Ndura. Ormanın Oğlu

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
Font:Smaller АаLarger Aa

3. GÜN

ÇİLEMİN BAŞLANGICI

Bir şey bana saldırıyor, tüm bedenim kaşınıyordu. Bağırarak ayağa fırlayıverdim, uykudan eser kalmamış, tamamen ayılmıştım. Ellerime baktığımda büyük başlı kırmızı karıncalarla kaplı olduklarını gördüm. Tüm vücudumu karınca sarmış, her yerimden ısırıp duruyorlardı. Üstümü başımı yırtarcasına kıyafetlerimi çıkardım ve acıdan bağır çağır inleyip zıplayarak kopmuş kertenkele kuyruğu gibi kıvrım kıvrım kıvranırken ellerimle de vücuduma vurup karıncaları ezmeye çalıştım. Bir kısmı ağzıma kaçınca tekrar tekrar tükürmek zorunda kaldım. Bazılarıysa burnumla kulaklarıma girmişti, her yerimde geziyorlardı. Âdeta bir kovan dolusu arı topluca bana saldırmaya karar vermiş gibiydi. Yavaş yavaş karıncalardan kurtuldum ama üzerimde hiç karınca kalmadığından emin olmam on dakika kadar sürdü. Yattığım yerden ucu bucağı görünmeyen bir karınca9 sürüsü geçiyordu. Karıncaları def etmek için kendime vurmaktan her yerim kızarmış, vücudum o lanet böceklerin ısırığından bile daha kırmızı renkte kızarıklıklarla dolmuştu. O kadar kaşınıyordum ki kaşımaya nereden başlayacağımı bilemiyordum. Artık üzerimde hiç karınca kalmamış olmasına rağmen bazen bir şeyler bedenimde hızlı hızlı geziniyormuş hissine kapılıp kontrolsüzce titremeye başlıyordum.

Sinirim biraz yatıştığında çantamı, battaniyeyi ve etrafa saçtığım kıyafetlerimi yerden alıp üzerlerindeki karıncaları silkeledim. Sadece spor ayakkabılarımı giyip geri kalanını çantama koydum. Birkaç taşla dal alıp öfkeyle küfürler saçarak, ip gibi dizilmiş karınca sürüsüne attım. Bir süre kendimi kaybedip öfkeye teslim oldum: Evet, her şeyin sorumlusu karıncalardı, karıncaları öldürmem gerekiyordu, beni bu saçma sapan duruma onlar düşürmüştü ve bedelini de ödeyeceklerdi. Zıvanadan çıkmışçasına bir öfkeyle, âdeta durdurulamaz hararetli bir yok etme arzusu tarafından ele geçirilmişçesine üzerlerine basıp durdum. Birkaçı bacaklarıma tırmanıp beni tekrar ısırsa da hiçbir şey hissetmiyordum, acı hissim bir anlığına yok olmuş gibiydi. Aklımda sadece tek bir şey vardı: karıncaları öldürmek. Yerdekilerin üzerinde tepinip tekmeler savurdum, üzerimdekileri de bacaklarıma, kollarıma ve göğsüme çat çat vurarak ezdim. Birkaç dakikalığına tek savaşım, tek gayem bu olmuştu: tepinmek, ellerimle çat çat vurmak ve çok uzun süredir bastırdığım öfke ve içerlemişlikle bağırıp çağırmak. Öfkeli bir Güliver, Lilliput dünyasını yok ediyordu âdeta. Sonra birkaç adım geri çekildim ve yere yığılıp orada bir süre öylece kaldım; yitik, tamamen kaderine boyun eğmiş, hiçlik ve boşluk dışındaki her şeyden bihaber vaziyetteydim. Neden sonra kendime geldim. Gece yakınlarda bir yerlerde su aktığını duyar gibi olmuştum. Çırılçıplak, hiçbir şeyi umursamadan, titreyerek ve tüm bedenim kaşınarak elimde sopa sırtımda çanta suyu aramaya koyuldum. Ardımda sayısız ezilmiş karınca bırakmıştım, hayatta kalanlarsa o bilindik çılgın danslarını yaparak oradan oraya koşuşturuyordu.

Kulağım cidden beni yanıltmamıştı. Aşağı yukarı beş metre genişliğinde bir dere gözümün önünde ormanın ortasından akıp gidiyordu. İlk önce ayakkabılarımı çıkarıp kendimi suya atmak istedim ama sonra sülüklerle ilgili bir şeyler hatırlayınca dikkatimin bir anlığına da olsa umutsuzluğumun önüne geçmesine izin vererek dere kenarından suyu dikkatle inceledim. Sülüklerin vücuduma yapışıp kalarak kanımı emmesi düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyordu. Suya elimle dokunduğumda soğuk olsa da içine girip biraz durmamı engelleyecek kadar soğuk olmadığını fark ettim. Suda birkaç değerli küçük renkli balık dışında hiçbir şey görmedim. Kimileri diğerlerinden daha renkliydi ve yenemeyecek kadar küçük, öldürülemeyecek kadar da güzellerdi. Vücutları uzun ve düzdü, kuyrukları üç kısımdan oluşuyordu ve ortadaki kısım kuş tüyüne benziyordu, gözleri başlarıyla orantılı biçimde büyüktü ve vücutları alacalı mavi renkteydi fakat güneş ışığı vurduğunda pullarında maviden menekşeye kadar inanılmaz çeşitlilikte renk mat bir ışıkla parlıyordu10. Gözüm pirana ve timsah gibi başka hayvanları da aradı ama hiçbir şey göremedim. Ben de biraz su içtikten sonra suya girmeye karar verdim.

