Cehennemden Selam

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

Katil Çeşmi, bu düşünceler içinde Diyarbakır’ın eğri büğrü, dar ve karanlık sokaklarını irade dışı adımlarla dolaşıyordu. Birdenbire gözlerinin önünde bir manzara canlandı:

Kuyucu Paşa uzanmış yatıyor, gözleri yarı açıktır. Sanki yarım bakış ile bir asırlık ömrünün muhasebe defterini inceliyor. Saçtan tamamıyla temizlenmiş başında beyaz bir takke var. Çehresi ölüyü andırıyor, o kadar renksiz ve zayıf. Beyaz ve seyrek tellerle örtülü çenesinin altında bir çocuk yumruğu kadar sivri bir kemik, gırtlak kemiği görünüyordu. Boynunun koyu esmer derisi pörsümüş, sükûnet hâlindeki bir hindi ibiği gibi katmer katmer sarkmıştı. Ara sıra hareket etmese diriliğine inanılamayacak şu zayıf, şu bir çürük tahtaya benzeyen vücudun, elli milyonluk bir kitleyi yalnız ismiyle ürkütmüş bir şahsiyet olduğuna zerre kadar ihtimal verilemezdi. Yetmiş iki buçuk milletin teşkil ettiği muazzam bir yekûn, elli milyon gibi müthiş bir rakam, bu zayıf adamın nazarında alelade bir sefer gibi hafif ve kıymetsiz oluyordu. Koca koca kıtaları dolduran küme küme insanlar, bu otuz kilo sıkletinde bile olmayan adamın ismi önünde derin bir korkuyla eğiliyordu.

Bu sonsuz kudret, bu zayıf vücudun neresine sığıyordu? İçtimai teşekküllerin izafi kuvvetleri de taalluk ettikleri vücut da aynıyla ruh dediğimiz meçhulü andırıyordu: Varlığı eserleriyle görünen, fakat kendisi görünmeyen bir şey!..

Bir aralık Kuyucu, sekerat anında bir yudum su isteyen dermansız bir hasta gibi, “Bal!..” demişti. Çeşmi, hemen elindeki kitabı bırakarak yanındaki küçük hücreye gitmiş ve küçük bir bal mumunun hafif alevi altında elleri titreye titreye bal hokkasına sarı renkte bir sıvı karıştırmıştı.

Bu zehirli hokkadan üç çorba kaşığı kadar bal alarak birbiri ardınca paşaya verirken yere düşecek gibi bir hâle gelmişti. Âdeta Kuyucu’nun, mezarından kalkan bir ölü gibi, yattığı yerden kalkarak yakasından tutacağını ve yüzüne tüküre tüküre altı ay evvel Kör Mahmut’a yaptığı gibi, boğazını hınç ile sıkacağını zannetmişti. Hatta bir an boğazında bir baskı bile duydu. Fakat bu baskı, derisine dıştan değil, hançeresinden geliyordu. Sanki içinde ansızın harekete gelen bir el, göğsünü tırmalaya tırmalaya yüzüne çıkıyor ve orada yumruklaşıyordu.

Kuyucu Paşa, üç kaşık balı vaziyetini bozmadan, yattığı yerde almıştı. Üçüncü kaşığı yer yemez, gözünü hafifçe açmış ve Çeşmi’ye bakmıştı. Belki, “Kâfi!” demek istiyordu o bakış, katilin ta ruhunda bir alev parlatmıştı. Bilhassa şimdi, ne kadar manalaşıyordu.

Çeşmi’ye öyle geliyordu ki, mezarında ve hatta mahşerde bile Kuyucu’nun o son bakışı kendisinden ayrılmayacak ve onun ruhunda tutuşturduğu kıvılcım, ebediyette de sönmeyecektir.

Kuyucu’nun işaret edip izin vermesiyle, kendisi ve diz ovuşturan oğlan odadan çıktıktan sonra, paşa sabaha kadar uyumamış, kendi odasında başını eline alarak düşünmüştü. Bu düşünce, belirli istikametlere yönelik değildi, bir fikir perişanlığından ibaretti:

“Paşa ölmüş!” sayhalarıyla nakibin konağı, zelzeleye uğrayan çardak gibi zangır zangır titremeye başladığı zaman gayriihtiyari dışarı fırlamıştı. İlk hatırına gelen şey, intizamsız bir velvele içinde çalkalanan konaktan savuşmaktı. Sonradan, katlettiğini görmek için benliklerinde tahammül edilemez bir çekim duyan her katil gibi, o da Kuyucu’nun odasına gitmişti.

Paşa, dört saat evvelki hâlini muhafaza ediyor, yalnız yüzü biraz daha süzülmüş görünüyordu. Sakalında garip bir kıvrılma vardı. Beyaz beyaz kıllar, ateşe gösterilen iplikler gibi garip bir şekilde bükülmüştü.

Çeşmi, harp ve darba alışkın her sipahi gibi, kana ve ölüme kanıksamışlardandı. Fakat sevdalısına kavuşmak için nikâhlısına zehir veren kadınlar gibi, gecelerin himayesine sığınarak adamı zehirlemek karakterine çok ağır gelmişti.

Kuyucu’nun cesedine bakarken kendisini âdeta kan tutacaktı.

Kulağında bir ses uğulduyor, mütemadiyen “Haydi durma, işi senin yaptığını söyle!” diyordu. Görünmez bir el de sanki kendisini bu itiraf için haşince ileriye itekliyordu.

