde akıcılık ve hoşa gidicilik, dilinde en güzel ifade kolaylığı ve dil açıklığı, anlatışında son derece yüksek bir işleyiş vardı ki her tabakadan insan kendi anlayışı kadar söylenenden mutlaka hissesini alırdı.

Asla boş söz söylemezdi. Her sözü hikmet ve nasihat idi. Herkesin akıl, anlayış ve kavrayışına göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlüydü. Ev halkına, hizmetçilerine ve ashabına en güzel şekilde davrandığı gibi, diğer halka da yumuşaklık ve iyilikle muamele ederdi.

Yumuşak ve alçak gönüllüydü, bütün olgunlukları kendisinde toplamıştı. Bununla beraber ağırbaşlı ve heybetliydi. Kutlu meclisine girenler, faydalanırlar ve ferahlanırlardı. Onu bilmeyen biri, ansızın görse, kendisini saygıyla karışık bir korku alırdı.

Kısacası, bütün güzel huylar ve seçkin vasıfların hepsi tam manasıyla onda vardı. Benzeri yaratılmamış, kutlu ve mutlu bir insandı.

Bu duruma göre Kureyş ile bir barış yapılıp da iki tarafın halkı birbiriyle serbestçe görüşebilseler, bütün müşrikler, İslam dininin güzelliklerini ve Resul-ü Ekrem’in mucizelerini görüp öğrenebilirlerdi.

Böylece her tarafta İslam dinine umumi bir meyil olacağı ve kısa zamanda İslam dininin her tarafa yayılacağı açıktı.

Kısacası İslam dininin Arabistan’da kolaylıkla yayılması için bir barışa ihtiyaç vardı.

Hudeybiye Anlaşması

Resul-ü Ekrem, Hicret’in altıncı yılında, zilkade ayının başlarında bin beş yüz kadar ashabıyla Medine’den çıkıp Mekke’ye gitti. Muhterem hanımlarından Ümmü Seleme’yi (r.a.) de beraber götürdü. Niyetlerinin muharebe değil, sırf umre ve Kâbe’yi ziyaretten ibaret olduğuna delil olmak üzere, silahlarını yanlarına aldırmayıp, sadece ashabına yolcu silahı sayılan birer kılıç aldırdı. Medinelilerin ihrama girme yeri olan Zülhüleyfe adındaki yere varınca ihrama girdi ve yetmiş kadar kurbanlık deveye nişan vurdu.

Bakarsın Kureyşliler engellemek için muharebeye kalkışırlar diye Gıfar, Müzeyne ve Cüheyne gibi, Medine etrafında bulunan bedevi kabileleri de birlikte hac etmek üzere davet etti. Bu Arap kabileleri ise “Peygamber evvelce kendisini Medine’de kuşatan Kureyşliler içine gidiyor, kendisini tehlikeye atıyor. Artık geri gelme ihtimali yoktur.” diye birlikte gitmekten çekindiler. Akılları sıra ev işlerine bakacak kimseleri olmadığını bahane ederek özür dilediler.

Resul-ü Ekrem Kureyş’in durumunu öğrenmek için Mekke tarafına casus göndermişti. Usfan denen yere varılınca, o casus dönüp geldi. Kureyş taifesinin, Resul-ü Ekrem’in Medine’den çıktığını haber aldıklarını, bazı Arap kabileleriyle birlikte toplanarak harbe hazırlanmış olduklarını ve iki yüz atlı ile Halid İbni Velid’i ileriye göndermiş olmalarıyla onun da Gamîm denen yerde beklemekte olduğu haberini getirdi.

Bu haberler üzerine, Usfan’dan ileri hareket edildi. Fahr-i Âlem, “Sağ tarafı tutunuz.” emrini verdi. Bu sebepten ordu, yolun sağ tarafına meylederek sarp bir yokuşa vurdu. Halid İbni Velid onları uzaktan görünce hemen döndü, Kureyşlilerin yanına gidip durumu bildirdi.