Önce elimdeki sopayla zeminin sağlam olup olmadığını kontrol edip suyun içine doğru biraz ilerledim. Ayakkabılarımı çıkarmadım çünkü bir böcek ısırır ya da ayağıma bir şey batar diye korkuyordum. Suyla havanın sıcaklık farkından dolayı suyla ilk temasımda soğuktan ürpersem de hemen alıştım. Uzun vücutları ve kararlı manevralarıyla canlı renklere sahip birkaç yusufçuk etrafımda uçuşuyordu. Etrafta oradan oraya uçuşan ya da sanki bir buz pistindeymiş gibi suyun üzerinde hızla seğirten bir sürü böcek de vardı.

Su dizlerime gelene kadar ilerlediğimde durup tüm vücudumu ellerimle ıslattım. Suyun sayısız karınca ısırığı ve şişmiş dizimdeki çiziklerin üzerindeki ferahlatıcı etkisi tarif edilmez bir rahatlama hissi yaratmıştı. Suyun içinde olup her şeyi unutarak her saniyeden haz almak bende derin bir rahatlamaya sebep olmuştu. Gözlerimi kapatıp nefesimi tutabildiğim kadar tutarak kafamı suya soktum, her yerimi saran serinleme hissiyle tenimi nazikçe okşadım. Kısa bir anlığına da olsa tüm sorunlar, kafamı meşgul eden her şey kaybolmuştu. Susuzluğumun tamamen dindiğini hissedinceye kadar da kana kana su içtim. Ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya kararlı bir şekilde sudan çıktığımda moralim yerine gelmiş, zihnim de savaşa hazırdı.

Yakınlardaki bir ağaçtan bir gürültü gelince hemen çalıların arasına saklandım. Bulmuşlardı işte beni, hem de çırılçıplak ve savunmasız. Şimdi beni öldürecekler, acımasızca katledecekler, vahşi bir hayvan gibi kurban edeceklerdi. Ölmek istemiyordum, acaba onları yanlış yöne çekebilir miydim? Biraz huzuru hak etmemiş miydim? Karıncalardan yeterince çekmemiş miydim? Juan’ın isyancılar tarafından kurşunlarla delik deşik edilişi film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başlamıştı. Kazadan sonra alnından kanlar akan Alex’in koltuktaki cansız bedeni bana bir kez daha ıstırap veriyordu. Kendimi isyancıların kurşunlarıyla açılan yaralardan kanlar akarak koca bir ağacın dibinde yatarken hayal ettim. Ben acılar içinde kıvranırken isyancılar da bana gülüyordu. Ah o acı… Ağaçları gözlerimle tarayıp sonunda sesin kaynağını buldum: kuyruğu kendisi kadar uzun, yüzü maviye çalar bir renkte, yaklaşık yarım metre boyunda bir maymun. Kafasının her iki yanında gözüyle kulağı arasından bir tutam koyu renkli kıl fışkırıyordu, gözlerinin üzerinde de eğik bir açıyla çıkan beyaz tutam tutam kıl vardı, beyaz renkteki boğazı, göğsü ve karnı dışında vücudunun büyük bölümü sarımsı kahverengiydi11. Belki de kaderimde o gün ölmek yoktu. Yavaş yavaş, daldan dala atlayıp ciyak ciyak bağıran başka maymunlar da belirdi ve toplam beş tane oldular. Herhalde oyun falan oynuyorlardı çünkü bir dalın üzerine tüneyip çığlıklar atarak büyük bir enerjiyle dalı sallamaya başladılar. Belki de çiftleşme dönemindeydiler, hiçbir fikrim yoktu, ama çok büyük bir gösteri sergiliyorlardı. Kalp atışlarım yavaş yavaş normale döndü. En son içlerinden bir tanesinin yerden bir şey alıp yediğini gördüm, yediği şey benim durduğum yerden çıyana benziyordu.