Cesedin başından uzaklaştıktan sonradır ki aklı başına gelmişti. Binlerce ve binlerce adam boğmuş olan bir insafsızın elinden memleketi kurtarmak, aslında fena bir hareket değildi! Nasuh Paşa gibi koca bir vezir, işte, bu işte kendisine ortak olmuştu. Eğer bir vebal, bir günah varsa ancak yarısı kendisinindi.

Bu düşünce ile biraz teselli, biraz sükûnet bulmuştu. Gelgelelim Kuyucu’nun cesedi İstanbul’a sevk olununcaya kadar uyku uyuyamamıştı. Ancak ölü, o muhitten uzaklaştıktan sonradır ki gözlerini oyan, beynini ezen yük hafiflemişti.

Eğer Nasuh Paşa bir suç ortağı değil, adi bir katilden iğrenen bir vicdanlı adam gibi kendisine soğuk davranmasaydı, belki gönlündeki üzüntü büsbütün yok olurdu. Fakat gördüğü muamele, cinayet anından beri, nöbet nöbet asabını saran hummayı tazelemişti. Vücudu acayip titremelerle sarsılıyordu ve ikide bir ellerini başına götürerek “Vah kafa, vah kafa!” diye söyleniyordu.

Şuursuzca, Diyarbakır kasabasını baştan başa katetmişti. Artık kalenin dağ kapısı önüne gelmişti, ancak o vakit kendisini toparladı. Ve Tanrıbilmez’le Kör Mahmut’u görmek için buralara kadar geldiğini hatırladı.

***

Çeşmi’nin bir ruhi bunalım içinde Diyarbakır sokaklarını dolaştığı gece, yeni serdar, sayısız misafirlerini savdıktan sonra uyumak için haremsaraya çekilmeye hazırlanmıştı. Yarına ait emirlerini almak maksadıyla huzuruna gelen kethüdasına “Ha, unutuyordum…” demişti. “Bir veziriazam kimseye borçlu kalmaz. Yarın yanına gelecek bir Çeşmi Efendi var. Sipahi bozuntusu bir şey. Kuyucu’yu öldüren işte odur. Güya bana hizmet için bu işi işledi. Mükâfatta gecikmeyelim. Gizlice icabına bakıver. Varsın cehenneme gitsin, paşasına selam götürsün!..”

4

“Ya Hay! Ya Mevcut! Ya Hak! Ya Ebed! Ya Kadir! Ya Allah! Hu!..”

Ahşap ve basık salon, şeyh vekilinin sıtma görmemiş sesiyle birden inim inim inildemişti. Kiliselerdeki “autel”leri andıran mihrabımsı yerde siyah bir koyun postu serili. Duvarlarda cennet-i âlâ ile cehennemi gösteren iki resim asılı. Dört hurma ağacı ile minimini bir havzadan ibaret olan cennet bahçesinde kimseler yok. Fakat cehennemde birer küçük ve siyah gölge şeklinde tasvir olunan günahkârlar fıkır fıkır kaynaşıyor! Zebani olması lazım gelen birçok yılanlar da ateşle ağzına kadar dolu kazanların etrafında kuyruk sallayarak dolaşıyor.

Meşhur Dante’nin “Cehennem”i, Batı âlemini bir güzellik heyecanına düşüreli belki bir asır olmuştu!.. Doğu’nun ressam namına, fuzuli sahip çıkan nasipsizler ise henüz bu sahada levhalar meydana getirmeye uğraşıyordu.

Keçe külah üstüne yeşil sarık sarmış, göğsü bağrı açık bir adam, salondaki yegâne sedirin, mahut siyah postun sağ tarafına oturmuş, karşısında halkavari dizilen dervişlere, Vacibülvücut’un yedi ismini saydırdıktan sonra uzun bir “Hu!..” çekerek zikir işaretini vermişti.

Dirsek dirseğe dokunacak derecede yan yana diz çöken, bu hepsi çıplak ve hepsi başıboş güruh, sağdan sola, soldan sağa doğru sallanmaya başlamıştı. Güya Allah’ın huzuruna azgın çehre ile çıkmak kulluk usulleri cümlesinden imiş gibi her dervişin yüzünde derin bir elem izleniyor ve gözlerin tamamen kapalı bulundurulması manzaraya bir körler meclisi hâli veriyordu.

Dervişlerin çoğunun, bedenî noksanlıkları vardı. Kimi kel kimi şaşı kimi kambur olup cümlesinin müşterek özelliği kirlilik ve çıplaklık idi.

İptida, bir saat rakkası gibi, ağır ve mevzun bir ihtizaz ile başlayan zikir, biraz sonra seri ve sar’avi bir ihtilaç hâlini almış, başlangıçtaki keskin “hu”lar gittikçe ne olduğu belirsiz bir iniltiye dönüşmüştü.

