Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi

Text
Read preview
Mark as finished
How to read the book after purchase
  • Read only on LitRes Read
Font:Smaller АаLarger Aa

İKİNCİ KİTAP

“Miss Johnsonser”

1

Yelkenli sandal yelken kuvvetiyle yarıya kadar düz sahil üzerine fırlayıp bir tarafına devrildiği zaman Missouri Nehri sahilindeki Az-tekler mabedini teşkil eden üç beş dönümlük açık ve temiz orman sahasında vahşilerden hiçbir kimse kalmamış ve ortalık tamamıyla tenhalaşmıştı. Her ağacın arkasına gizlenmiş bulunan vahşilerin yalnız burunları gözüküyordu. Ancak tüm diğer beden azalarını ağacın dalları ile siper ederek gizledikleri hâlde meydanda kalan burunlarının yukarı ucu hizasında birer tek parlak gözleri de pür dikkat sandala yönelmişti. Dolayısıyla sandal, etraftan kendine doğru çevrilen yüzlerce göze hedef olmuştu. Bu hâlde sandaldan karınca çıkacak olsa dahi Azteklerin dürbün gibi gören gözleri onu bile göreceklerdi.

Çıka çıka sandaldan gayet genç ve güzel bir kız çıkmasın mı?

Evet, bir kız! Sandalın içinde kızdan başka kimse yok! Hatta bu kızcağız o kadar perişan bir hâl ve tavırla çıkmıştı. O derecelerde hâlinden bezmişti etrafına bile bakamıyordu. Bundan da anlaşılıyordu ki kız buraya kendi isteğiyle değil; kazara gelmişti.

Kız, şöyle etrafına yüzeysel bir göz gezdirdikten sonra sandala dönüp onu tekrar nehre sürükleyip yüzdürmek için iki güzel elleriyle küpeştesine yapışarak ve nahif vücudunun ağırlığından da istifade için minimini ayaklarını kumlar üzerine basıp vücudunu nehirden tarafa çevirerek sandalı kımıldatmaya çalıştıysa da kendi güzel kollarındaki kuvvetin ve nahif vücudundaki ağırlığın yetersizliğinden sandal yerinden bile kımıldamamıştı.

Birkaç defa tekrar ettiği bu boş hareket biçare kızı ümitsizliğe düşürdü. Sandalı tekrar terk ederek yine etrafına bakınmaya başladı. Bu defa hem etrafına bakıyor hem de güya basacağı yerler ateş imişler de ayaklarını yakacaklarmış gibi bir korku ve endişeyle adımlar atıyordu. Atacağı adımları istikametle atabilmesi için buraları bilmesi gerekir. Oysa böyle bir durum söz konusu değildi. Bu kız, hangi tarafa üç beş adım atacak olsa, güya daha ilerisi daha korkunçmuş gibi bu defa da başka tarafa yöneliyordu.

Dikkat edilecek durumlardandır ki zaman gündüz olduğu hâlde kızcağız sanki bir karanlık gecedeymiş de bir adım ilerleyecek olursa kim bilir ne gibi korkunç şeylerle karşılaşacak. Dolaysıyla her adım attıkça kollarını ön veyahut yan taraflara doğru atarak tehlikeli bir şeyin bulunup bulunmadığını yokluyormuşçasına birtakım garip hareketler de gösteriyordu.

Öyle bir an oldu ki kızcağız yorgun ve perişan hâliyle korku ve endişeyle bulunduğu yerde âdeta buz kesilerek donakaldı. Eğer saçları düzgün bir şekilde taranıp büklüm büklüm bağlanmamış ve doğal hâllerine bırakılmış olsalardı, kızcağızın ürpermiş bulunduğu anda ihtimal ki başındaki saçlar kamış gibi dimdik dikileceklerdi.

Bu donmuş hâlde birkaç saniye kaldıktan sonra, avcıdan korkuyla ürküp kaçan bir ceylan gibi, kızcağız gerisin geriye ani bir hareketle koştu. Fakat nereye kadar kaçacak? İçinden çıktığı sandal nihayet otuz adım kadar bir mesafede bulunduğundan sandala kadar kaçtıysa da sandal kendisine bir sığınak değildir ki firarından istifade edebilsin.