Nehrin karşı kıyısında onlara benzer ama renkleri farklı bir maymun daha gördüm. Bunun yüzü siyah, favorileri beyazdı ve göğsüne ve kollarının bir kısmına yayılmış bir sakalı vardı. Rengi daha siyahtı ve sırtında kızılımsı turuncu renkte üçgen bir iz vardı. Gördüğüm öteki maymunlardan daha büyük ve görece daha dinç ve kuvvetliydi12. Eliyle nehirden biraz su alıp içti ve sonra gözden kayboldu. Bir süre diğerlerinin oynayıp zıplamalarını seyrettim, tanık olacağımı asla tahmin etmeyeceğim eşsiz bir andı bu. Bir kez daha iki ölü arkadaşımı ve bunu görmenin ne kadar hoşlarına gideceğini anımsadım, özellikle de her şeye dair bitmek bilmez bir merakı olan şen şakrak Alex’i. Şimdi böyle şeyleri kimle konuşup kimle paylaşacaktım? Bunları benimle yaşamamış kimse anlayamazdı. Ama hayır! Şimdi bunları düşünmenin sırası değildi, ilerlememe bir faydası olmazdı bunun. O an ihtiyacım olan şey hayatta kalabilmek için toplayabildiğim kadar enerji toplamaktı. Hedefim bu lanet olası ormandan çıkmak, bu yeşil cehennemden kaçmak olmalıydı.

Spor ayakkabılarımı çıkarıp sularını sıktım ve kurumaları için dalların ucuna astım. Sonra şişeyi alıp su doldurmak için küçük bir akıntı aramaya koyuldum çünkü sanki bir yerlerde suyun durgun olduğu yerlerden su doldurmanın kötü bir fikir olduğunu çünkü oralarda suyun kirli olması ya da içinde böcek bulunması ihtimalinin daha fazla olduğunu okumuştum. Neyse ki su içmeden önce bunu hatırlamıştım. Öncekine göre biraz azalma olsa da hâlâ her yerim kaşınıyordu. Bacağımın üst kısmında bir sızı hissettim ve morardı mı acaba diye şöyle bir bakarken bir sülüğün yapışmış kanımı emmekte olduğunu gördüm. Bildiğimiz sülüklere göre belki biraz daha ince bir türdü. Önce korksam da sonradan sakinleşip bir çözüm düşünmeye çalıştım. Yanlış hatırlamıyorsam sülükleri tuzla ya da yakarak çıkarabilirdiniz. Çakmağımı çıkardım, küçülüp büzüşene kadar sülüğü yaktım ve tam o an bıçağımla çekip çıkardım. Yapıştığı yerde kenarından bir damla kan sızan bir kızarıklık bıraktı. Çakmakla bıçağın ucunu ısıttım ve dikkatlice yarayı dağladım. Sülüklerin açtıkları yarayı enfekte edip etmedikleri hakkında hiçbir fikrim yoktu ama risk almak istemedim. O kadar acıdı ki avazım çıktığı kadar bağırmamak için çok büyük çaba sarf ettim. Belki başka bir tane daha vardır diye vücudumun geri kalanını da kontrol ettim ama hiçbir şey bulamadım. Artık bacağımda bıçağın ucu şeklinde yanık bir dövmem olmuştu. Yaram devasa şekilde su toplayacaktı. Belki de böyle pervasız bir şey yapmamalıydım.

Tüm bedenimi bir uyuşukluk sarınca sabahı dinlenerek geçirmeye karar verdim. O kadar duyguyu art arda yaşamak yorucu gelmişti, bitkin düşmüştüm ve bedenim kurşun gibi ağırlaşmıştı. Gölgelik bir yer bakındım ve tamamen kuruduğumda üzerimi giyindim. Çantada Namibya’dan almış olduğum hediye tişört vardı, nehir kıyısında dolaşan sinir bozucu binlerce böcekten korunmak için yüzüm de dâhil başımın tamamını örtmek için onu kullandım. Yere uzanmadan önce yakınlardaki bir çalıyı kontrol ettim. Daha önce de ona benzer bir sürü çalı görmüştüm, küçük mavimsi çekirdekleri olan, gösterişli, parlak kızıl meyveleri vardı13. Yenir miydi acaba? Giysilerimden silkip atamadığım, kafası karışmış bir karıncayı ezdim. Gözlerimi kapatıp kendimi mahmurluğun kollarına bırakarak uykuya daldım, sıcak ve nem hem vücudumdaki kaslara hem de irademe ağır gelmişti.

 

Bir el silah sesi, otomatik bir silahtan gelen patlama sesleri, sonra başka silah patlamaları. Hemen ayağa fırladım. Silah sesleri nehrin öteki kıyısından ama uzaktan geliyordu. Artık hayal görmediğimden emindim, beni bulmaları an meselesiydi. Birden bire içinde bulunduğum durumun rahatlamama izin vermeyeceğini hatırladım. Tüm duyularımı sürekli tetikte tutmazsam mahvolurdum.

Çabucak her şeyimi topladım, tişörtü çantaya tıktım, çoraplarımla ayakkabılarımı giyip sopamı yerden aldım. Çoraplarla ayakkabılar hâlâ ıslaktı ama o tür saçmalıklara takılacak vaktim yoktu. Bir yere varabilmenin en iyi yolunun nehri takip etmek olduğuna karar vermiştim ama nehir kıyısından gitmek artık bayağı tehlikeli geliyordu. Ben de bitki örtüsünün arasında görünmeden ilerleyebilmek adına bir kez daha ormanın içlerine girip nehri dört beş metre uzaktan paralel takip ettim. Küçücük bir dünyaydı burası, ne yöne baksam çıkışı olmayan yeşil bir duvardan başka bir şey göremiyordum. En çok beş altı metre ilerisini görebiliyordum. Çok geçmeden nehri de kaybettim ve bir kez daha hiçbir yere çıkmayan yolumda tek başıma kaldım.