Dervişler halkasındaki ahengi bozabilecek herhangi yorgunluk alametleri şeyh vekilinin derhâl gözüne çarpıyordu. Hüda’nın huzurunda bulunmakla beraber müritlerini gözden kaçırmayan şeyh vekili, böyle hâl vukusunda hemen ayağa kalkıyor, halkayı devreder gibi görünerek o yorgun dervişlere “Ayıp oluyor ha! Yorulmanın sırası değil!..” demek istercesine gizlice bir şeyler fısıldıyordu. Bu temas ve bu ihtar, yorulmaya başlayan dervişleri tekrar ve daha şiddetli surette harekete getirmeye kâfi geliyordu. Her türlü mimari zevkten mahrum, dervişleri kupkuru bir damın altında, güya öbür dünya namına yapılan bu hareketler, hayli uzamış ve nihayet yine şeyh vekilinin, başka bir makamdan çektiği “Hu!..” ile sallantıya son verilmişti.

Rumiye Şeyhi’nin o sıralarda pek meşhur olan tekkesindeki şu ayin, tam bir zikir olmayıp şeyhin varışına kadar vekili marifetiyle yapılmış basit bir talimden ibaretti. Biraz sonra şeyh efendi gelecek, asıl sallantı o zaman baş gösterecekti.

Bilhassa bu akşam, ordu erkânından birçok muhterem şahsiyet şeyhin ziyafetine davetli olduklarından onların şerefine tekkenin bütün hünerleri gösterilecekti.

Gerçekten yaptıkları alıştırma ile hafifçe terleyen dervişlerin terleri kurumuş ve kuvvetleri yerine gelmişti ki şeyhin teşrif etmek üzere bulunduğu haberi ağızdan ağıza yayıldı.

Şimdi iki yüzden fazla derviş, birbirleriyle yapışık denilecek kadar sıkışık olarak yere uzanmışlardı. Sırtları yukarıda, kolları altında, bir odun parçası gibi hareketsiz yatıyorlardı ve yavaş sesle “Hu!.. Hu!..” diyorlardı.

Kapı cihetinden de şeyh görünmüştü. İki kişinin derin bir dindarca huşu ile dizginini çektikleri bir beyaz ata binmişti. Bu küçük alay, alelade bir sokakta yürür gibi lakaytça, salonun toprak zemini üstünde yatan dervişlerin üzerinden geçmeye başlamıştı. Şeyh efendi, göz kapakları inik, dudakları bilinmez hangi evradın tekrarıyla kıpırdıyor, altındaki mahluklardan bihaber salonu devrediyordu.

Seyisler, dervişlerden kiminin başına kiminin ayağına basarak yürüyor ve şeyhin atını da yürütüyorlardı. Her derviş, atın ön ve arka ayaklarından en az birer darbe yiyor, fakat küçük bir elem sedası bile çıkarmıyordu.

Otuz iki tarikatın o devirlerde yüzlere varan hankâhları,30 zaviyeleri içinde bu hüneri gösteren yegâne mürşit, Rumiye Şeyhi idi. Onun babası, semahaneyi31 şişelerle doldurtturur ve oynak bir ata binerek, hiçbir tanesini kırmamak şartıyla, şişelerin üstünden dolaşırdı.

 

Şimdiki şeyh, şişeleri dervişlerle değiştirmişti ve bundan daha açık bir “tasavvuf remzi” vardı: At, hayatın ağırlığını temsil eder!

Alelade insanlar o ağır yüke tahammül edemez; fakat şeyhin temasıyla, o ağırlık, hafiflik kazanmaktadır ve görüldüğü üzere, müridan, atın altında hiçbir elem duymamaktadır. Kısacası fâni hayatın ağırlığını çekebilmek, ruhen temizlenme, batınen incelmeye bağlıdır. Bu dereceye erişebilen mütteki bir derviş, şeyhin atından çifte de yese ses çıkarmaz.

Rumiye Şeyhi’nin kerameti bununla sınırlı değildi. Babasının öldüğü günün yıl dönümlerinde şeyh efendi, bir büyük hüner daha gösterirdi. Her sene o gün, babasının mezarında muhteşem bir ayin yapılırdı. Dört taraftan, senelik vergilerini de yanlarında getirerek, koşuşup gelen müritler, mezarın etrafında toplanır ve o gün tecelli edecek mucizeyi beklemeye başlarlardı. Öğleye doğru şeyh efendi de gelir, yarım saat süren bir duadan sonra türbenin kapısını açar, fakat girmeyerek, elleri göğsünde bir duruşla beklerdi.

İşte bu esnada, şeyhin evi tarafından başıboş bir eşek peyda olurdu. Bu eşek, oradaki kalabalığı mühimsemeyerek, toprağı koklaya koklaya, bazen durarak burnunu havaya kaldıra kaldıra doğruca türbeye gelir ve kuyruğuyla şeyh efendiyi selamladıktan sonra hemen içeriye dalar, oradaki mezarın etrafını üç kere tavaf ederdi. Bir hayvan yavrusunun gösterdiği bu iman eseri, orada toplanan müritleri coşturup taşırırdı. Herkes türbeden evvel eşekle temas etmek için can atar ve ona yaklaşabilenler, muska yapmak emeliyle birkaç kıl koparırdı. Bunun neticesinde zavallı hayvan, cascavlak ve dımdızlak bir hâle gelirdi.32

Gerçi o devirlerde diğer bazı tekkelerde de hünerler gösterilirdi. Özellikle Rufailerin kızgın şişle dağlamak, hançerlenip de yaralanmamak gibi hareketleri meşhurdu. Hele bir şeyhin, katran ve zeytinyağı dolu bir çömleği koltuğunun altına alarak, göğsü, sırtı, başı alevler içinde, zikir ve tehlile33 devam ettiği hayretle görülüyor ve işitiliyordu. Fakat Rumiye Şeyhi’nin kıymeti başka idi.