İslam ordusu öyle bir tepeye ulaştı ki oradan aşıldığı takdirde Kureyşlilerin Mekke dışında, Hudeybiye denen yerde ordu kurdukları yere iniliyordu. Allah’ın hikmetiyle, orada Resul-ü Ekrem’in bindiği Kusva adındaki deve çöktü. Ashap deveyi hayladı. Kalkmadı, serkeş hayvan gibi inat edip durdu.

“Kusva durdu.” dediler. Resul-ü Ekrem, “Hayır durmadı ve böyle durma huyu yoktur fakat fili Mekke’ye girmekten alıkoyan, onu da durdurdu. Yani yüce Allah, fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoyduğu gibi, bize de bu hâl ile girmeye izin vermedi.” dedi. Çünkü doğru Kureyş üzerine varılsa mutlaka muharebe etmek lazım geliyordu. Hâlbuki Medine etrafındaki kabileler beraber gelmediğinden, Müslüman hacıların sayısının bin beş yüz kadar olduğundan, üstelik sırf hac niyetiyle geldiklerinden, harp hazırlıkları tam değildi.

Mekkeliler ise onlara göre fazlaydılar. Mekke yakınlarındaki kabileleri de toplamışlardı. Hatta yukarıda adı geçen Urve İbni Mesud Sakafi ve çöl Arapları içinde güzel harp etmekle bilinen Ehâbiş Kabilesi’nin Reisi Huleys de onlarla beraber idi.

İslam ordusu kalpleri bir, hedefleri bir olarak tam bir disiplin altında bulunuyordu. Kureyş ordusu ise İslam ordusuna göre başıbozuk bir topluluktu. Bu durumda Müslümanların Allah’ın yardımıyla zafer kazanacağı umuluyorsa da bu şekilde her iki taraftan birçok kişi ölecek, Mekke’ye harp ede ede girilerek, Kâbe’ye ister istemez bir çeşit saygısızlık yapılmış olacaktı. Bu ise Allah’ın rızasına aykırı idi. Bir de Mekke’de Müslüman olup canı gibi imanı da içinde gizli olan birçok zayıf Müslüman vardı. Bu kargaşada onlar da bilinmeyerek ayaklar altında kalırdı. Kaldı ki daha imana gelmemiş olan Kureyş büyüklerinden çoklarının kısa süre zarfında imana gelip de İslam’a büyük hizmetler etmelerini ve nice hayırlı evlat yetiştirmelerini Allah takdir etmiş olabilirdi. Nitekim devenin böyle âdet dışı olarak Allah tarafından çöküvermesi, bu gibi inceliklere işaretten başka bir şey değildi.

Ashap deveyi kaldırıp yürütmek istediğinde yerinden kımıldamadı ancak Resul-ü Ekrem kendisi yürütmek isteyince kalkıp yürüyüverdi. Fakat doğru yol ile gitmeyip bir tarafa saparak, Hudeybiye’nin sonunda suyu çekilmiş bir kuyu başına indi. Halk da gelip etrafına kondu. Ashap, orada susuzluktan şikâyet edince, Resul-ü Ekrem, ok torbasından bir ok çıkardı. Onu, o kuyunun içine bırakıverdi. Kuyudan o kadar su kaynadı ki bütün ordu askeri doyuncaya kadar içti, abdest aldı ve hayvanlarını suladı.

Resul-ü Ekrem muharebe niyetinde olmadığını bildirmek için Hiraş İbni Ümeyye Huzai’yi Kureyş’e gönderdi. Kureyşliler ise Hiraş’ı öldürmek için üzerine saldırdılar, bereket versin ki Ehâbiş Arapları, araya girip onu kurtardılar. O da hemen dönüp olup biteni Resul-ü Ekrem’e bildirdi.