Tüm öğleden sonra çok kısa molalar vererek bazen hızlı bazen yavaş yürüdüm. Biraz nefesimi toplayıp başka silah sesleri duyar mıyım diye etrafı dinlemeye yetecek ufak molalardı bunlar. Her adımda spor ayakkabılarımın çıkardığı, bir su birikintisine bastığınızda çıkan sese benzer seslere ve ara sıra yoklayan baldır kramplarına katlanmak zorunda kalıyordum. Bitki örtüsü gittikçe sıklaşıyor, yer yer gölgelere dalıyordu. Her yer sivrisinek kaynıyordu, sanki sonsuz bir savaştaymışız gibi beni taciz etmeyi hiç kesmiyorlardı. Bazen 2. Dünya Savaşı’nda kullanılan, kendi canlarını hiçe sayıp hedeflerinin üzerine dalışa geçen Japon kamikazelerini hatırlatıyorlardı bana. Sivrisinekler de o kamikazelerin aynısıydı çünkü uçaksavar olarak kullandığım ellerimle öldürdüğüm arkadaşlarını umursamadan kendilerini üzerime atıyorlardı. Bazıları o kadar iriydi ki savaş uçağından ziyade varlıkları bile düşmanın yüreğine korku salmaya yeten bombardıman uçağı gibi görünüyorlardı. Yaklaştıklarını gördüğümde derhal yay gibi gerilip onlardan kaçmaya çalışıyordum. Aralarında hep aç olanları vardı, kollarımla bacaklarım kıyafetlerimin tenimi kapatamadığı yerlerde bir sürü ısırıkla dolmuştu. Bazıları sabahki karınca saldırısından kalan ısırık izlerinin üzerinden bile ısırmıştı. Kaybettiğim, banal, boş ve gereksiz bir savaş veriyordum çünkü sineklerin sonu gelmiyor ama ben gittikçe yoruluyordum. O kadar can sıkıcı bir hal aldılar ki kıyafetlerimin kapatamadığı yerleri nemli toprakla kaplayıp çıplak tenimle sinekler arasında delemeyecekleri bir bariyer oluşturmaya karar verdim. Bir anlığına aklımda çakan o fikir beni kurtarmıştı. Özellikle çamur kuruyunca hiç rahat hareket edemesem de bitmek bilmez sinek saldırısı daha kötüydü.

Bu numara sayesinde o insafsız böcekleri bir süre unutabilsem de henüz zaferimi ilan edememiştim ama en azından geçici bir ateşkes sağlamıştım. Şaşırtıcı bir şekilde, sürdüğüm çamur karıncaların gezdiği yerlerdeki kaşıntıyı da kesmişti. Sonunda şans yüzüme gülmüştü.

Etrafa bakınmakla oyalanmadım çünkü takip edildiğime ve uçsuz bucaksız bir ormanda giderek daha da köşeye kıstırıldığıma dair sürekli bir korku içindeydim. Arkamdan gelen ayak ve insan sesleri duyduğumu ya da ağaçların arasından yüzlerinde vahşi ifadelerle bir görünüp bir kaybolan, sürekli beni gözleyen gerillalar gördüğümü sanıyordum. Ancak gerçekte net olarak hiçbir şey görmüyor, etrafımda olduklarına dair tek bir iz bulamıyordum. Ağaçların üzerime eğilip beni gitgide bu yaşayan ağaçtan hücreye hapsettiği hissine kapılıyordum. Paranoya mı yapıyordum bilmiyorum ama hiç bilmediğim bu ölümcül ormanda hayatta kalmak istiyorsam sakinleşmek zorundaydım.

Delirmiş gibi ortada dolanırken tüyler ürperten bir manzaraya denk geldim. Aşağı yukarı şempanze büyüklüğünde maymunlardan oluşan bir primat ailesine benzer bir grup hayvan elleri, ayakları ve kafaları kesilmiş, kan gölleri içerisinde kalmış, sıcaktan kavrulup kurumuş ve envaiçeşit böcek ve leş yiyen hayvan tarafından çepeçevre sarılmış halde ormandaki bir açıklıkta yatıyordu. Leş kokusu dayanılacak gibi değildi, anında midem ağzıma geldi ve kusacak gibi oldum. Gücümü toplayıp manzaraya yeniden baktım. Yetişkin gibi duran iki maymuna ek olarak onlardan daha ufak bir tane daha maymun vardı. Hiç yavru yok gibiydi. Onları da neden katletmemişlerdi, öldürülen maymunların acaba yavruları var mıydı ya da yavruları karaborsada satmak için mi götürmüşlerdi bilmiyordum. Hayvanların vücudundaki belli kısımlarının (gergedan boynuzu, kaplan kemikleri vb.) Asya ülkelerinde afrodizyak olarak her yerde satılabildiğini ise biliyordum. Belki bu katliam da o türden bir şey için yapılmıştı. O lanet yerden mümkün olduğunca hızlı uzaklaşmaya karar verdim. Bu keşfim insan ırkının zalimliğini bir kez daha kanıtlamakla kalmamış, bana yabancılara doğal olarak pek sıcak davranmayacak kaçak avcıların sık sık geldiği bir bölgede dolaştığımı da göstermişti.