Bu adamın babası, vaktiyle başında kirli bir derviş tacı, arkasında lime lime bir aba, boynunda binbir taneli bir tespih, elinde bir keşkül,34 belinde bir çıngıraklı topuz Diyarbakır’a çıkagelmişti. Yanında Şafii köpeğini andıran minimini bir mahluk vardı: Yüzü gözü kir içinde, saçları bitle dolu bir mahluk!..

Bu kirli baba ve oğul, kapısı ve sofrası gariplere daima açık bulunan zengin bir adamın evine postu sermişlerdi. Ahır müştemilatında bir köşede akşam ve sabah verilen bir çorbaya kanaatle yaşayıp gidiyorlardı. Dervişin geceleri ah vah ve zikrullah ile iştigali uşaklarca, gerçekten bakışlarını çekiyordu. Fakat o tehliller, o dokunaklı ibadat, belirlenmiş gıdayı bile artıracak bir tesir yapmıyordu. Her koyun kendi bacağından asılacağına göre dervişin takvadaki aşırılığı, oradaki uşakları elbette alakadar edemezdi.

Baba ve oğul, aylarca bir sığıntı vaziyetinde bir evde yaşamışlardı. Bu uzun müddet zarfında ne kimse bu meçhul dervişe nereden gelip nereye gittiğini sormuş ne kendisi bir kimseyle tanışıklık kurmuştu. Yanındaki kirli mahlukun oğlu mu, oğulluğu mu olduğunu bile bir ferdin merak edip sorduğu vaki değildi. Daha garibi, ev sahibi kendi hanesinde böyle bir Tanrı misafiri olduğundan da haberdar olmamıştı. Yalnız uşaklardır ki misafir dervişin çorbasını ve ekmeğini verip duruyorlardı.

Gülünç bir tesadüf, bu kim olduğu meçhul dervişi birdenbire Diyarbakır’ın en tanınır bir şahsiyeti hâline getirdi. Bir gece yarısı onun misafir kaldığı hanede büyük bir telaş başlamıştı. Uşaklar koşuşuyor, haremden selamlığa ve selamlıktan hareme durmadan haberler gidip geliyordu. Bu telaş ve heyecan, dervişin nazarından kaçamazdı. Nispeten nazik ve yardımsever görünen bir uşaktan bu didişmenin sebebini sordu. Uşak, ilk önce “Senin ne vazifen be herif!” der gibi oldu, sonra gönül kırmaktan kaçınarak hanımefendinin yüzünde müthiş bir çıban çıktığını, çok ızdırap çektiğini, Diyarbakır’daki cerrahların ilacından, hocaların okumasından bir fayda hasıl olmadığını söyledi. O vakit derviş, zeki gözlerini uşağa dikerek inandıran bir sesle “Allah’ın izniyle…” demişti. “Biz bu derde derman oluruz. Var haber götür.”

Yerden ve gökten medet bekleyen hasta ile eşi, dervişin arz ettiği hizmeti büyük bir istekle kabul etmişlerdi. Dervişin tatbik ettiği tedavi tarzı çok basitti, fakat hastayı derhâl sancıdan ve elemden kurtarmıştı.

Hane sahibini, yarı tiksinme ve yarı gücenme ile gözlerini kapamaya mecbur eden tedavi şekli, hanımın rengin bir külü andıran ter-ü taze yüzündeki çıbanı, dervişin pis ve kalın dudaklarıyla emmesinden ibaretti.

Hanım, bu sakallı ve murdar sülüğün gördüğü işi minnettarane karşılamıştı. Bey de bu minnettarlığa katıldığından derviş efendiye bol bol ikramlar başlamıştı. Kendisine derhâl selamlıkta güzel bir oda tahsis edildi. Evin hamamında oğluyla beraber yıkattırılarak üstleri başları değiştirildi. Hanımından, kocasından, kaynanasından, başkalfadan, başağadan ve hülasa bütün hane halkından kese kese sarılar geldi.

İşin en tatlı tarafı, dertli derviş birdenbire şeyhlik payesine erişmişti: Artık şeyh efendi aşağı, şeyh efendi yukarı!..

Nezleden zatülcenbe, beyin zarı iltihabına kadar her hastalık için şeyh efendinin nefesi birebirdi. Hele çıbanları ifşada, kimse bu serserinin kudretinden şüpheye düşemezdi, hane sahibinin şurada burada “Nefes değil, bıçak efendim…” girişiyle başlayan tecrübeyi anlatmada gösterdiği ciddiyet, dervişin şöhretini büsbütün Diyarbakır’a yaymıştı. Güya hanımın yüzündeki şirpençe imiş! Bu çıbanın yüzde çıkması vaki değilse de istisna olarak hanımda yüz göstermiş! Şeyh efendi eliyle temas eder etmez o koca şirpençe, Allah’ın izin ve keremiyle, iz bile bırakmadan ortadan kalkmış.

Hane sahibi, çıbanın emildiğini nedense gizlemeye ve saklamaya lüzum görüyordu. Gelgelelim şeyh efendi bir iki ay içinde elde, ayakta peyda olmuş nice çıbanları emerek iyileştirmişti. Ancak şöhreti kemale yettikten ve hayli dünyalık tedarik ettikten sonra, eşraftan birinin söylenmez bir yerinde çıkan çıbanı da emmek teklifine karşı “Mana âleminde bu işten artık men olunduk!” cevabıyla sülük rolü oynamaktan feragat etmişti.