Resul-ü Ekrem, muharebe niyetinde olmadığını Kureyş reislerine güzelce anlatmak üzere Hz. Ömer’i göndermek istedi fakat Hz. Ömer, “Kureyş reisleri, benim onlara ne derece kızdığımı biliyorlar. Korkarım ki bana bir suikast ederler. Mekke’de aşiretim de yok ki beni korusunlar. Ama Osman İbni Affan gitse daha uygundur çünkü onun Mekke’de aşiret ve akrabası çoktur. Can korkusu yoktur.” dedi.

Gerçekten Mekke Kureyşlilerinin reisi olan Ebu Süfyan’ın babası Harp İbni Ümeyye İbni Abdi Şems İbni Abdi Menaf idi. Hz. Osman’ın babası olan Affan’ın babası da Ebu’l-As İbni Ümeyye İbni Abdi Şems olduğundan, Mekke büyüklerinden olan Ümeyyeoğulları hep kendisinin amca çocukları idi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Ebu Süfyan ve diğer Kureyşliler ile görüşüp de peygamberin maksadının sırf Allah’ın Evi’ni tavaf ve ziyaret olduğunu onlara bildirmek ve Mekkeli Kureyşliler içinde gizli Müslüman olanlar ile görüşüp de onlara da teselli vermek üzere Hz. Osman’ı gönderdi. Kureyş reisleri onu sevinçle karşıladılar ve “Kâbe’yi tavaf et.” diye teklif ettiler. Hz. Osman ise “Resul-ü Ekrem tavaf etmedikçe ben de edemem.” deyince, Kureyş reisleri alınmışlar ve onu tevkif ederek göz hapsine almışlar idi. O sırada Huzaa Kabilesi reisi olan Büdeyl İbni Verka, kendi kavminden birtakım adamlar ile Müslümanların yanına geldi. Huzaa Kabilesi Tihâme kabilelerinden olup, Cahiliye zamanında bir husustan dolayı Haşimoğulları ile bir anlaşma yapmışlardı. İslam’ın çıkışından sonra da verdikleri sözü unutmadılar. Bu nedenle Resul-ü Ekrem tarafını tutmaktan geri durmadılar.

Bundan dolayı Huzaa Kabilesi, daha İslam ile şereflenmedikleri hâlde Resul-ü Ekrem ile Kureyş’in içyüzüne dair gizlice haberleşirlerdi. Büdeyl’in bu seferki gelişi de iyilik içindi. Hazreti Peygamber’in yanına girerek, “Kureyşlileri gördüm. Hudeybiye’nin sulak yerlerine konmuşlar ve hazırlıklı bulunmuşlar. Geri dönmek niyetinde değiller. Size engel olmaya kalksalar gerektir.” diye haber verdi.

Resul-ü Ekrem ona da “Biz, kimse ile savaşmak için gelmedik. Ancak Umre ve tavaf için geldik. Kureyşliler evvelki muharebeler ile zayıf düştü. Harp etmeye kuvvetleri kalmadı fakat isterlerse onlarla bir anlaşma yaparım. Sonra benim şeriatımın yayılmasında, isterlerse onlar da başkaları gibi İslam’a girip yardımcı olabilirler. Yok eğer bundan kaçınırlarsa, bu durumda ben onlarla yalnız kalıncaya kadar çarpışırım. Artık yüce Allah’ın takdiri ne ise o olur.” dedi. Büdeyl, “Öyleyse varayım, bunu Kureyş’e haber vereyim.” diyerek izin alıp Kureyş ordusuna gitti. Kureyş reisleri ile görüşüp, “Onun yanından geliyorum. Bir şey söylediğini işittim. İsterseniz size söyleyeyim.” deyince, İkrime İbni Ebu Cehil ve Hakem İbni As gibi bazı akılsızlar, “Senin vereceğin habere ihtiyacımız yok.” dediler.