Olan biten her şeyden çok etkilenmiştim. Bir noktada sağ baldırımda kuvvetli bir kramp hissettim ve durup bacağımı germek zorunda kalarak bir yandan yerde kıvranırken bir yandan da acıdan bağırmamak için ağzımı kapattım. Tekrar yürümeye koyulmadan önce bir süre oturmam gerekti ve günün geri kalanı boyunca bacağımdaki rahatsızlık hissi hiç geçmedi. Birkaç kez krampın yeniden başladığını düşünerek durup bacağımı germek zorunda kaldım. Karanlık çökmeye başladığında yorgunluktan bayılmak üzereydim ve yavaş tempoyla yürümek zorunda kaldığımdan çok da ilerleyememiştim. Yürümekten özellikle bacaklarım bitap düşmüştü, dizlerimle baldırlarım acıyordu ve ayaklarımı hissetmiyordum. Olumlu tarafından bakacak olursak, bu yerden kurtulabilirsem hafiften çıkmaya başlamış bira göbeğimi de eritmiş olacaktım ki bu da bir şeydi. Belki de kurtuluşum olan mizah duygumu kaybetmemeliydim. Bana kalan tek şey artık oydu, tabi bir de yaşama arzum. Elena, şimdi bana bir kere sarılıp gülmen için neler vermezdim! Ya da yaptığın o güzel yemeklerden yemek için…

Devrilmiş bir ağacın gövdesine oturarak kalan tüm ayvayı da yiyip koca bir yudum su içtim. Şişenin ancak beşte biri kadar suyum kalmış, yiyeceğimse bitmişti. Karıncalar hem yerde hem de ağaçlarda gezdiğinden onlarla yaşadığım deneyimden sonra uyuyabileceğimi hiç sanmasam da üçüncü gecemi ağaç tepesinde geçirecektim çünkü istediğim son şey o gün uyurken ateş açmış olan o alçak herifler tarafından kaçırılmaktı. İlk gece olduğu gibi, uygun bir ağaç arayıp buldum ve bir sarmaşıktan yardım alarak seçtiğim dala çıkmaya çalıştım. Ancak elimi değdirir değdirmez çekmek zorunda kaldım çünkü acı bir batma hissi duydum. Sarmaşığın dikenleri vardı. Yaralanan avcumu ovalayarak tırmanacak başka bir ağaç aradım. Ağacı bulduğumda dikkatle tırmanıp kendimi cehennemde bir gece daha geçirmeye hazırladım. Çoraplarımla ayakkabılarımı çıkarıp sabaha kadar kurumaları için dua etsem de bundan bayağı şüpheliydim çünkü havanın nemi neredeyse hiç bitmiyordu. Ayaklarım buruş buruş olmuş ve açık kahverengimsi yeşil bir renk almıştı. Ayaklarımı kurutabildiğim kadar kurutsam da o rahatsız his gitmedi. Isınmaya çalıştım ama olmadı, ne battaniye işe yaradı ne de vücudumu ovalamak. Karınca ve sivrisinek ısırıkları hiç durmadan rahatsızlık veriyordu ama yapabileceğim bir şey yoktu. Bu rahatsızlığı gideren tek şey sinek ısırıklarından korunmak için sürdüğüm nemli çamur olmuştu. Çamuru sürünce o an bitmek bilmeyen kaşıntıların yerini tarif edemeyeceğim bir rahatlama hissi almıştı. Bacaklarımda ve sırtımda yerini tam bulamadığım geçmeyen bir ağrı vardı. Sağ kolum bütün gün elimdeki sopayla hayali pala darbeleri vurmanın yorgunluğundan hissizleşmişti.

O kadar bitkindim ki anında uykuya daldım. Son hatırladığım şey ertesi gün uyandığımda koca bir bardak ballı süt ve tereyağı ile çilek ya da böğürtlen reçeli sürülmüş kızarmış ekmek olan bir kahvaltı bulmayı ümit ettiğimdi.