Sandalı tekrar muayeneye başladı. Henüz su içinde bulunan kuyruk tarafına gidip vücudunun ağırlığını oraya verdi. Kuyruğun suya batmasıyla kumlar üzerindeki başın kalkabilip kalkamayacağını yokladı.

Heyhat! O nazik vücudun ağırlığından ne olur ki sandalın kuyruğu batıp da başı kumdan kurtulabilsin?

Bundan da ümidini kestikten sonra sandalın baş tarafından oturmuş bulunduğu kumları güzel elleriyle eşelemeye başladı. Sanki aklınca kumu defedip yerine su getirerek oluşturacağı minimini bir gölle sandalı yüzdürmede başarılı mı olacak? Heyhat! Elleri kazmalı kürekli üç dört kuvvetli adamın birkaç saatte yapamayacakları şeyi aciz kızcağız tırnaklarıyla mı yapabilecek?

Bundan da ümidi kırılınca genç kız ağlamaya başladı. Hem ağlıyor, hem de tekrar ormandan tarafa yürüyordu. Evvelce gelmiş bulunduğu noktaya kadar oldukça cüretle geldi. Ondan öteye yine cüret ve cesareti kendisini bırakarak, evvelki korku ve endişeyle ilerlemeye devam ediyordu.

Gele gele evvelce vahşilerin kurban edilen Patariç cesedini sırığa takılmış olduğu hâlde bırakmış bulundukları yere geldi. Bu naaşı görür görmez iki kollarını kaldırıp iki ellerinin beşer parmaklarını açarak ve gözleri yerlerinden fırlayarak kızcağızın tutulduğu korkuyu tarife gerçekten imkân kalmadı. Bu hâl o kadar müthiş bir zemin teşkil etti ki onu olsa olsa maharetli bir ressamın fırçası tasvir edebilir.

Genç kız bu korkunç naaştan ürküp kaçmak istiyor idiyse de nereye kaçacağını bilemediği gibi, böyle kafası, kolları, bacakları kesilmiş, göğsü yarılmış olan bir naaşın ne olabileceğine de akıl erdirmek merakını defedemediğinden kâh geri ve kâh ileri hareketlerle merakını gidermeye çalışıyordu. Bu gayret ve cesaretle naaşın yanına gereği gibi yaklaşarak naaşın henüz taze olduğunu fark edince, asıl o zaman korkmaya başladı. Yerden bir değnek alıp o cesedin şurasına burasına dokunmakla beraber, bunu bu hâle kimler koymuş olduğunu da keşfetmek için etrafa büyük bir dikkat ve özenle göz gezdiriyordu.

Naaşla beş dakika kadar meşgul olduktan sonra ne olduysa kendisine umulmadık bir cesaret geldi. Hem de gittikçe artan cesaretiyle etrafı keşif ve incelemeye koyuldu. Gele gele ta mezbahaya kadar geldi. Yarım saat evvel orada kesilmiş bulunan kurbanın kanları her ne kadar pıhtılaşmış idilerse de henüz kurumamış bulunduğundan, burada pek yakın bir zamanda insanın kesildiğini kızcağız hemen anladı.

Anlamaması nasıl mümkün olur ki! Gözü önünde bulunan kanlı mezbahanın ne hizmet için yapıldığını, yolu buralara düşen Avrupalıların tamamı bilecekleri gibi malum kurbanın yanında bir de büyük put bulunduğundan orasının bir vahşilerin mabedi olduğunu da anlamış oldu!

Hele kızcağız etrafındaki ağaçlara gözünü kaldırıp bakınca daha da dehşete düştü. Bazıları bembeyaz kemikten ve bazılarının etleri, derileri kuruyup yapışmış etlerden olmak üzere birçok insan uzvunu görünce ve hele yeni kesilmiş bulunan adamın taze ciğeriyle kalbi bir ağaçta sallanmakta olduğunu; başı, kolları ve ayakları diğer ağaçlarda mıhlı bulunduklarını görünce yavaş yavaş artan cüret ve cesareti birdenbire kendisini terk etmişti. Bütün bunlara şahit olan zavallı kızcağız, yine bir buz kesildi kaldı.