Urve İbni Mesud Sakafi ise “Büdeyl’in sözünü dinleyiniz, elverirse tutunuz, elvermezse atınız.” diye nasihat etti. Bunun üzerine Haris İbni Hişam ile Safvan İbni Ümeyye, Büdeyl’e, “Söyle bakalım.” dediler. O da Resul-ü Ekrem’den işittiğini söyledi. Urve kalkıp Kureyş reislerine karşı, “Bana emniyetiniz var mı?” diye sorunca, “Evet, senden her bakımdan eminiz.” diye karşılık verdiler. O da “Bu adam, size barışçı ve insaflı bir yol göstermiş. Bırakınız beni, bir kere onun yanına gideyim.” dedi. Onlar da “Git bakalım.” diye karşılık verdiler?

Bunun üzerine Urve İbni Mesud, İslam ordusunun yanına geldi. Resul-ü Ekrem ile görüştü ve söze başladı: “Ey Muhammed! Kureyş’in bütün ileri gelenleri tam bir hazırlıkla çıktılar. Seni Mekke’ye koymamak üzere aralarında anlaştılar. Senin yanındaki asker ise kuru bir kalabalıktan ibarettir. Yarın hepsi kaçıp seni meydanda yalnız bırakıverirler.” dedi.

Urve’nin bu sözünden dolayı Hz. Ebu Bekir’in canı sıkıldı, kaşlarını çattı ve “Biz mi dağılıp Hazreti Peygamber’i yalnız bırakacağız?” diyerek Urve’yi azarladı. Sonra Urve, Arap âdeti üzere Resul-ü Ekrem’in sakalını tutup okşamak istedi. Bu ise saygıya aykırı düştüğü hâlde Resul-ü Ekrem, Urve’ye nezaketle muamele ediyordu fakat Mugire İbni Şu’be Sakafi ki Resul-ü Ekrem’in başucunda duruyordu ve hemen Urve’nin elini itti, “Çek elini!” diyerek amcasına sertçe karşılık verdi. Urve, “Bu kim?” diye bakınınca gördü ki kardeşinin oğlu Mugire’dir. “Be zalim! Ben senin döktüğün kan lekesini daha yeni temizledim. Şimdi bu tavır ve bu davranışın nedir?” dedi. Urve, bu şekilde Mugire’yi payladı. Mu-gire de ona karşılık olarak sert sözler söyledi. Böylece sözü uzattılar ve Hazreti Peygamber’in önünde epeyce atıştılar.

Sonra Resul-ü Ekrem, sırf tavaf için geldiğini ve bir anlaşma yapabileceğini, eğer Kureyş karşı çıkarsa, son ana kadar harp edeceğini söyledi. Kısacası Büdeyl’e ne söylediyse Urve’ye de aynısını söyledi. Urve, “Ey Muhammed! Tutalım ki sen yendin. Arap’ta senden önce aslını öldürüp bitirmiş kimse var mı?” dedi.

Urve, bu konuşmalar sırasında ashabın, Hazreti Peygamber’in huzurunda tavır ve davranışlarına dikkat edip gördü ki onlar pervane gibi Fahr-i Âlem’in başucunda dolaşıyorlar ve her ne emretse büyük bir ivedilikle yapıyorlar. Yüzüne güler yüzle bakıp, yanında tam bir saygı ile ve alçak ses ile söze girişiyorlar. Abdest alırken dökülen damlaları alıp da yüzlerine ve gözlerine sürmek için başına üşüşüyorlar ve bir kılı yere düşecek olsa alıp, canları gibi saklamak üzere kapışıyorlar. Sanki Urve’nin dediği gibi Fahr-i Âlem’i bırakıp da dağılacak bir topluluk olmadıklarını hâl diliyle bildiriyorlardı.

Bundan sonra Urve, dönüp de Kureyş ordusuna varınca, “Ey Kureyşliler! Ben Kayser’in, Kisra’nın ve Necâşi’nin divanlarını gördüm. Birçok hükümdarla görüştüm. Yemin ederim ki hiçbirinin milletinde, Muhammed’e ashabının gösterdiği hürmet ve bağlılığı görmedim. Kolaylıkla dağılacak bir topluluk değildir.” diyerek barış yapmalarını istemişti.