Şeyhten lütuf görenler bu hastalıklar şifacısı namına bir zaviye yapmakta gecikmediler. Devamlı propagandalar şeyhin şöhret dairesini gittikçe genişletiyordu. Bu şöhrete kapılıp dört taraftan gelen müritlerin adedi de anbean artıyordu. Müritlerin çoğalması servetin tezayüdü demekti. Para çoğaldıkça zaviye genişliyordu. İşte bu gidişle bir gün Diyarbakır’ın en seçkin yerinde, haremli, selamlıklı, mutfaklı, ahırlı, müritlere ve misafirlere mahsus çok daireli koca bir tekke meydana gelmiş ve çıplak ayak Koç Baba’nın, -bu türedi şeyhin ismidir- Kuş Bahçeleri, Bağ-ı İrem kadar şöhretli olmuştu. Koç Baba, ilk şöhret günlerinde koynundan uzun bir şecere çıkararak, soyunun büyük sahabilerden bir yüce zata dayandığını ispat etmeyi unutmamıştı. Bu kutsi asalet olmadıkça nefsindeki şifa verme kudreti ne olursa olsun, kendisine tam bir muhteremlik temin edemezdi.

Diyarbakır’a, bir ip, bir külah giren derviş, uzun senelerden sonra öldüğü zaman oğluna hatırı sayılır bir servet ve o servetten daha mühim olmak üzere de çok değerli bir “post” bırakmıştı.

İtiraf etmelidir ki bu şeyh, oğlunu okutmayı da ihmal etmemişti. Yeni şeyh, Türkçede, iki satır düzgün yazı yazacak kadar sermaye temin edememekle beraber Arapça ve Acemceden hayli şeyler bellemişti. Buhari, Ebu Müslim, Ebu Davud gibi temel hadis kitaplarını tetkik edebilmişti. Bir mecliste bulununca diğer şeyhler gibi sadece istiğraka dalıp kalmıyordu. “Esteizübillah” ve “Habibullah”larla karışık sözlerle, mecliste hazır olanları hayran hayran ağzına baktırabiliyordu.

Bu gece at üstünde sahneye girişini gördüğümüz şeyh, işte bu adamdı ve şimdi “Rumiye Şeyhi” namıyla yâd olunuyordu. Tebriz’den, Revan’dan, Erzurum’a; Musul’dan, Urfa’dan Van’a kadar koca bir diyarın halkı, ayağına akıp büyük bir muhabbetle adaklarını, sadakalarını, zekâtlarını bu zatın rikabına arz edip duruyordu. Gizlice ve pek geniş mukayesede ticaretle de iştigal ettiği için büyük bir servet yığmıştı. Oralardan sık sık geçen serdarlar, paşalar mutlaka tekkeye gelip şeyhin elini öperler ve duasını alırlardı. Bütün o saydığımız diyar ahalisi, en şüpheli işlerde onun “aziz başına” yemin ederlerdi!..

Bugünkü genç nesil, hele bundan sonra gelecek ve yetişecek bahtiyar nesiller, tekke ve şeyh isimlerini ancak tarih kitaplarında göreceklerdir. Tarih, ne kadar hak sözlü olursa olsun tekke hayatının mübarek Türk yurdunda oynadığı meşum rolü gelecek nesillere itiraf ederek anlatamayacaktır. Biz ki o hayatın son günlerine şahit olduk. Ve biz ki bu nimete ermezden evvel ne yaman bir izlal35 ve iğfal şebekesi olduğunu yakından gördük. Şahit olduklarımızı ve gördüklerimizi yeni nesile intikal ettirmek mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyeti tanımak, tekke hayatını kökünden söken vatanperverlere karşı bir nevi iyiliğe teşekkür ve aynı zamanda tarihe bir hizmettir.

Tekkeler, malum olduğu üzere, tarikat teşkilatında birer merkezdir. Her tarikat, siyasi bir dağılmanın neticesidir. Orta Çağ’da, Doğu’nun geçirdiği siyasi buhranlar sayısızdır. Sık sık vukuya gelen yönetim değişiklikleri, birbirini takip eden istilalar, bütün Yakın Doğu üstünde bir kararsızlık havası yaratmıştı ve hava, tam on asır, Doğu’nun her noktasında yüzlerce tarikat zuhuruna sebep oldu.

Bütün tarikat kurucuları, gizli bir siyasi ihtiras ile harekete geçen kimselerdi. Bu kişiler, zemin ve zamanı, ellerindeki vasıtaları müsait gördükçe tabi oldukları hükûmetlere karşı isyan etmekte tereddüt etmediler. İran’da Safeviye, Uzak Batı’da Muvahhidin hükûmetleri, hükümdar tahtına dönüşmüş birer şeyh postundan başka bir şey değildi.

Bu neticeyi, sebeplerden bir sebep olduğu için elde edemeyen tarikat kurucularıyla halifeleri, derisini değiştiren yılan gibi, hedeflerinden dönmeyi becerebilmişlerdi ve manevi bir saltanatın sınırlarıyla çarnaçar yetinmişlerdi. Hükûmet kuvvetleriyle alenen mücadeleden uzak duran bu tarikatlardır ki “tarik-i aliye” namıyla yâd olunur. Karamita, Haşaşin gibi dinî akidelerini siyasi emellerle bilfiil mezceden tarikatlar, sapkın fırka unvanıyla, elimizdeki tarih kitaplarında aşağılanmaya hedef olup gider!