İşte sandaldan çıkıp gelen kızın buraya kadarki durumunu gayet kısa tasvir ettik. Peki, bunları kısaca tasvir ederken ağaçların arkalarında gizli bulunan vahşilerin tamamı ne yapıyordu? Evet, bunlar da bütün bu olup bitenleri izliyorlardı. Onlar izledikleri gibi hikâyenin yazarı olmak sebebiyle bunların hâl ve vaziyetleri de bize malum olduğundan okuyucularımıza haber verebiliriz ki işin başında vahşilerin de uğradıkları korku ve endişe kızdan aşağı değildi. Bunlar bu kızın oraya kadar tek başına gelmediğini ve bu sandalın büyük bir gemiye bağlı olduğuna emin oldukları için Maradangal ve Fardiç tarafından edilen işaret üzerine, birkaçı nehrin yukarı ve aşağı taraflarına doğru sahil boyunca giderek ve muhtemelen o taraflarda olacağı belli Avrupa gemisini keşfe gayret etmişlerdi. İşbu keşif hizmetine giden vahşiler dönünce, görebildikleri yerlere kadar Avrupa gemilerinden eser olmadığı haberini getirinceye değin vahşiler kendilerini kıza asla göstermediler. Kızcağızın o korku ve endişe içindeki korkunç hâlini uzaktan uzağa ağaçlar arkasından seyrediyorlardı. Hem bu seyirleri uzun süre de devam etti. Zira kızın sandaldan çıkıp mezbaha önüne gelmesine kadar bir çeyrek saat geçtiği gibi mezbaha önünde ve Huyi Çilopoştli heykelinin karşısında ve insan uzuvları asılı bulunan ağaçlar dibinde kâh korkuyla ve kâh cesurca inceleme ve gözlemlerle geçirdiği zaman da yarım saati bulmuştu.

O civarlarda Avrupalı gemisi bulunmadığına vahşiler kanaat getirince, birbirine verdikleri işaretler üzerine birer ikişer ortaya çıkmaya ve kendilerini kıza göstermeye başlayınca, gelen kız asıl maddi tehlikenin şimdi baş gösterdiğini daha iyi anlamış oldu. Güya bu tehlikeden kurtulabilecekmiş gibi firar için şu tarafa bu tarafa başvurmaya davrandıysa da, kendisi için en açık taraf demek olan nehir tarafından bile kadın erkek Azteklerin gelişini görünce her tarafı avcılar ve av köpekleri tarafından kuşatılan korkak tavşan gibi olduğu yerde korkusundan mıhlandı kaldı.

Vahşiler epeyce uzak bir mesafeden kızın etrafında bir halka oluşturdular. Birçoğu o zamana kadar hiç görmemiş ve bazıları nadiren ve o da uzaktan uzağa görmüş bulundukları şu beyaz tenli mahluku büyük bir hayretle izlemeye koyulmuşlardı. Bunların şu hayretleri o kadar kuvvetliydi ki, insan o an, bunların da kızdan korku ve endişeye kapıldıklarına inanası geliyordu.

Amerika’ya hicret etmiş bulunan Avrupalılar malum kıtanın yerli ahalisine “Poroj” (Peaux Rouge) yani “Kızılderililer” dedikleri gibi yerliler de Avrupalılara kendi lisanlarınca “beyaz derililer” diyorlardı. Keza Amerika’da bulunan Avrupalılar, Kızılderililer’in eline esir düşecek olurlarsa ya onlardan intikam alıp öldürürlerdi ya da mabutlarına kurban ederlerdi. Bunu bilen Avrupalılar bunlardan pek korktukları gibi vahşiler de beyaz derililerin ateşli silahlarını şimşek ve yıldırım zannederek bunlardan fazlasıyla korkarlardı. Dolayısıyla şu kızcağızın etrafında halka oluşturan vahşilerin hayret ve garipsemeleri içinde biraz da korku ve endişe bulunduğuna şüphe etmemelidir.