Bunun üzerine Ehâbiş Araplarının başı olan Hüleys, “Hele ben de bir kere gidip göreyim.” diyerek kalkıp İslam askerlerinin bulunduğu yere gelmiş. Bir de bakmış ki Kâbe’ye kurban edilmek üzere birçok deve işaretlenmiş. Ashap, “Lebbeyk!” diye çağrışıyorlar. Hemen dönüp Kureyş’in yanına giderek, “Böyle Allah’ın Evi’ni ziyaret için gelmiş olan topluluk, nasıl olur da bundan alıkonabilir? Biz gerçi sizinle anlaşmışız fakat Beytullah’ı ziyaret edecekleri de engellemek için söz vermiş değiliz.” deyivermiştir.

Böylece ister istemez Kureyş reisleri de barışa razı olmuşlardı. Barış için Arap’ın en iyi konuşanlarından, meşhur Süheyl İbni Amr’ı göndermişlerdi. Süheyl, İslam ordusuna gelip Resul-ü Ekrem ile görüştü ve hemen barış şartlarını konuşmaya başladı. Barış şartlarının konuşulması sırasında pek çok münakaşa oldu. Sonunda on yıllık bir barışta karar kılındı. Bu on yıl içinde her iki taraf da birbirine saldırmayacaktı. Ayrıca Hazreti Peygamber tarafından Müslümanların hemen Mekke’ye girerek Kâbe’yi tavaf etmeleri şartı ileri sürüldü.

Süheyl ise “Bu şimdi olamaz çünkü Mekke’ye zorla girilmiş olduğu haberi Arap kabileleri içinde yayılır ve bu yüzden Kureyş’in şan ve şöhreti lekelenir. Fakat gelecek sene olabilir.” deyince, say ve tavafın gelecek yıla bırakılması Hazreti Peygamber tarafından da kabul edildi.

Sonra Süheyl, pek ağır bir şart öne sürdü. Şöyle ki: “Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim ama bizden size bir adam gelirse, Müslüman bile olsa kabul etmeyeceksiniz.” dedi. Ashap bu sözden dolayı öfkelendi. “Bu olur şey mi? Bize bir Müslüman geldiği hâlde onu müşriklerin eline nasıl teslim edelim?” dediler. Süheyl ise bu şart kabul edilmedikçe barış yapılamayacağını kesin olarak söyleyince, Resul-ü Ekrem ister istemez bu şartı da kabul etti. Ashap buna şaşarak, “Ey Allah’ın resulü! Bu şartı da yazdıracak mısın?” dediler. Resul-ü Ekrem, “Evet, bizden onlara gidenleri Allah bizden ırak etsin. Onlardan bize gelenler için de yüce Allah elbette bir çare yaratır.” dedi. Oysa Medine etrafındaki kabileler de hac ve tavaf niyetiyle gelmiş olsaydılar, orduda Kureyş’in gözünü yıldıracak şekilde bir kalabalık meydana gelmiş olurdu fakat onlar korkup birlikte gelmediklerinden, İslam askerleri sayıca az, üstelik hac niyetiyle çıkmış oldukları için harp açısından tam hazırlıklı da değillerdi.

Kureyş müşrikleri ise kendi yerlerinde kuvvetliydi ve harp aletleri tamdı. Mekke yakınlarında bulunan kabileleri de toplamışlardı. İslam ordusuna göre kuvvetleri kat kat fazlaydı. Bu durumda Müslümanların ta Mekke şehrinin kenarına kadar gelip de Kureyş’i hiçe saymaları son derece büyük bir kahramanlıktı. Yine öyle kuvvetli bir düşmana karşı orada uzun uzadıya durmaları bile çok tehlikeli bir durum idi.