4. GÜN

TROPİK BİR FIRTINADA HAYATTA KALIŞIM

Çok yakından gelen bir gürültüyle uyanıp az daha korkudan yere düşüyordum. Tamamdı artık. Bulmuşlardı beni, işim bitmişi. Tüm çabalarım boşa çıkmıştı, beni savunmasız ve gafil yakalamalarına izin vermiş, şimdi de bedelini ödeyecektim. Dala sıkıca tutunup korku dolu gözlerle her yöne bakarak isyancıları aradım ve beni vurmayın, beni vurmayın diye bağırdım. Ancak hiçbir şey göremedim. Eğer isyancılar burada olsaydı beni vurmuş olurlar ya da en azından ağaçtan inmeye zorlarlardı. Ben de yanlış alarm olduğuna kanaat getirdim. Öyleyse ne tür bir hayvan geçmişti oradan? Biraz buna takılmıştım.

"Bir gün bile rahat uyanamayacak mıyım ben?" diye homurdandım yüksek sesle, "Biraz olsun beni kendi hâlime bırakamaz mısınız?”

Aslında hiçbir şey umurumda değildi. Yere inip ağzımı kocaman ayırarak esneyip gerindim. Bayağı bir deliksiz uymuştum ama sırtım deli gibi ağrıyordu. Bir de ayılmaya başlar başlamaz karıncalarla sivrisineklerin ısırdığı yerlerdeki bitmek bilmez kaşıntı da geri gelmişti. Ağaç dallarında uyumak vücudum için en iyi seçenek olmasa da, doğrusunu söylemek gerekirse gelip geçen herkesin ve her hayvanın avcunun içinde olacağım orman zemininden daha iyi bir seçenek gibi geliyordu. Bacaklarımla kollarımı dikkatle inceleyince bazı yaralarımın, özellikle de bitkilere sürttüğüm yerdekilerin, iltihaplandığını gördüm. Bir o eksikti zaten. Gittikçe yükselen bir gurultu duydum ve bunun karnımdan geldiğini fark ettim. Canavar gibi acıkmıştım ama yiyecek bir şeyim kalmamıştı. Bugün önceliğim yiyecek bulmaktı, nehrin yerini yeniden tespit ettiğimden şimdilik su sorunum yoktu. Mantık timsali Alex’in her zaman için etraflıca düşünülmüş bilgece tavsiyelerini duymayı çok isterdim. Ama yalnızdım, Alex ölmüştü, Juan ölmüştü, bense yapayalnız kalmıştım. Benim hatamdı, hepsi benim suçumdu.

Biraz yüzümü yıkayıp su içmek için nehre yürüdüm. Şişemi de ağzına kadar doldurdum. O kadar su içtim ki o an için karnım doymuş gibi hissettim ama bu çok sürmezdi. Bir kayaya oturup yiyecek bulmanın en iyi yolunu düşünmeye koyuldum. Bir çözüm bulmaya uğraşırken yakında bana bir şeyi andıran bir ağaç gördüm. Dikkatle ağacı inceledim. Bu ağaçla ilgili bir şey vardı, hani dilinizin ucundadır da tam olarak ne olduğunu çıkaramazsınız ya, işte öyle bir şey. Sonra hatırladım. Papağana benzer o kuşun meyve yediği ağacın aynısıydı bu. İşte tam o anda kafamda bir ampul yandı; aklıma gelen fikirler unutkanlığın duvarlarını yıkıp ihtiyaçlar yaşadığım akıl tutulmasına bir son verdi. Hayvanlar o meyveyi yiyorsa muhtemelen ben de yiyebilirdim. Kimi hayvanların zehirli bitkileri sindirebilen metabolizmaları olduğunu okumuştum ama seçtikleri meyvelerin çoğu benim için de yenilebilir olsa gerekti, özellikle de maymunlar bunları yiyorsa çünkü burada insana en yakın canlının maymun olması gerekiyordu.

Kalkıp ağacın yanına gittim. Dalların arasından tırmanarak en lezzetli görünen iki üç meyveyi kopardım. Aşağı inip ilkini bıçakla ikiye böldüm. Meyvenin içinin şekli ve dokusu bana Siyam balkabağı reçelini anımsattı ama rengi kırmızıydı. Böldüğüm yarımlardan birini soyup ufak bir ısırık aldım. Yavaşça, âdeta suyunu emercesine çiğnedim. Tadı garip ama güzeldi. İki yarımı afiyetle mideye indirdikten sonra öteki meyveyi de soyup yedim. Üçüncüsünü ikiye böldüğümde içinde küçük böceklerin olduğunu fark edip atım. Ağaca tekrar tırmanıp altı tane kadar daha meyve topladım. En yeşillerden beş tanesini seçip başka bir gün yemek üzere çantama koydum ve ötekini hemen yedim.

Kahvaltımı bitirmiş ve hem yemek yediğim hem de en azından yiyecek bir şeyler bulabildiğim için tamamen tatmin olmuştum. Yine de o andan itibaren kendimi gerek farklı meyveler gerekse de başka herhangi bir şey olsun farklı yiyecek kaynakları bulmak için bir gözümü hep açık tutmaya zorladım çünkü sadece o meyveyi yiyerek yaşayamazdım. Kuş ve maymunlara dikkat etmeye karar verdim. Ayrıca duman çıkarmadan ateş yakmanın bir yolunu bulamadığım müddetçe isyancıları kendime çekerim korkusuyla ateş yakma riskini alamayacağımdan, çakmağım olsa bile eti pişirmeden yemenin bir yolunu da düşünmek zorundaydım. Belki çok küçük parçalar hâlinde yersem o kadar da zor olmazdı. İtalyan restoranlarında yediğimiz karpaçyo (carpaccio) gibi aynı.