Vahşilerin beyaz deriliyi izlemek için durmaları beş on dakika devam ettikten sonra Fardiç’in karısı Kadagoz “Mabudumuz Kan İstemiş” güftesini okumaya başlamakla kadın erkek diğer birtakım kimseler de ona uyarak şarkılarını söylemeye devam etmişlerdi. Biçare kızcağız ise bu nağmenin ne demek olduğunu bilseydi asıl korktuğuna uğramış bulunduğuna hükmetmesi gerekirdi.

Bazı kere insanın içinde bulunduğu tehlikenin suret ve hakikatini bilememesi de büyük bir nimet sayılır. Vahşiler bu nağmeyi söylemeyle yavaş yavaş halkayı küçülterek kıza doğru yaklaşmakta bulunsunlar; biz daha ağaçların arkalarında gizli bulundukları zamandan beri Moşamol ile Rikalda arasında konuşulan bazı sözlerden de okuyucularımızı haberdar etmeliyiz ki gelen kız hakkında olayları yakında hikâye edeceğimiz muameleler için bu konuşmanın pek büyük önemi vardır.

 

Rikalda ile Moşamol birbirine yakın iki ağacın arkasında gizli iken beyaz kızın mezbahaya kadar yaklaşması üzerine Rikalda, Moşamol’un saklandığı ağacın arkasına varıp dedi ki:

“Şimdiye kadar beyaz derililerden hiçbirisini görmemiştim. Meğer bunlar ne güzel heriflermiş.”

Moşamol her zamanki tebessümüne yakın ve biraz da küçümseyici bir tebessümle dedi ki:

“Herif mi dedin? Bu beyaz deriliyi erkek mi zannettin? Öyleyse inandım ki şimdiye kadar hiç beyaz derili gördüğün yoktur.”

“Vay! Bu beyaz derili dişi midir?”

“Öyle ya! Onların erkeklerinin çeneleriyle dudakları üzerinde kıl biter. Ama bizde olduğu gibi tek tük değil! Âdeta bizim başımızdaki saç nasıl sıksa onların çene ve dudak tüyleri de öyle sıktır.”

Ömründe ilk defa olmak üzere işittiği bu sözlere Rikalda fazlasıyla hayret etti. Dedi ki:

“Acayip! Şimdi bu beyaz derili bir karıdır ha?”

“Hatta karı da değil kızdır. Baksana ne kadar körpe bir şey! Kart olsa yüzünün derileri buruşurdu.”

“Hakikaten, Moşamol! Sen onların yanında esaretle çok vakit kalmışsın. Onların erkeklerini, dişilerini, kartlarını, gençlerini herkesten iyi anlayabilirsin. Zannıma kalırsa bu kız, beyaz derililerin yalnız dişilerinden ve gençlerinden değil; güzellerinden de daha güzel olmalıdır. Çünkü gözüme pek orantılı, pek hoş görünüyor.”

“Hakkın var zorlu Rikalda! Bu kız beyaz derililerin bile en güzel kızlarından daha güzeldir.”

Evet! Rikalda’nın da Moşamol’un da hakkı vardı. Gelen kız Avrupalıların da en güzide güzellerinden daha güzeldi. Hatta esmer güzeli olsa, saçları gözleri kara bulunsa belki de Rikalda gibi bir vahşinin o derecelerde şaşkın gözlerine çarpmayabilirdi. Zira siyah tüy, kara göz bunlarda genellikle vardır. Gelen kızdaysa ten kâğıt gibi beyaz, saçlar sırma gibi sarı, gözler firuze gibi mavi ki bu sıfatları taşıyan kızlar genellikle Almanya’da ve daha çoğu da İngiltere’de bulunurlar.