Bu sebeplerden dolayı Müslümanlara göre her ne şekilde olursa olsun Kureyş ile bir barış yapmak akıl ve hikmetin gereğiydi. Kaldı ki Mekke’de söz Kureyş reislerinde olduğundan, muharebe günleri uzadıkça halk da sürüler hâlinde onlara uyarak harp eder ve bu yüzden İslam dininin yayılması için iki taraftan çok kan dökülmesi lazım gelirdi.

Fakat barış olursa iki taraf birbiriyle serbestçe görüşebilecekti. Resul-ü Ekrem’in mucizelerini, güzel tavır ve âdetlerini, İslam dininin iyiliklerini işiterek ve Müslümanların kavuştuğu hürriyeti görerek müşriklerin kimileri Müslüman olacaktır. Kimisinin de İslam dinine meyil ile Müslümanlar hakkındaki düşmanlıkları azalacak ve o hâlde Kureyş reisleri yalnız kalacaklardı.

Diğer kabileler ise Kureyş’e bağlı hareket ettiklerinden, Kureyş reislerinin kuvvetlerine bu şekilde zayıflık gelirse onlar da Müslümanların tarafına meyledecekleri için İslam dini kısa zamanda, tabiatıyla bütün Arabistan’a yayılacaktı. Kısacası müşriklerin Müslümanlarla serbestçe görüşebilmeleri, İslam dininin az zamanda yayılmasına sebep olacaktı.

Her zaman için barış yapmada aranılacak şey ise gelecekte elde edilecek faydaları sağlamaktan ibarettir fakat ashap bu incelikleri gereği gibi düşünemediğinden, öyle ağır şartların kabulü pek zorlarına gitti.

Kaldı ki Resul-ü Ekrem, Medine’de iken rüyasında ashabıyla birlikte Mekke’ye varıp hac ettiklerini görmüş ve aynıyla olacağını haber vermişti. Ashap da rüyanın hemen bu sene gerçekleşeceğini sanmıştı. Bunun için bu sefer Mekke’ye girip de Kâbe’yi tavaf edeceklerinden hiç şüphe duymazlarken, öyle ağır şartlar ile bir barış yapılıp da Kâbe’yi tavaftan bile mahrum olarak geri dönmek, kendilerine çok ağır geldi. Az kaldı ki birçoğu itaat dairesinden çıkacaktı.

Hatta Hz. Ömer, Hazreti Peygamber’e (s.a.v.) karşı, “Sen Allah’ın resulü değil misin? Bizim dinimiz Hak din değil mi? Niçin bu zillet ve hakareti kabul ediyoruz?” dedi. Resul-ü Ekrem de “Ben Allah’ın resulüyüm ve ona asi olamam. O benim yardımcımdır.” cevabında bulundu. Yine Hz. Ömer, “Sen Kâbe’ye varıp da tavaf edeceksiniz demedin mi?” deyince, Resul-ü Ekrem, “Evet, dedim ama bu sene demedim. Yine diyorum ki Mekke’ye girip say ve tavaf edeceğiz.” dedi.

Sonunda, yukarıda belirtilen barış maddelerine karar verildi. Hazreti Ali, Barış Kâğıdı’nı yazmaya memur oldu. Resul-ü Ekrem, “Önce ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yaz.” deyince, Süheyl, “Bu cümleyi tanımam, öteden beri yazılageldiği gibi ‘Bismikâllahümme’ yaz.” dedi.

Ashap buna karşı çıkmak istediyse de sırf kelime üzerindeki bir anlaşmazlık olduğundan ve manaca her iki deyiş arasında fark olmadığı için Resul-ü Ekrem “Bismikâllahümme, yaz.” dedi. Sonra barış yazısının başlığına “Muhammed Resulullah” diye yazdırdı. Süheyl, “Eğer biz senin Resulullah olduğunu kabul etseydik seninle muharebe etmezdik. Onun yerine babanın ismini yaz.” dedi.