 

Yenilebilecek gibi duran balık var mıdır diye nehri dikkatle tararken kıyıda yetişen bir takım bitkileri fark ettim. Boyları yarım metreyi aşıyordu, renkleri yeşildi ama en taze yaprakları biraz kırmızımsı renkteydi. Gövdeleri sert ve kalın tüylerle kaplıydı. Yaprakları ovaldi ve kenarları tırtıklı ve dişliydi14. Beni asıl çeken şey kokusu oldu. Kuvvetli, nanemsi bir rayihası vardı. İşime yarayabileceğini düşünüp yapraklarından koca bir avuç topladım. Orman beni şaşırtmaktan hiç vazgeçmiyordu. Belki en nihayetinde hayatta kalmanın bir yolunu hâlâ bulabilirdim. İşte yine bir sevinçten coşma hâli gelmişti.

O gün de bir önceki öğleden sonra yaptığım gibi devam etme kararı aldım: kıyıya çok yaklaşmadan nehre paralel gidecektim. Hatırladığım kadarıyla Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin denize kıyısı yoktu, yani nehir okyanusa çıkarsa isyancıların olmadığı ve yardım bulabileceğim başka bir ülkeye geçmiş olacaktım. Zaten güneşe göre rotamı belirleme alternatifi pek işime yaramıyor gibiydi çünkü yön duygumu kesin ve net olarak kaybetmiştim.

Sabah sakin geçti. Yürüyüp molalar vererek ilerledim ama sanki bacaklarım 40 kilo olmuş gibi sonsuz bir bitkinlik hissi vardı. Zaman zaman sürekli üzerime dikilmiş gözlerle arkadan izlendiğim hissine kapılıyor, dönüp her tarafa baksam da hiç kimseyi, insan varlığına dair tek bir izi bile göremiyordum. Şaşırtıcı biçimde, çoraplarım kurumuştu. Ayakkabılarım hâlâ nemliydi ama en azından o gıcık sesi çıkarmıyorlardı. Ancak ayaklarıma kesinlikle bir tür mantar bulaşmıştı, sanki hastalık yapan zararlılarla dolu bir havuzda yüzmüş gibiydim. Ne zaman bir kuş ya da başka bir hayvan görsem hiç ses çıkarmadan ne yediğini görmeye çalışıyordum ama şansım hiç yaver gitmiyordu çünkü hayvanların sadece bir yerden bir yere gittiğini görebiliyordum, pek aç görünmüyorlardı. Bu da benim şansımdı işte.

Bir an burnumun üzerinde bir şeyler hissedip elimi atıp bakınca su gibi bir şey olduğunu gördüm. Yukarı baktığımda bir damla daha düştü, bir damla, derken bir damla daha. Öyle bir an geldi ki adeta bulutlar üzerime düşüyordu. Gökyüzü bir anda kapkara kesildi. Yağmur yağıyordu. Yağmur derken daha önce eşini benzerini görmediğim biçimde bardaktan boşanırcasına bir yağmurdan bahsediyorum. Uzaklardan gök gürültüsünü duyabiliyordum ve zaman zaman etrafımı sokak lambası gibi aydınlatan anlık şimşek çakmaları yakalıyordum. Hemen sığınacak bir yer aradım. Bulabildiğim tek seçenek çantamı bacaklarımın altına alıp yere kıvrılarak bir ağacın altına saklanmak olmuştu. Şapkamı takıp üzerime battaniyeyi aldım. Ardından bu gibi durumlarda kuşların yaptığını yaparak tamamen hareketsiz kalıp yağmurun aynı yere denk gelmesini sağlayarak mümkün olduğunca az ıslanmaya çalıştım.