İşte Rikalda, Moşamol ile bu sözleri konuştuktan sonra vahşiler ortaya çıkıp da kızın etrafında çepeçevre bir halka oluşturunca ve yavaş yavaş da yaklaşmaya başlayınca, o esnada Rikalda gelen kız üzerine dikkatli gözlerini bir kat daha açarak ve her hâline, her şanına dikkat ede ede ilerlemeye devam ediyordu…

2

Vahşiler halkası gelen kıza doğru yaklaştıkça Kadagoz’un işaretiyle: “Mabudumuz Kan İstemiş” nağmesine başladıklarını haber vermiştik. Bu nağme gelen kızın da Mabut Huyi Çilopoştli adına kurban edilmesi için bir başlangıç olduğunu Rikalda’nın anlamasıyla ve o halkada da Moşamol kendi yanında bulunmasıyla gayet kızgın bir tavırla Moşamol’a dedi ki:

“Vay! Şimdi bunlar beyaz derili kızı da mı kurban edecekler?”

Moşamol, Rikalda’nın hâl ve şanından bu kızı kurban etmek niyetine itiraz ettiğini anladı. Böyle zorlu bir vahşinin itirazı yalnız lafta olmayıp eyleme kadar varacağını pekâlâ takdir eden Moşamol ciddi bir tavırla Rikalda’ya dedi ki:

“Anlıyorum, anlıyorum! Kızı kurban ettirmemek istiyorsun. Hakkın da var. Ben de o fikirdeyim. Fakat koca bir kabileye karşı kolay kolay muhalefet edilemez. İşin içinde bir de Maradangal vardır ki herifin bir kuzguni karga sesinden semavi emirler almakta bulunduğuna bu kabile halkı inandıkça yalnız onun kuvveti hepimizin kuvvetine eşit olabilir.”

Zorlu Rikalda’nın gözlerinden gazap naraları saçılmaya başladı. Dedi ki:

“Maradangal’ın şarlatanlıklarına, safsatalarına bütün kabile halkı inanır ama ben o ağızlara gelir miyim? Sen o yalanlara inanır mısın?”

“İşin sencesine bencesine bakmamalıdır. Geneline bakmalıdır. Hem halkın bu sadeliğini, bu saflığını düşünerek kızı kurban olmaktan kurtarmak hususundaki maksada karşıt ve engel zannetmemelisin. Asıl hüner böyle işlerde halkın batın, manevi inançlarından yararlanmaktadır. Sen acele etme. İşi bana bırak.”

Tam halka kıza kadar yaklaşmış ve kızcağız hayatından ümidi kesilerek gözleri kararmakta bulunmuş olduğu bir zamandaydı ki Moşamol kabile halkına hitaben:

“Ey cemaat! Ben bu beyaz derili kızın lisanını biliyorum. Müsaade eder misiniz ki kendisiyle konuşayım da buraya nereden geldiğini ve bindiği gemiyi ve arkadaşlarını nerede bıraktığını anlayalım?”

Moşamol’un bu sözü üzerine herkes birbirine bakarak kısa ve kesik sözlerle fikir alışverişinde bulundular. Dolayısıyla cemaat içinde bir fısıltı, bir bakışma oluşmuştu. Aralda bu mahlukun bir kız olmasına hayretlerini beyan etmişti. Kadagoz, onun bir kadın olduğunu anlayınca, renginin pek güzel olmadığını ifade etti. Gelini Aralda ise aksine beyaz derili kızın kendisine pek hoş göründüğünü söylemişti. Vahşilerden birtakımı bu kızın bir boyayla boyanmış olmasına ihtimal vermişti. Diğer birtakımı da kaş ve gözlerde bu renklerin bulanabilmesinin pek doğal olamayacağından boya meselesine kanaat getirmişlerdi. Bir aralık Kadagoz’un beyaz derili kızı kötülemesine cevaben kocası Fardiç’in:

“Ama artık uzun ediyorsun ya! Gökyüzünden inmiş bir melek gibi güzel olan şu mahluka çirkin demek, çirkinliği güneş ve aya isnat etmek kadar boş bir çabadır.” deyince Kadagoz olanca düşmanlığıyla onu kıskanıp âdeta o beyaz derili kızı dişleriyle çiğ çiğ yiyecek olsa bile tatmin olamayacak bir dereceye gelmişti. Diğer taraftan Rikalda da bu kız hakkındaki hayretini gizleyemeyerek:

“Hakikaten yüzü yusyuvarlak ve âdeta ay gibidir.” deyiverince zevcesi Aralda evvelce beyaz derili kızı hoş görmekteyken kocasının takdiri üzerine o da kayınvalidesi gibi kıskanmış idiyse de hasedini ortaya koyamayıp yalnız içinden:

“Vay! Kocam Rikalda beyaz derili kızı beğendi ha!” diye âdeta yüreğinin sızladığını hissetmişti.