Resul-ü Ekrem de “Siz yalanlasanız da ben Allah’ın resulüyüm. Ama zararı yok. Ey Ali! Onu boz da Abdullah’ın oğlu yaz.” diye emretti. Hazreti Ali, “Ben Resulullah kelimesini bozamam.” deyince, Resul-ü Ekrem onu kendi eliyle bozdu ve “Abdullahoğlu Muhammed” diye yazıldı.

On sene süreyle barış yapıldığı yazıldıktan sonra, bu sene Müslümanların Kâbe’yi tavaf etmeksizin geri dönmeleri ve gelecek sene gelerek Mekke’ye girip tavaf etmeleri, fakat üç günden fazla durmamaları ve Kureyşlilerin Mekke’den dışarı çıkma şartları yazıldı. Sonra Müslümanlar tarafına gelenlerin reddi maddesi kondu. Fakat bu madde Kureyş’e ait olup, öteki kabileler bunun dışında bırakıldı. Şöyle ki: Kureyş’ten başka kabileler, isterlerse Müslümanların himayesine ve isterlerse Kureyş’in himayesine geçmek üzere serbest bırakıldılar.

Bu madde kabul edildikten hemen sonra Huzaa Kabilesi kalkıp Müslümanların koruma kanadı altına geçtiklerini ilan ettiler. Bekiroğulları da Kureyş’in himayesine girdiler.

“Barış Kâğıdı”nın anlatıldığı üzere yazılması bittikten sonra, altına muhacir ve ensarın ileri gelenlerinden ve müşriklerin reislerinden şahit olan kimselerin isimleri yazıldı. O sırada ise pek acı bir hadise oldu.

Süheyl’in oğlu Ebu Cendel, İslam ile şereflendiğinden, babası onu bağlayıp hapsetmişti. Nasılsa bu sırada kurtulup kaçarak, zinciriyle tekbir getirerek İslam ordusuna çıkageldi. Süheyl, onu görünce, “İşte barış şartları gereğince, öncelikle sizden reddini isteyeceğim budur.” dedi.

Diğer taraftan, “Daha şimdi barışa karar verildi. Bu arada kaçıp kurtulanın, bu antlaşmanın dışında tutulması lazım gelir. Bundan sonra gelecekler reddolunur.” denildiyse de Süheyl, eğer oğlu kendisine verilmezse antlaşmayı yok sayacağını kesin şekilde belirtince barışın bozulmasından kaçınılarak oğlu Ebu Cendel, kendisine verildi ve Ebu Cendel’e “Sabret! Yakında yüce Allah, seni bu beladan kurtarır.” diye teselli verildi.

Yine bu sırada Hz. Osman’ın dönüşü gecikmiş olduğundan, öldürülmüş diye bir söylenti çıktı. Resul-ü Ekrem, “Artık muharebe etmedikçe geri dönemeyiz.” dedi. İşte o zaman “Biat-i Rıdvan” yapıldı.

Resul-ü Ekrem bir ağaç altında oturdu. Bütün ashap gelip, ölünceye dek sabır ve sebat ile asla kaçmamak üzere Hazreti Peygamber’e olan bağlılıklarını perçinlediler. Yalnız Ced İbni Kays, devesinin arkasına saklandı ve gelip biat etmedi. Resul-ü Ekrem, iki elini birbirine bağlayıp, Hz. Osman’ın biatini gıyabında, sanki o biat ediyormuş gibi yerine getirdi. Müslümanların bu biati, Kureyş’e korku ve dehşet verdi. Hemen Hz. Osman’ı İslam ordugâhına gönderdiler. Bir taraftan da Süheyl gitti ve barışı ilan etti. Dedikodu da böylece bitti.

Resul-ü Ekrem, kurbanlık devesini kesti ve başını tıraş etti. Bunun üzerine ashap da kurbanlarını kesti. Kimi başlarını tıraş etti kimi saçlarını kesti. Gerçi Mekke’ye girip de say ve tavaf edemedikleri için üzüldüler ancak o sırada bir rüzgâr esip de onların saçlarını Kâbe’ye götürünce teselli bulup sevindiler.

The free excerpt has ended.