 

Tarik-i aliyenin özellikle Türk topraklarındaki vaziyeti üzerinde düşünmeye değerdir. Birçoğu okuma yazma bilmeyen şeyhler, asırlarca bu mübarek toprak üstünde hükümdarcasına bir hayat geçirmişlerdir.

Her tekke, tam manasıyla bir ağ idi. Onun ruhani itikatlardan dokunan ince ince telleri geniş ve amansız bir şebeke teşkil ederdi. Şeyhler, işte bu şebekenin tam ortasında oturur, doymak bilmez bir örümceğin zulmetme hırsıyla devamlı işler ve işlerdi.

Şeyhlerin dipsiz bir kuyudan daha tamahkâr, daha kanaat etmez mideleri vardı. Postlarının üstünde “el-kanaatü kenzün layüfna”, “azze men kanaa zellemen zamaa” gibi insanları tamahkârlıktan sakındıracak ve kanaat yoluna şevklendirecek levhalar asılı bulunurdu. Fakat kendileri, kara bir sülük gibi, ümmet vicdanına yapışarak halkın, bazen ırzına kadar, her şeyini emerlerdi.

Bu örümcek ağlarında, düşünme gücünden başlayarak maddi ve manevi bütün varlıklarını emdiren ve bütün günlerini, kanı emilmiş bir sinek gibi cansız ve duygusuz geçiren bedbahtlar, insaflıca düşünülürse mazur idi. Müebbet meçhulün, ölümden sonrasının her insan şuurunda yaptığı zelzele, o asırlar halkının da tabiatlarını sarsıyordu. Bu sarsıntıları dindirecek bir işaret, fen namına bir teselli maalesef yoktu. Din uleması denilen “anlayışı kıt güruh” devamlı olarak perişan edici musibetleri yâd edip duruyorlardı.

İdarenin can bezdiren zulümleriyle içi kan ağlayanlar, sığınmak, biraz teselli bulmak için Hüda’nın mabedinden başka nereye gidebilirlerdi?

Hâlbuki oralarda yalnız ve yalnız kabir korkusundan, cehennemin gazabından, yanmaktan ve yakılmaktan bahsolunuyordu. Bazen cennetten ve oradaki zevkler ve hazlardan bahsolunsa bile Sırat’ı selametle geçip Firdevs-i Âlâ’ya girmek için o kadar ağır şartlar anlatılırdı ki vaazları dinleyenlerden yüzde doksan dokuzu o saadete erebilmek ümidini, gayriihtiyari kaybederlerdi.

İşte bu ruhi vaziyette şeyhler imdada yetişirdi. Onlar, ahiretin hâllerini hiç kale almayarak özellikle dünya elemlerine sabır ve tahammül etmeyi öğretirlerdi. Vahimesi36 perişan, vicdanı mütereddit, içtimai yaşayış tarzı kederle dolu insanlar için tekkeler bir sığınak oluyordu.37

Tekkelerin aç mideleri tatmin etmeleri, yersizlere yatacak yer göstermeleri, oralarda görülen toplaşmanın ayrıca ve pek kuvvetli etkenlerinden biridir.

Mescitlerde bu hususiyet yoktu ve ulema efendiler yalnız almayı düşünüyorlardı.

Zarifler gibi, o devrin kuvvetlileri de tekkelere kapılmaktan geri kalamazlardı, çünkü bugün güçlü olan, yarın pek kolaylıkla zaaf ve zillete uğrayabilirdi. Bir el koyma fermanı, en zengin aileleri bir an içinde sefil ve zelil ederdi, aynı zamanda o vakitlerin kibar ve ileri gelenleri de tefekkür kabiliyeti ve aydınlanma kudreti itibarıyla avamdan farksızdı. En sonunda skolastik bir terbiyeden başka ortada bir şey yoktu. Bu terbiyenin en birinci semeresi ise vicdanlara batılın tahakküm etmesinden ibaretti. Hele bazı şeyhlerin, “rütbe ve makamların verilmesi”, “cezaların hafifletilmesi veya yüksek tutulması” gibi işlerde ve genel olarak hükûmet muamelelerinde nüfuz kullanabilmeleri, ileri gelenleri ve kibarı tekke kapılarına tamamen yürekten bağlardı.

Bir romanda ayrıntılarıyla anlatması uygun düşmeyen daha bir sürü toplumsal sebepler, bu örümcek ağlarını memlekette yaşatıyordu. Avam, tekkelerden benliklerine sükûn ve teselli sirayet ettiğini kuruntulardı. Bu mühim mazhariyetin bedelini ödemekte tabii olarak cimri davranmazdı. Zenginler sınıfı, bir şeyhin elini öpmekle, her şeyden evvel dindarlıktaki üstünlüklerini halka göstermiş oluyordu. Yalnız bu fayda için dahi şeyh efendiye bir cizye arz etmekte cimrilik edemezdi! İşte, hep bir yola çıkan bu düşünceler, tekkeler için bitmek tükenmek bilmeyen bir gelir kaynağı olurdu.