Bir yanda vahşîler şu meşguliyette bulunadursunlar, diğer yanda Moşamol, Zak Maradangal’dan almış bulunduğu müsaade üzerine beyaz derili kızla konuşmaya başlamıştı.

Maradangal’ın nasıl olup da bu müsaadeyi Moşamol’dan esirgememiş bulunduğuna şaşmamalıdır. Moşamol o müsaadeyi isterken Maradangal’ın suratına öyle bir manidar tavırla bakmış ve öyle bir şekilde tebessüm etmişti ki zeki zak, Moşamol’un bu teşebbüste pek mühim bir maksadı olduğunu takdir etmek mecburiyetinde kalmıştı. Zira muhalefet edecek olursa zaten zaklar din ve mezhebine itikadı bulunmayan o şeytan Moşamol’un mutlaka bir şerrine uğrayacağına hükmederek cemaatten istediği müsaadeyi vekâleten ona vermişti. Daha doğrusu buna mecbur olmuştu.

Maradangal gibi koca bir vahşi cemaati birtakım batıl şeylere inandırarak kendi hükmü altında bulunduran herifler pek akılsız ve ahmak olamazlar. Bu başarılarılarını kendilerine temin eden şey yalnız şeytanlıklarıdır ki cahil oldukları hâlde bile o şeytanlıklarla pek ince şeylere akıl erdirebilirler. Maradangal ise bu tarz kâhinlerin en şeytanlarından birisiydi. Moşamol’un istediği müsaadeyi esirgemedikten başka kabile halkı arasında peyda olan fısıltı ve bakışmalar Moşamol’a verilen müsaade müddetini arttırmakta bulunduğundan bunu daha da ileri vardırarak beyaz derililer hakkında cemaatin açmış olduğu sohbetlere kendisi de katılarak dedi ki:

“Durunuz çocuklar! Bu meseleyi size ben halledeyim. Her mabut kendisine yine kendi beğendiği renklerde mahluklar yaratmıştır. En eski, en faziletli zaklardan nakil yoluyla bize varmış bulunan rivayetlerdendir ki dünyanın bir tarafında bir de simsiyah mabut bulunmakta ve kendi mahluklarını da kendisi gibi simsiyah yaratmaktaymış. Bunu öğrenince pek kolay anlayabilmiş olursunuz ki şu beyaz derililerin mabutları da beyazdır. Onun için kendi mahlukatını beyaz yaratmıştır. Bundan dolayı bu kızın rengini bir boya eseridir zannetmeyiniz. İnanınız ki bu doğal bir renktir. Ama güzel veyahut çirkin olması konusuna gelince ben inkâr edemem ki bana âdeta çirkin görünüyor. Bizim ormanların ziyneti, güzelliği olan kırmızı rengimize nispetle onun şu kirli renginde sanki ne letafet vardır ki? Hem yine zaklardan birisinden işitmiştim ki bunların böyle sımsıkı elbiseler giymeleri vücutları pek kusurlu olduğundandır. Onlar vücutlarını kimseye göstermezlermiş. Vücutlarını görmekten utanırlarmış. Öyle ya! Vücutları bizim gibi kusursuz ve güzel olsa bakmaktan dolayı neden utansınlar ki?”

İşte kabile halkı beyaz derili kız hakkında şu yorumlara girişmişlerdi. Maradangal’ın sözleri ise bu sohbeti bir kat daha uzatmaya yardım ettiği esnada Moşamol diğer cihette beyaz derili kız ile söze girişmişti. Moşamol’un epeyce söyleyebildiği Avrupa lisanı ise Fransızcaydı. Hâlbuki bu gelen kız İngiliz olduğundan onun da söyleyebildiği Fransızca kelimeler Moşamol’un Fransızcasından pek de güzel değildi.