Yağmur saatlerce sürdü, o kadar uzun sürdü ki bana günler gibi gelmişti. Karnım acıkmış olsa da hareket etmeye cesaret edemedim. Battaniyeyle tişörtüm yağmurdan sırılsıklam olmuştu, suyun sırtımdan aşağı dere gibi aktığını hissedebiliyordum. Ağacın gövdesinden de sular akmış ve yer yer benim altıma kadar geçmişti. Yağmur yağdıkça yağdı, gök gürledikçe gürledi, şimşek çaktıkça çaktı... Kafamı bile hareket ettirmediğim o saatler boyunca yerdeki bazı küçük böcekleri takip etmeye çalışarak oyalandım ve yağmur damlalarının üzerlerine düşüşünü ya da akıntıya kapılıp gidişlerini seyrederek kendimi eğledim. Toprak yüzeyinde bir şeyler yiyip kendilerini çamura gömen birkaç kurtçuk da gördüm. Yağmur yağıp gök gürlemeye devam ediyordu, sanki Bantu yaratıcı tanrısı Bumba tüm hiddetini tek hamlede tepeme indirip işimi bitirmeye karar vermiş de gücünü topluyordu. Üşümüştüm ve dişlerim kontrolden çıkmış hâlde birbirine vurarak titriyordum. Bazı yerlerde küçük dereler oluşmuş, engellerin üzerinden bilinmeze doğru akıp gidiyordu. Arkamdan nehrin kükrediğini duyabiliyordum. Sesi öncesinden daha kuvvetli geliyordu, yağmurdan dolayı yükseldiğini tahmin ediyordum. Midemdeki açlık sancıları giderek keskinleşirken yağmur da yağdıkça yağdı. Gök gürültüleri ve bulutların arasındaki savaştan çıkan elektrik kıvılcımları devam ediyordu. Hareketsiz durmak ufak çaplı yağmurlarda etkili olsa gerekti ama bunun gibi fırtınalarda kuru kalmanın tek yolu başınızı sokacak bir çatıyla dört duvarınızın olmasıydı çünkü şemsiyem bile olsaydı beni sanki nehirde yüzmüşüm gibi görünmekten koruyabileceğini sanmıyorum. Artık ayakkabılarımın ıslak oluşuna takılmama gerek yoktu, sadece gökyüzünün yarılıp savunmasız başıma boşalmayı ne zaman bırakacağını bilmek istiyordum.

Umudumu kaybetmiştim. Bunun günlerce hatta haftalarca sürebileceğini düşünmeye başlamıştım. Asya’daki musonları ve yıkıcı sonuçlarını hatırladım. Bu kadar sık sulandıkları düşünülürse ormandaki ağaçların böyle uzun olması şaşırtıcı değildi. Yağmur haddinden uzun sürerse orman balık yerine maymunların yüzdüğü bir akvaryuma dönecekti. Garip bir şekilde, yağmur bastırınca tuhaf seslerle gürültülerin çoğu da kesilmişti. Yağan yağmurun gümbürtüsü muhtemelen her şeyi bastırmış ya da o sesleri çıkaran yaratıklar yuvalarına sığınmıştı. Benim haricimde herkes tabi… Ben, kafamı sokacak bir yer olmadan, kaderim havanın merhametine bağlı, yüzyılın fırtınasının ortasında kalmıştım. Durumum kötüleşip bu hızla aşağı çekilmeye devam edersem kazacağım bir sonraki şey fiziksel ve ruhsal yorgunluktan öldüğümde gireceğim mezarım olacaktı. Aslında bu hiç de kötü bir seçenek gibi görünmüyor, hatta çok hoş bir mola gibi geliyordu.

10 metre kadar uzakta bir ağaca yıldırım düşüp ağacı ikiye böldü. Çıkan ses kulaklarımı birkaç saniyeliğine sağır etti ve yer sarsıldı. Dünyanın sonu yakındı ve ben kaybolmuştum. Ağacın üst kısmı düşerken hâlâ ayakta olan başka bir ağaca çarptı; uç kısmı yanıyor, güm güm sesler çıkartıyordu. Her yeri tuhaf bir koku kapladı. İlk önce başka bir ağaca çok yakın olduğumdan içinde bulunduğum tehlikeyi düşünüp üzerime düşecek bir yıldırımın bedenimi delip beni içerden yakıp kül edeceğini hayal ederek korkudan taş kesilsem de sonradan yangını izleyince tamamen suya batmış olduğumdan kalkıp ateşe yaklaşsam çok da bir şey değişmeyeceğine karar verdim. En azından biraz ısınırdım, o an bunu çok istiyordum. Ayağa kalkınca sayısız iğne dizlerim başta olmak üzere eklemlerime batmış gibi bütün eklemlerim ağrıdı. Tekrar hareket edebilmek için üç kere daha denemek ve bacaklarımı durmadan ovalamak zorunda kaldım. Ateşe yaklaşıp aramızda sadece birkaç santimetre bıraktım.

Ateşin ısısı dalga gibi suratıma çarptı ama hoş bir histi. Gözlerimi kapatıp etrafımı saran arındırıcı ve özgürleştirici ateşin tadını çıkardım. Artık bir işe yaramasa da battaniyeyi üzerime aldım. Selin dinmesini beklerken yakınlarda küçük dal ve filizler arayıp yakıtı bitmesin diye ateşi besledim. Ateşe değdiklerinde çatır çatır seslerle şimşek gibi anlık parıltılar çıkarsalar da çabucak yanıp tükeniyorlardı. Ben de fırsat bu fırsat diyerek çantamdan üç meyve çıkararak soyup yedim. Onları yemekten bıkmıştım çünkü açlığımı tam yatıştırmıyorlardı ve aynı meyveyi yiyip durmak istemiyordum. Midemi şaşırtmak için bir dal alıp ağzımda geveledim.

You have finished the free preview. Would you like to read more?