Şeyhlerin içinde cin fikirli olanları tabii olarak eksik değildi. O gibiler, kendi ayinlerine diğerlerinden ayrı ve yeni renkler vererek halkın rağbetini tarikatları lehine çevirmeyi ihmal etmemişlerdi.

İnsanların ruhi durumunu çok iyi bilen bu adamlar gitgide ayinleri küçük bir seyir sahnesi hâline getirmişlerdi. Bu sahnede dekor değişmez, piyes de aynı piyestir. Fakat bu düzene rağmen halkın arzusunu zapt eden etkenler eksik bırakılmamış; şehevi bükülüp eğrilmeler, gıcıklayıcı temaslar, dudak dudağa gibi vaziyetler, bazı ayinlere pervasızca dâhil edilmişti.

İsmailiye veya Batıniye namı verilen mezhebin kurucusu, müritlerine bazen uyuşturucu bir madde içirerek kendilerini uyutur ve onları uyku hâlinde, bilmedikleri ve görmedikleri bir bahçeye naklettirirdi. Latif çağlayanlar, zarif heyecanlar, gönül aldatan ağaçlar, rengin çiçekler içinde gözlerini açan dervişler, ilk önce rüya gördüklerini zannederlerdi. Fakat suların nağmesi, kuşların cıvıltısı, çiçeklerin kokusu bu seyirin rüya olmadığını kendilerine hissettirince nasıl olup da bu ruha canlılık katan yere geldiklerini hayretle düşünmeye dalarlardı. O sırada ağaçlar arasından, yarı çıplak kızlar zuhur eder ve dertli dervişlere “Burası cennet! Siz de şeyh-i ekberin misafirisiniz!” derlerdi.

Huri rolü oynayan bu kızların sözlerine inanmamak için hiçbir sebep yoktu ve abdal dervişler, hakikaten cennette bulunduklarına iman ederek vadedilen zevkleri toplamaya başlarlardı. Buse, kucaklaşma ve bir bardak Kevser!.. Hurilerin tam kavuşma anında sundukları Kevser, dervişleri uyandırmaya kâfi gelir ve dertliler, bu sefer gözlerini, şeyh-i ekberin huzurunda açarlardı. Bu müşahedeyle güya alakadar olmayan şeyh, için için güler ve o cennete bir daha gitmek iştiyakıyla artık cayır cayır yanan dervişleri dilediği yere, hatta adam öldürmeye sevk ederdi!38

Tekkelerde halkın hayvani duygularına hitap etmek, son devirlerde bilhassa artmıştı. “Bedevi topu” namı verilen garip ayin o cümledendir. Şeyh efendi, mutat tehlillerden sonra sıranın toplaşmaya geldiğini söyler söylemez müritler birbiri üzerine atılırdı. Zaten bu tarikatta, müritlerin bir kısmının ve yeteri kadarının genç olmasına özen gösterildiğinden toplaşma sırasında bir genç ve bir yaşlı derviş yan yana tesadüf eder, manzarası, dağınık bir iplik yumağını andıran bu vaziyet, yarı karanlık içinde, şeyhin ayağa kalkma işaretine kadar sürerdi.

En mühim tarikatların ayin merasimi çoğunlukla üç sahneyi içerirdi ve bu sahnelerin hepsi üç saat uzayıp giderdi. İlk sahne, dervişlerin posta kurulmuş olan şeyhe samimiyetini arz etmeleriyle başlardı. En yaşlılarından dört derviş, evvela şeyhe yaklaşır, sırasıyla onu öperlerdi. Sonra bunların ikisi sağa, ikisi sola otururdu. Diğerleri, kolları kavuşuk, başları ziyadece öne eğilmiş bir vaziyette ilerler, tarikatın kurucusunun ismi yazılı levha önünde ayrı ayrı, rükûdaymışçasına eğilirlerdi. Ellerini yüzlerine ve sakallarına götürdükten sonra, şeyhin önünde diz çökerler; elini, büyük bir saygı ile öperler ve aheste aheste salonun ortasındaki koyun postlarına doğru giderlerdi. Herkes yerini bulunca şeyh tekbir alır ve bütün dervişan şeyhe imtisal ederdi.39 Biraz sonra şeyhin yüksek sesle kelime-i tevhidi tilavet etmesi üzerine dervişler ellerini yüzlerine, göğüslerine, karınlarına ve dizlerine vurarak bir taraftan diğer tarafa sallanmaya başlarlardı.

İkinci sahne, şeyhin iki tarafında bulunan ihtiyarlardan birinin terennüm ettiği naat ile başlardı. Bu sefer dervişler, sağdan sola değil, öne ve arkaya doğru sallanarak harekete gelirlerdi; sağ ayak, daima yerinde kalır ve sol ayak vücudun hareket yönüne aykırı olarak mütemadiyen hareket ederdi. Bu sahnede dervişlerden kimi içini çeker kimi hıçkırarak ağlar. Hepsinin beti benzi atmıştır, yüzleri terle örtülüdür!

Üçüncü sahneyi yine şeyhin iki tarafındaki dervişten biri, fakat bir başkası açardı. Bu sahnede dervişlerin sallanması daha seri olurdu.

Nihayet dördüncü sahne başlar ve bu sahnede dervişler başlarını açarlar, bir halka teşkil ederler, kollarını birbirlerinin omuzları üzerine koyarlar ve bu vaziyette ayaklarını vakit vakit yere vurarak yahut birlikte sıçrayarak salonu tekdüze adımlarla devrederlerdi.