Tarih kitaplarına henüz geçmediği hâlde Missouri Nehri’nin Mississippi Nehri’ne karıştığı yerlere en önce Fransızlar gitmişler. Saint Loui şehri de ilk önce bunlar tarafından tesise başlanmıştır. Dolayısıyla Iowa ülkesi taraflarının ilk galipleri Fransızlar olduğundan, Moşamol da daha önceden bunların eline esir düşmüştür. Yanlarında geçirdiği birkaç sene zarfında Fransızcayı da epeyce konuşmaya başlamıştı. İngilizler ise Fransızlardan sonra buralara gitmişler. İlk teşkil ettikleri kasaba Saint Loui’nin elli saat kadar batı cihetinde bulunmaktadır. Burası, sonradan Amerika Birleşik Devletleri, İngilizlerle âdeta birleştiği dönemlerde, bu devletin kurulmasında en büyük hizmeti dolayısıyla onların en büyük reislerinden Jefferson namına anılan kasabalardandır. İşte sandaldan çıkıp şu vahşiler içine düşen güzel kız da bu suretle Jefferson taraflarına giden İngilizlerdendi. Sadece Fransız göçmenleriyle olan ilişkilerinden dolayı o da biraz Fransızca öğrenmiştir.

Moşamol ilk önce kızın ölüm derecesindeki korkusunu bir an önce izaleye yardım etmek için söze temin ve tatmin vadisinden girişerek demişti ki:

“Korkmayınız matmazel! Düştüğünüz tehlike böyle korkunuzdan helak olacak derecelerde büyük değildir.”

Zavallı kızcağız bir vahşiden böyle ümit verici sözler duyunca bu sözlerin sanki babasından ya da kardeşinden duyuyormuş gibi bir sevinç ve hayretle karşılamıştı. Sevincinden az kalmıştı ki Moşamol’un boynuna sarılarak yüzünden gözünden şapır şapır öpsün. Moşamol ise kızın bu derecelere varan memnuniyetini, kendi geleceği ve planları için tehlikeli bulduğundan kızı bu aşırı sevincinden men ile de dedi ki:

“Aman matmazel! Aramızdaki dostluğu arkadaşlarıma göstermemeliyiz. Biraz metanetli olunuz. Söyleyiniz bana nereden geliyorsunuz?”

Kızcağız kendini toplayıp dedi ki:

“Kansas kasabasından.”

Moşamol bu Kansas kasabası nerede olduğunu bilmediğinden bunu da kızdan sordu. Kız dedi ki:

“Buraya üç yüz yetmiş mil kadar güneydoğu tarafında İngilizlerin yeni tesis ettikleri bir kasabadır.”

“Oradan buraya kadar nasıl geldiniz?”

“Gemi ile. Hatta biz buradan daha yukarıya bile çıkmıştık. Yukarıda sol taraftan Missouri Nehri’ne karışan ve haritalar üzerinde New Brara diye tayin olunan nehre kadar varmıştık. Sahilden giderken koca bir dağ âdeta uçup gemimizi su ile toprak arasına defnetti. Meğer nehrin cereyanı oya oya koca dağın altını boşaltmış. Gemide bulunanlar kendilerini nehre attılar. Ne kadarı boğuldu ne kadarı kurtuldu bilemem. Ben kim bilir ne şekilde olmuşsa kendimi bir toprak yığıntısı üzerinde buldum. Şu sandal da yanı başımda su içinde olduğundan bir hâl ile hemen sıçrayıp atlayarak içine girdim.

İki gündür nehrin akıntılarıyla akıp geliyorum. Elbisemin ıslanan yerlerini kurutup mümkün mertebe tanzim ettim. Karnım acıktıkça sahile yanaşıp patates, kestane gibi bulabildiğim şeylerle karnımı doyuruyordum. Bu sahile de yine acıktığım için yanaşmıştım.”