Tarikatlar tarihini yazmadığımız için bu beşinci faslı fazla uzatmak istemiyoruz. Yalnız tekkelerin dış yüzünü kısaca tasvir ederken oörümcek ağlarının iç yüzünü de bir nebze açıklamak isteriz.

Tekke hayatında hâkim olan, genellikle riyadır. Zaten halkın vicdani saflığını, mantıksız itikadını istismar için kurulan bu ocaklarda başka türlü bir ayırıcı özellik tasavvur olunamazdı. Dervişlerin alçaltıcı ve iğrendirici bir imani bozulma ile yüce saflıklarını kaybettikleri unutulmamak şartıyla, tekkelere ta gönülden bağlı olduklarını kabul ediyoruz. Bu şuursuz sürü, zaman zaman ve zemin zemin, mezhepleri ve tarikatları uğrunda sevine sevine canlarını feda etmişlerdi. Fakat şeyhler?.. Tereddütsüz denilebilir ki bunlar, istisnasız ikiyüzlü, sahtekâr, hilebaz birer şahsiyet idi.

Bir şeyhin en büyük mahareti ve yegâne kudreti “esrarlı” görünmesindeydi. Bu adamlar, daima muttaki, perhizkâr görünürler, belirsiz sözlerle muhataplarının tecessüs ve merakını celp ve tahrik etmeyi bilirlerdi.

Mesela, bir münasebet düşürerek “Havva, Âdem’in bir kaburga kemiğinden çıkartıldı, ne demektir?” deyiverirlerdi. Fakat bu sorunun cevabını vermezlerdi. Maksat, dinleyenlerde hayret, şaşkınlık, tereddüt meydana getirmekten başka bir şey değildi. Bazen söyledikleri sözü izaha başlarlar, yine tamamlanmamış olarak bırakırlardı. Ve “Din, pek güçtür, pek esrarengizdir; ancak kalbi Allah tarafından ilham nuru ile parlatılan bir imanlı kul, din-i mübinin hakiki manasını anlayabilir.” tekerlemesiyle gerekli buldukları belirsizliğin, muhataplarında irfansızlıktan ileri geldiğini hissettirirlerdi.

Şeyhlerin hususi hayatlarında namaz, zekât, oruç gibi farzların hiçbir mevkisi yoktu. Bütün bu merasim, onlarca timsallerin tasvirlerinden başka bir şey değildi. Ancak avamı itaat altında tutmak için bu ilahi emirlere hürmetkâr görünürlerdi.

Bazen, dinî adap ve erkânı, apaşikâr terk etmekle halkı çileden çıkaran tarikat kurucuları da görülmüştü. Daha Hicret’in üçüncü asrında türeyen “Karmat” lakabıyla meşhur şahsın hareketi bu kabîldendi. Bu adam, binlere varan müritlerini bütün dinî ibadetlerden muaf tutmuştu. Artık hiçbir kimse namaz kılmakla, oruç tutmakla mükellef değildi. Bilakis herkes, mezheptaş olmayanların mallarını yağma etmekte hürdü.

30Hankâh: Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlası ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer.
31Semahane: Sema ayininin yapıldığı geniş yer, Mevlevi tekkelerinin geniş salonu. (e.n.)
32Hikâyemizin taalluk ettiği tarihten iki yüz elli sene sonra Mısır’da da böyle bir garip itikat yüz göstermişti. Tanta’da defnedilmiş Seyyid Ahmed Bedevi’nin özel gününde Şinavî namını taşıyan ve ismi geçen seyidi mukaddes tanıyan dervişler, böyle bir eşeğe keramet ederlerdi. Tıpkı naklettiğimiz şekilde vazifesini ifa eden bu eşekler yıllarca muhterem tanılmıştı. Ahmed Bedevi’ye ait merasim hâlen de Mısır’da yapılmaktadır, fakat eşek meselesinin devam edip etmediği bu satırların yazarınca meçhuldür. (y.n.)
33Tehlil: İslamiyetin tevhit akidesini hülasa eden, ancak bir ilah bulunduğunu, onun da ancak ve ancak Allah (c.c.) olduğunu ifade eden “Lailahe illallah!” sözünü tekrar etmek. (e.n.)
34Keşkül: Gezici bazı dervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya abanozdan yapılmış dilenci çanağı. (e.n.)
35İzlal: Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. (e.n.)
36Vahime: kuruntu kurma hassası. (e.n.)
37Bakılırsa Romalıların İseviliği kabul etmelerindeki ilk sebeplerle tekkelerin şu yayılma tarzında garip bir benzerlik görünür! (y.n.)
38Meşhur Nizaraülmülk, işte bu şeyh-i ekberin, Hasan Sabbah’ın dervişleri eliyle katlolunmuştur. Hasan, Batıniye mezhebini henüz tesise çalışırken, Melikşah ile Nizamülmülk’ü kastederek “Elimde iki fedakâr dost olsa dünyayı şu iki Türk’ün elinden kurtarırdım.” demiştir. Sonradan iki değil, yüzlerce fedakâr dost kazandı ve hakikaten de sözünü yerine getirdi! Tarikatların, Doğu’da yaptıkları türlü türlü işler arasında bu gibi cinayetler de vardır ve pek boldur. (y.n.)
39İmtisal etmek: Uymak.