Moşamol kızı seyrettikçe o letafet ve güzelliğine bir türlü gözleri doyamıyordu. Kız, bu Fransızcayı nerede öğrendiğini ve bu insani niteliklere hangi terbiye sonucu sahip olduğunu sorması üzerine Moşamol dedi ki:

“Burada benim ismime Moşamol derler. Bundan altı sene önce Topeka taraflarında Avrupalılar ile savaşarak yenildik. Kabilemiz Kansas Nehri’ni geçerek Missouri kenarlarına sığındı. Orada beyazlara bir daha yenildik. O zaman ben esir düştüm. Kabilemiz Missouri Nehri’ni de geçip buralara doğru göçtü. Beni esir alanlar ta Saint Loui’ye kadar götürdüler. Orada Juan Mason namında bir malikâne sahibine beni sattılar.”

Kızcağız bu Juan Mason namını işitince tavrında oluşan büyük bir sevinçle dedi ki:

“Juan Mason mu? Hani ya şu Mississippi Nehri kenarında bir ülke kadar malikânesi olan Fransız değil mi?”

“Evet! Siz o aileyi tanır mısınız?”

“Tanımak ne demek? Hâlâ pederim Johnsonser onun ortaklarındandır.”

“Öyleyse bu hâl aramızdaki dostluğu bir kat daha teyit edecektir. Çünkü ben o aile nezdinde inayetten, iyiliklerden başka bir şey görmedim. Diğer esirler arasında türlü türlü işkencelere uğrayanlar pek çok idiyse de bunlar bana daima iyilikle, merhametle muamele etmişlerdir. Nihayet dört sene kendilerine hizmet ettikten sonra bir gün Mösyö Juan bana: ‘Adrianne, ettiğin hizmetten memnunum. Nasıl bir mükâfat istersen söyle. Esirgemem. Hatta memleketine dönmek istersen ona bile izin veririm.’ demişti.”

 

“Adrianne mi? Vay Adrianne sen misin? Orada hâlâ senin ismin yâd olunmadığı gün yoktur.”

“Evet matmazel! Adrianne benim. Vaftiz edilerek Hristiyanlığı kabul ettiğim zaman böyle isimlendirilmiştim. Fakat ne kadar olsa zevcemle kız kardeşlerimi merak ettiğimden dönüşü Saint Loui’de ikamete tercih ettim. Kalktım bin bela, bin zorlukla buraya kadar geldimse de, keşke gelmeseydim. Meğer diğer bir savaşta eşimi, çocuklarımı, iki kız kardeşimi esir almışlar. Şu dünyada yapayalnız kalmışım. Bu kahır ve ümitsizlikle bir daha evlenmeye heveslenmeyerek o zamandan beri tek başıma yaşıyorum. Şu ümitsizlik hâlimle sizinle bu şekilde karşılaşmam benim için büyük tesellidir.”

“Ya size tesadüf benim için az teselli midir?”

“Korkmayınız matmazel! Sabrediniz akıllıca davranırsak buradan kurtulacağımızı ümit edebiliriz. Siz her tedbiri bana bırakınız. Size nasıl bir işaret verirsem o şekilde hareket ediniz.”

Gelen beyaz kız ile Moşamol arasındaki söz bu dereceyi bulduğu zaman diğer tarafta Maradangal da dâhil olduğu hâlde vahşilerin beyaz kıza dair açmış oldukları mesele de sona ermişti. Bu beyaz derili kızın mabuda kurban edilmesi meselesi ilk önce Fardiç’in karısı Kadagoz’un hatırına gelerek: “Mabûdumuz Kan İstiyor” nağmesiyle bunu cemaate de ihtar etmiş bulunduğu gibi kocasının da bu kızı güzel bulması üzerine kıskançlığı daha da artmış olan o vahşi karı, şu konudaki azmine bir kat daha kuvvet vererek:

“Ey Moşamol! Beyaz derili ile lafı daha uzatacak mısın? Akşam oluyor. Huyi Çilopoştli’ye şu kendi ayağıyla gelen beyaz kurbanı da takdim edelim ki, mağaralarımız uzaktır, akşamdan önce yerimize dönebilelim!” diye bağırdığından cemaat arasında diğer birkaç kişi de kadının sözünü onaylamışlardı.”

Kadagoz’un bu sözlerini Moşamol işitince beyaz derili kıza orada durup hiçbir şeyden korkmamasını tembih ile kendisi kabile halkının yanına geldi.

You have finished the free preview. Would you like to read more?